Değerli arkadaşlar sitemizi ziyaret ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Forumu güncel tutmaya ve olabildiğince ilgilenmeye çalışıyoruz. Sitemize girince üye olup ilgilendiğiniz manga konularına mesaj atarsanız seviniriz.

Java Büyücüsü / Ölümsüzlerin Düellosu

Cevapla
Kullanıcı avatarı
-Vishnu no Sarubia-
Mesajlar: 4
Kayıt: 16 May 2014 10:06
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: Bleach
Favori Anime: Hxh

Resim

-ÖLÜMSÜZLERİN DÜELLOSU-

Resim

Merhabalar beyler, bu Java Büyücüsü isimli kitaptan bir kısımdır. Üşenmedim oturdum ellerimle uzun uzun yazdım. Burada yaşananların gerçek olduğu iddia ediliyor, yani tüm bu anlatılanların. Ancak siz bir fantastik roman tadında da okuyabilirsiniz, çünkü gerçekten çok hoş ve epik. İzlediğimiz epik fantastik animelerden pek farkı yok. Hem şu kitabın bir tanıtımını da yapmış olurum, Java Büyücüsü isimli kitabı satıyorum aynı zamanda, Mangatürk Pazarına bakabilirsiniz, kitaplarımı satıyorum diye bir başlık açmıştım orada. Orada ki Java Büyücüsü isimli kitap hakkında fikir edinmenizi sağlayabilir bu kısım, şimdi sizi kitapla başbaşa bırakıyorum. Okuyun, beğenirseniz kitabı da alın hatta. Benden alın ama :P

Liao Sifu'nun Hikâyesi
Konuşmak için ustamla tekrar bir araya geldiğimde akşamın geç saatleriydi. Televizyonda izlediği futbol maçı yeni bitmiş ve tuttuğu takım kazanmıştı. John'u tanıyordum, maç sonucuna muhtemelen iyi miktarda para yatırmış ve tahminen de çok kazanmıştı. Bu yüzden de keyfi yerindeydi. Balkona çıktık ve her zaman olduğu gibi çay içmek için oturduk.
"Söz verdiğim gibi bugün sana Usta'nın hikayesini anlatacağım, "diye söze başladı. "Onu nasıl bulduğumu ve beni nasıl çırak olarak kabul ettiğini sana zaten anlatmıştım. Liao Sifu'yla benim ustalık derecem arasında ne denli büyük bir fark olduğunu da anlamalısın. Benim gücüm onunkinin yanında hiçbir şey."
Bir şey söylemeden başımı salladım ancak içimden çılgınca gülmek geliyordu. Kendi yeteneklerinden bu şekilde bahsetmesi inanılmazdı. John'un yeteneği benim için hala anlaşılamazdı ve onun gücünün yalnızca küçük bir kısmına tanıklık etmiştim. Onunla geçirdiğim üç yıl boyunca telekinezi, pirokinezi, telepati, elektrik üretimi, cisimlerin yerini değiştirme, şansı kendi lehine çevirme, havaya yükselme, muazzam miktarlarda momentum soğurma, hatta belki de ölülerin ruhlarıyla iletişimini gözlemlemiştim. Tum bunlar, bizzat şahit olduğum ve aynısını yapmaya kendi rızamla ant içtiğim olağanüstü olaylardı. John Chang'in gücü inanılmazdı. Eğer başkalarından duyduklarım da doğru ise ( ki kuşkulanmak için hiçbir nedenim yoktu), Liao Sifu'nun mertebesini hayâl bile edemiyordum. "Liao Sifu, Çin'in Santong eyaletindeki Lee Hwa Kang adında bir köyde doğmuştu," diye devam etti Ustam. "İsmini de almış olduğu -büyük bir klan olan- Liaos'tandı o. Klanın kendi kung fu stilleri vardı, buna Liao China Chuan diyorlardı. Liao Sifu beş yaşında aile sanatını öğrenmeye başladı ve ustalaşmış olduğu sistem üzerinde yirmi yaşına kadar çalıştı. Savaş sanatlarının hem içsel hem de dışsal öğeleri üzerinde ustalaşmaya ve iyi bir savaşçı olmaya başlamıştı.
"Korkarım savaştı da. Köylerinin yakınında, birkaç kilometre uzaklıkta başka bir köy daha vardı. Bu köyün adı, "Pu ailesinin köyü" anlamına gelen Pu Chia Siang idi. Bölgede bulunan tek su kaynağı bu iki köyün arasındaydı ( burası oldukça çorak bir bölgeydi ). Bu tatlı su kaynağını elde etmek için savaştılar. Klanları yüzyıllardır savaşıyordu ve bu uğurda pek çok kişi ölmüştü."
"O suyu içme hakkı elde etmek için savaşmak, bu korkunç olmalı," dedim.
"Evet," dedi John. "Hayatta kalmak için demek istedin sanırım. Afrika'da aslanların pınarların başında durup avlarını nasıl beklediğini bilir misin? Buna benzer bir durumu hayal edersen onların yöntemini de anlayabilirsin. Hem de hayatlarının her gününde... çünkü insanların yaşayabilmesi için suya ihtiyacı vardır, öyle değil mi?"
"Başka hiçbir yerde su yok muydu yani? Hiç mi yoktu?"
"Duyduğuma göre, bir damla bile yoktu. Ha, belki tuzlu su ya da 60 kilometre kadar uzakta içme suyu da vardı. Ancak, ailene su sağlamak amacıyla bu kadar yol gittiğini ve o yolu, suyu taşıyarak geri döndüğünü hayal edebiliyor musun?
"Hayır."
"Onlar da bunu yapmadılar. Bu yüzden savaştılar, her bir klan diğerini göç etmeye zorlamaya uğraşıyordu.
"Dönemin kaynaklarına göre, Jiangsi eyaletinde," diye devam etti, "neredeyse bir aylık yolculuk mesafesinde, Pai Lok Nen adında tanınmış bir hoca vardı."
"Bu ne zaman oldu, Sifu?" diyerek araya girdim.
"Liao Sifu'nun hikayesinin bu kısmı kabaca, bir iki yıl eksik ya da fazla, 1915'le 1925 yılları arasında geçiyor. Her neyse, savaş nedeniyle Liao Sifu evlenmedi ve oldukça fırtınalı bir yaşam sürdü. Onların bölgesi muhtemelen günümüz Bosna'sı ya da Kosova'sı gibiydi. Otuzlu yaşlarında, hayatı çarpıcı bir biçimde değişti. Akrabalarından biri Pai Lok Nen'le çalışıyordu. Bu adam Lee Hwa Kang'a belli bir seviyede döndü ve müthiş yetenekler geliştirdiği anlaşılıyordu. Liao Sifu kendisini bu uğurda adamış gerçek bir savaşçı olduğundan ve (dürüst olmak gerekirse)süregelen savaş sebebiyle, bu akraba Liao Sifu için bir tavsiye mektubu yazdı ve ona da Pai Lok Nen'le çalışmaya gitmesini önerdi. Liao Sifu yola çıktı ve nihayetinde, mektup sayesinde, Pai Lok Nen'in öğrencisi olarak kabul edildi. Pai Sifu'yla beş yıl kaldı ve sonunda köyüne döndü. Neredeyse kırk yaşına gelmişti ve Yirmi Altıncı Seviye'ye ulaşmıştı. John arkasına yaslandı ve daha rahat bir pozisyon aldı. "Ancak," diye sürdürdü konuşmasını, "o dönemin bugünden farklı olduğunu unutma. Haberler, tabii eğer varsa, çok hızlı ulaşmıyordu ve kırsal Çin'in çoğu üçüncü dünya koşullarında yaşamaktaydı. Liao Sifu vatanına döndüğünde neredeyse tüm klanının öldürülmüş olduğunu gördü. Sadece bir kişi hayatta kalmıştı ve o da kötürümdü, yürüyemiyordu. Komşularının yardımları sayesinde yaşayabilmişti. Liao Sifu acısından çılgına döndü. Sevdiği herkesi kaybetmişti. Düşüneniliyor musun, Kosta, beş yıllığına vatanından ayrılıyorsun ve döndüğünde tüm kardeşlerinin, kuzenlerinin, hala ve teyzelerinin, amca ve dayılarının, dostlarının ve arkadaşlarının hepsinin öldürülmüş olduğunu öğreniyorsun."
"Evet", dedim sessizce. "Ben Balkanlıyım."
"Öylesin, değil mi?" dedi John. "O zaman böyle bir acıyı anlayabilirsin ya da muhtemelen ailenin geçmişinde benzer durumlar vardır. Liao Sifu komşu köye saldırmak istedi. Ancak klanından olan bu adam ona izin vermedi.
"Sen sağ kalanlardan birisin," dedi. "Hepimizi öldürdüler. Yirmi Altıncı Seviye'de olsan da, Pu Chia Siang'da sayısız savaşçı var. Sense tek başınasın. Belki seni de öldürecekler ve Liao klanı yok olmuş olacak."
Bu klan üyesi ondan yaşça büyüktü ve döneminin konfüşyüsçü ahlâkına göre, Liao Sifu ona itaat etmek zorundaydı. Verdiği söze göre Lok Nen'le beş yıl daha çalışacaktı. Liao Sifu bunu yaptı, zaptettiği öfkeyi ve acısını bir yana bıraktı. Her an intikamını düşünsede kendisini bu hisse kaptırmadı. Beş yılın ardından köyüne döndüğünde Otuzuncu Seviye'nin üstüne ulaşmıştı. Bildiğin gibi bu, bizim gibi insanlar için çok özel bir dönüm noktasıdır. Bir çeşit mezuniyettir."
Ayrıntılar konusunda onu sıkıştırmak istiyordum ancak John'un bakışları boşluğa dalmış, birden sessizleşmişti. En sonunda konuştu.
"Liao Sifu vatanına döndüğünde hayatta kalan son klan üyesinin bir mızrakla vurulmuş olan cesedini buldu. Naaşını gömme inceliği bile göstermemişlerdi, ceset yerde öylece yatarak çürüyordu. Liao Sifu deliye dönmüştü. Bir barajın bentlerinin açılması gibi, bunca yıl bastırmış olduğu ve daha fazla zapt edemediği acı şiddetle patladı. Hayatta kalan son akrabası sanki sağduyuyla arasındaki son köprüydü; onun da gitmesiyle Liao Sifu çılgına dönmüştü. Öfkesine ve kinine teslim oldu. Dökülen kanın intikamını almak için Pu Chia Siang'a gitti.
"Bir saat içinde hareket eden her şeyi öldürmüştü, onun karşısında aciz kalmışlardı. Sanki Ölüm Meleği köylerine saldırmıştı ve Pu Chia Siang savaşçıları onu durdurmak için hiç birşey yapamamıştı. Erkekleri, kadınları, çocukları ve hayvanları, hatta tavukları bile öldürdü! Öfkesi o denli büyüktü ki Kosta, bu köyün yeryüzünden silinmesini, orada toprağı zehirleyecek tek bir kişinin bile hayatta kalmamasını istemişti. Mızrakları ve kılıçları, kağıt parçaları gibi savurdu, onu yaralayamadılar bile. Neredeyse on metre uzaklıktan gönderdiği darbeler ve nei kung enerjisiyle insanları öldürdü. Elinden hiç kimse kurtulamadı. Kaçtıklarında onları yakaladı, saklandıklarında onları buldu.
"O bir saatin ardından, köyün harabeleri arasında dururken birden aklı başına geldi ve ne yaptığını anladı. Tanrı'nın ona bahşettiği gücü kötüye kullandığını ve bir şeytana dönüştüğünü fark etti. Sadece bir saatte, yüzden fazla insanın canını almıştı. Liao Sifu iyi bir adamdı, biliyorsun, aslında hiç kimseyi incitmek istememişti. Bu günahı yüzünden kalbi cam gibi kırılarak unufak olmuş ve içinde ölmüştü. O anda acıyı, vicdan azabının gerçek ıstırabını tattı. Daha önce öfkesi yüzünden çektiği acı bunun yanında hiçbir şeydi. Liao Sifu aynı zamanda bir Taocu ustaydı, ruhlar dünyası ve ölümden sonraki hayat hakkında da bilgiliydi. "Öldüğünde, yaptıklarının karmasını ödemek zorunda olacağını biliyordu. Bu yüzden ruhu için korku duymaya başladı. Umutsuzluk içinde hocasına, Pai Lok Nen'e koştu."
John ara verdi ve çayını yudumladı. Ben de sessiz kaldım, duyduklarım yüzünden sarsılmıştım. Sonunda, "Bu tür yetenekleri geliştirebilmek için kişinin iyi ve ahlâklı olmak zorunda olduğunu zannediyordum," dedim. "Bu gücün kutsal bütünlük ve birlikle ilerlediğini sanıyordum. Liao Sifu bu seviyedeyken, intikam düşüncelerinin ötesine geçmeyi nasıl başaramadı?"
John güldü. "Çok fazla kovboy romanı okumuş ya da Kung fu filmi izlemişsin, Kosta. İnsan, sadece insandır. İnsan olmayı durdurabilmenin bu denli kolay olduğunu sanma! Liao Sifu sonuçların farkındaydı, yaptığının yanlış olduğunun bilincindeydi, ancak yine de intikamını ve dökülen kanın öcünü aldı. Neticede o bir insandı, Tanrı değil. Üstelik tüm ailesi öldürülmüştü. Sen olsan ne yapardın?"
Başımı eğdim. "Bilmiyorum," dedim. Tibet thankalarındaki ( Thanka: Üzerlerine dini konuların işlendiği Tibet stili dikdörtgen kumaşlar, Tibet duvar resimleri. ) Buda tasvirlerini düşündüm; genellikle Buda, bir elinde merhamet diğer elinde güç olan bodhisattva ( Budizmde Bodhisattva, merhametli bir kararlılık içinde tam aydınlanmaya, Budalığa ulaşmak isteyen tüm canlılara yardım eden kişidir. ) ile birlikte resmedilirdi. Yerel Ortodoks Kilisesi'ndeki ikonları düşündüm. Merhametin simgesi olan Meryem Ana esas temaydı, ancak kesinlikle kabadayı olarak tanımlayabileceğim Başmelek Mikail de her yerdeydi. Güç ve merhametin aslında birbirinden ayrılmış şeyler olduğunu anlamaya başlamıştım. "Elbette sen de bunu yapardın," diye devam etti John. "Ancak daha sonra sen de, Liao gibi, pişmanlık duyardın ve onun yaptığı gibi bedel ödemek zorunda kalırdın. Kosta, insanoğlunun yarattığı edebiyatın her köşesinde intikam ve pişmanlık temalarını bulusun. Tanrı olmak ve affetmek o kadar da kolay değildir. Yahudilerin Nazileri affettiğini düşün." Balkanların kan kırmızısı geçmişi genlerimi beslemişti. Haklı olduğunu biliyordum. Ona bunu söyledim ve başını salladı. "Evet," dedi. "Güçlü olmak zordur, güçlü ve iyi olmaksa iki misli zordur. Yine de yapmamız gereken budur. Bu bizim kaderimiz. Küçük çocukların, aslında ender şekilde kendiliğinden iyi olduklarını, merhameti öğrenmek zorunda olduklarını bilirsin."
"Ah, evet," dedim. Acı hatıralarım vardı. "Bir çocuğun aklı sana insanoğlunun esas doğası hakkında fikir verebilir. Hayattaki amacımız, doğduğumuzda olduğumuz şeyden daha fazlası olmaktır. Çoğu insan bunu başaramaz, sadece başardıklarını sanırlar. Bildiğin gibi, aslında bizler için öğrencilerimizi dikkatli seçmenin bu denli önemli olmasının nedeni bu. Canavarlar yaratmak istemiyoruz." Köpeği kendini sevdirmek için koşarak geldiğinde John'un bakışları da gecenin karanlığına dalmıştı. Onunla bir süre oynadı. Ben de notlarımı yazdım. Uşak tekrar çay getirdi. Bir süre sonra John hikayesine devam etti. "Pai Lok Nen, anlamı 'Ejderha Kaplan' olan Lung Hu Shan Dağı'nda yaşıyordu. "Bu Lung Hu Shan Dağı, T'ien Shih Chang soyunun kendilerine yurt edindiği yer mi?" diye sordum. "Evet," diye yanıtladı. Çin'in tarihini biliyor olmamdan hoşnut olmuş gibiydi. "Ancak Pai Lok Nen onların mezhebinin bir üyesi değildi, ona büyük saygı gösterdikleri için onu yurtlarına kabul etmişlerdi. Pai Lok Nen bir keşişti, Mo-Tzu okulunun ustasıydı ve bir gölün ortasındaki bir adada yaşardı. Ustam buranın erişilemez bir bölge olduğunu, suyu geçmenin çok zor olduğunu anlattı. Liao Sifu gölü geçmek için birkaç ağaç kütüğü kullanmış, bunların birinden diğerine Tarzan gibi atlamış. Pai Lok Nen'se suya sadece bir yaprak fırlatmış ve bunun üzerinde gölü geçmiş.
"Aman Tanrım!" dedim. "Hangi Seviyedeydi?
"Elli Birinci Seviye."
"Bunu hayal bile edemiyorum."
John güldü, "Hayır, edemezsin. O dönemde eşkıyalar ve haydutlar Çin'de bela çıkarıyordu, Pai Lok Nen'se insanlara yardım etmek için her zaman oradaydı. Köylüler için savaştı ve pek çok haydut öldürdü. Duyduğuma göre yüzden fazla adam öldürmüş ve bunların çoğu oldukça yüksek seviyedeymiş. Pai Sifu'nun amacı adaletti. Kendisi için değil başkalarını korumak için savaşıyordu. Yine de bu savaş türüyle ilgili bir karma da vardır, ancak kişi özellikle ün ya da ego için çarpışmaya girmiyorsa, bu karma çok fazla değildir. Pai Lok Nen bir keşişti. Savaşmasının nedeni ün ya da kadınları baştan çıkarmak değildi. İş başa düşmüştü, çevresindeki insanların koruyucusu olmak için savaştı. Aynı zamanda şifacıydı ve yüzlerce insanı iyileştirdi. Tövbe etmeleri, çalmayı ve öldürmeyi bırakmaları koşuluyla pek çok haydudun da canını bağışladı. Nihayetinde felaketinin nedeni de bu merhamet oldu. "Öylece gitmelerine izin mi verdi?" diye sordum. "Hayır. Canlarını bağışlamadan ve onları serbest bırakmadan önce mutlaka onların insanlara bir daha dehşet saçmayacaklarından emin olurdu. Bu fikir seni oldukça şaşırtmışa benziyor. Bu yüzden sana şimdi inanılmaz derecede yüksek seviyede olan kötü bir adamın hikâyesini ve onun Pai Lok Nen'le son karşılaşmasını anlatacağım. Adamın adı Lim'di..."
ÖLÜMSÜZLERİN KARŞILAŞMASI
Liao harlayan ateşin başına oturdu, derin düşüncelere dalmıştı. Soğuk bir öğleden sonraydı, kemiklerini ısıtabilmek için ateş yakmasını gerektirecek kadar soğuktu. Elli beşinin üzerindeydi. Ancak bünyesi ve dış görünüşüyle çok daha genç duruyordu. İnsanlar onun bir hsien -yani ölümsüz- ve ölümsüz Pai Lok Nen'in çırağı olduğunu düşünüyorlardı. Ender olarak çevredeki köylere gittiğinde önünde eğilirlerdi, ona mütevazı yemeklerinden ve kutsala gösterdikleri saygıdan sunarlardı. 'Ya benim sadece bir katıl olduğumu bilselerdi', diye düşünürdü Liao. Pu Chia Siang katliamı onu sürekli rahatsız ediyor ve bir gün bunun bedelini ödemek zorunda olduğunu biliyordu. Bedel ödemek için Liao, Sifu'nun önerisi üzerine, kendisini keşiş hayatına adadı. Bu hayatta ulaşabileceği en yüksek güce erişmeye ve onun desteğini hak eden sayısız insana yardım etmeye çalışacaktı. Belki böylece, öteki dünyaya gitme zamanı geldiğinde, Tanrı hüküm verirken merhamet gösterirdi. "Çocukları nasıl öldürebildim?" Liao alevlere uzun uzun baktı. Aslında, rahat edebilmek için bir kutup ayısının duyduğundan daha fazla ısıya ihtiyacı yoktu. O böyle şeylerin ötesindeydi. Ancak ısınmak için ateş bulabilecekken, üstelik daha konforlu olabilecekken, neden iç enerjisini harcamak istesindi? Liao kaderini değiştiren o güne kadar meditasyon yaparak, çalışarak ve ustasının soyunun sistemini öğrenerek yıllarca Ejder Kaplan Dağı'nda Pai Sifu'yla yaşadı. Çok şey öğrendi ve Kırkıncı Seviye'ye, yani hüsranına kadar ilerledi. Seviyesi yükseldikçe görevleri kolaylaşmıyor, aksine daha da zorlaşıyordu. Zamanında onunla dünyayı sarsacağını sandığı Dördüncü Seviye bunun yanında çocuk oyuncağıydı. Aklına tanıdığı, Üçüncü Seviye'den Dördüncü Seviye'ye geçmek için çırpınan ve sonunda gururlanan genç öğrenciler geldi ve gülümsedi. Onlar da yakında gerçek karşısında neye uğradıklarını şaşıracaklardı. Pai Sifu onu İhtiyar Haydut'la yalnız bırakarak, on günlük inzivalarından biri için gitmişti. Pai Lok Nen'in yöntemi çok akıllıcaydı: On günlüğüne dağlarda mediyasyon yapardı, daha sonra iyileşmek ve bir sonraki döneme hazırlanmak için on günlüğüne küçük evlerine dönerdi. Liao onun başarısının anahtarının ölçülülük ve süreklilik olduğunu biliyordu. İhtiyar Haydut'un adı Assam'dı ve neredeyse yetmiş yaşındaydı. Bir zamanlar eşkıyaydı ve çevredeki köylere dehşet saçmıştı; ta li kendisine kurban olarak Pai Lok Nen'i seçme talihsizliğine düşene kadar. Soğukkanlı ölümsüze yenilince Assam ona hayatını bağışlaması için yalvarmış, sadece canının bağışlanması karşılığında her şeyi yapacağına, asla çalmayacağına ve bir daha kimseyi incitmeyeceğine söz vermişti. Pai Lok Nen bu adama ne yapacağını bilmiyordu. Haydut kesinlikle güvenilmez olduğundan onu serbest bırakamazdı. Nihayet onu uşağı olarak yanına almaya karar vermişti. Assam'ın bir daha kimseye zarar vermeyeceğinden ve kaçamayacağından emin olmak için de, haydutun sağ bacağındaki siyatik sinirini felç ederek onu kısmen sakat bırakmıştı. Pai Sifu daha sonra adamı, kaçmasının mümkün olmayacağı bu adaya getirmişti. Assam, adanın sağında solunda topallayarak geziyordu. Yürüyebilmek için kullandığı kalın değneğin yere vururken çıkardığı ses ihtiyar adamın en belirgin özelliğiydi. Liao, İhtiyar Haydut'u biraz odun toplaması için göndermişti; kendinden genç olan Liao'nun emirlerinden hoşlanmayan yaşlı adamsa somurtarak gitmişti. Sürekli sızlanıyordu, ancak ne yapabilirdi ki? Neticede, Liao, ustanın yüksek seviyede olan öğrencisiydi ve Assam'ın sözü ona geçmezdi. Pai Lok Nen'in uşağı olmasının, onun da uşağı olduğu anlamına gelmediği konusunda Liao'yu defalarca ikna etmeye çalışmış ancak genç adam buna kanmamıştı. Assam, haklı nedenlerle, Liao'nun güçlerinden de korktuğu için, adamın söylediğini yaptı.
Ancak bunun için acele etmek zorunda değildi. Bu nedenle bir saatlik işi bitirmesi bütün öğleden sonrasını almıştı. Liao o sesi duyduğunda yalnızdı. Gelen sesin yavaşça, sinsice ve beraberinde bir tehditle yaklaştığını anlamıştı. Dikkatli bir adam, gittiği yolu kontrol ederek, tehlikelerden haberdar olarak eve yaklaşıyordu. Savaşmaya hazırlanan biri bu, diye düşündü Liao. Yoksa bir düşman mıydı? Kalktı ve sessizce kapıdan çıktı. Küçük bahçenin dışında, karanlık bir şekil ihtiyatla yaklaşmaktaydı. Ancak Liao'yu hissettiğinde durup bekledi, hemen sonra yaklaşmaya devam etti. Liao, adamın gözlerinin siyah bir bez parçası ile bağlı olduğunu gördü. Bu adam kördü. "İyi günler kardeşim," dedi Liao. Ancak bu normal bir kör adam değildi. Liao'nun, diğer adamın etrafı tanımak için yürümesi gibi bir gözlem yapmaya ihtiyacı yoktu. Adam zaten adaya kadar gelebilmişti, bu bile anlamak için kendi başına yeterliydi. "İyi günler," diye cevapladı adam. Birbirimizi on iki yıldır görmüyoruz." "Lütfen girin ve ısının. Pai Sifu yakında dönecek." Liao kenara çekilip kör adamın geçmesine izin verdi. Adamın kulübeye, olası bir saldırıyı kontrol ediyormuşçasına, dikkatlice girdiğini fark etti. Aynı zamanda adamın gücünün hocasınınkine benzer bir titreşimi olduğunu da hissetti. Ellinci Seviye'nin üzerinde olmalı diye düşündü Liao. Ustasından daha ileri olması mümkün olabilir miydi? Odada başka kimse olmadığını hissettiğinde, adam minnetle ateşin başına oturdu ve ellerini ısıtmaya başladı. Adam seksenlerindeydi, aşağı yukarı hocasıyla aynı yaştaydı. "Size çay ikram edebilir miyim Bay...?" diye sordu Liao. "Ah, Lim. Adım Lim. Evet, lütfen. Fazlasıyla minnettar olurum." Liao çayı demlerken, "Pai Sifu'yu nereden tanıyorsun?" diye sordu. "Ah, söylediğim gibi, on iki yıl önce tanıştık. Mevcut gücümü... ona borçluyum."
"Anlıyorum. Siz de onun soyundan bir öğrencisi misiniz?"
"Hayır. Onun kadar eski ve güçlü olan başka bir okulda eğitim aldım." Liao adama bir fincan sıcak çay uzattı. Lim zevkle çayını yudumladı. "Teşekkür ederim," dedi. "Böyle soğuk bir günde çay iyi geliyor."
"Evet, öyle. Oldukça yüksek bir seviyeye ulaştınız, değil mi efendim?"
"Evet. Bu uzun bir zaman ve büyük bir adanmışlık gerektirdi ancak on yıllık çetin eğitimimin ardından şu anki halime ulaşmayı başardım. Sanırım ustan mevcut gücüme oldukça şaşıracak."
Liao gözleri örtülü yüze baktı. "Şaşırabilir belki, peki memnun olacak mı?" diye sordu sonunda.
Adam fincanını bıraktı. "Adın ne?" diye sordu Lim.
"Liao Tsu Tong."
"Liao Tsu Tong, eğer biz savaşırken araya girmezsen, bana ikram ettiğin çayın minnettarlığıyla senin hayatını bağışlarım."
"Ondan neden bu denli nefret ediyorsunuz?"
Adam gözlerindeki bandajı çözdü, örtünün ardındaki iki boş göz çukuru ortaya çıktı. Bu bir şeytanın yüzüydü.
"Benden gözlerimi aldı. Onu affedemem," dedi Lim.
"Anlıyorum," dedi Liao. "Ben de hayatımı intikam peşinde harcadım. Pai Sifu'ysa cezalarında hep adil olmuştur. Böyle bir hükmü hak etmek için ne yaptınız?
"Bu önemli değil."
"Taabii ki önemli! Tanrı'nın adaletini anlamak gerekir."
"Ya? Peki, sen intikamını alırken Tanrı'nın adaletini mi izledin?" Liao başını çevirdi.
Kör adam alaylı bir biçimde güldü. "Sanırım yapmadın," dedi Lim. "Hem Pai Lok Nen kim ki Tanrı adına konuşsun? Bütün Çin gibi ben de senin adına aşinayım, Liao Tsu Tong. Yine de şimdiye kadar senin Pai'nin öğrencisi olduğunu bilmiyordum." Liao işkence görmüş yüzü inceledi. "İsmimi tüm Çin'in bildiğini söylemekle ne kastediyorsunuz?"
"Eğer nazik davranarak biz savaşırken araya girmezsen, ne kastettiğimi anlaman için yaşamana izin veririm."
"Ben kendi davranışlarımdan zaten pişmanım. On iki yılın ardından öfkeniz zamanla hiç hafiflemedi mi?" diye sordu Liao.
"Zamanla hafiflemek mi? Bir bebek misin ki bana böyle sorular soruyorsun? Çalışmaktan başka bir şey yapmayarak, onu bulup intikam almak dışında bir şey düşünmeyerek hayatımın on yılını feda ettim. Onu bulmam iki yılımı aldı. Bu bölgenin halkı, bütün bu budalalar onu korudu. Hiç kimse sorularımı yanıtlamadı! Ama en sonunda onu buldum."
"Peki, suçunuz neydi?"
Adam sessiz kaldı. "Sen hem çok cesur hem de çok aptal bir adamsın. Ben komşu eyaletin komutanıydım. Birliklerim çevredeki şehirlerden haraç alırlardı. Bir noktadan sonra aç gözlü olmaya başlamıştım ve yaşlı bir adam Pai Lok Nen'den yardım istedi. Birliklerim yok edildi ve gözlerimden oldum."
"Hak ettiğinizi almış gibisiniz."
"Belki. Fakat yargılamak sana, Pu Siang'ı yok eden kişiye düşmez."
"Canınızı bağışlamış. Merhametliymiş."
Lim'in avucundaki çay fincanı bir anda un ufak oldu, sıcak çay aşırı ısınmış gibi kaynayıp buharlaştı. Liao o an kendi hayatı için endişe etti. "O beni binlerce defa öldürdü!" diye kükredi Lim. "O çok güçlüydü ve beni güçsüzleştirdi! Her ne istesem, bir kadın ya da mücevher, her zaman sahip olurdum! Kendi topraklarımın kralıydım fakat o beni bir dilenciye çevirdi!"
Liao oturduğu yerde hareketsiz kaldı. Biraz sonra Lim sakinleşti ve ateşe doğru döndü. Gözlerini yeniden bandajla bağladı. "Biraz daha çay ister misiniz? diye sordu Liao. "Fincanınızı kaybetmiş gibisiniz." Lim güldü. "Evet, şüphesiz ki sen çok cesur bir adamsın. Aslında bir fincan daha isterim. Liao ayağa kalktı ve küçük bir dolaba yaklaştı. Bir fincan alıp Lim'e çay ikram etti. "Biliyorsunuz," dedi Liao, "Pai Sifu eskisi gibi değil." "Ne demek istiyorsun?"
"Bir savaşta sakat kaldı. Bacaklarından birini kullanamıyor ve artık bir değnekle yürüyor."
"Hmm. Düşmanları olmalı. Onu başkasının öldürmediğine, bu işi bana bıraktığına memnun oldum."
"Evet, ancak Sifu eskiden olduğu gibi bir usta değil. Yaşlandı, artık sakat ve gücünü yitirdi."
"Gerçekten genç ve aptal mısın yoksa sadece beni kaderimden ve sabrımdan vazgeçirmeye mi çalışıyorsun? Bunun onun fiziksel durumuyla bir ilgisi olmadığını benim kadar iyi biliyorsun! Eskiden olduğu gibi güçlü olmalı. Üstelik ondan öylesine nefret ediyorum ki, ölmüş olsaydı bile onun mezarını yok eder ve cesedine küfürler ederdim." "Anlıyorum. Sizin için üzülüyorum, bay Lim. Böyle bir kini yaşamış biri olarak bu kurdun insanın ruhunu nasıl kemireceğini biliyorum. Huzur bulabiliyor musunuz?"
Adamın vereceği cevap, yaklaşmakta olan birinin sesi yüzünden kesildi. Her ikisi de ağır adımları ve değneğin ritmik vuruşunu duymuştu. Lim hızla ve kolayca ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Liao'yu da arkasındaki duvara itti. "Araya girme yoksa..." diye fısıldadı Lim, "Söylediklerimi aklında tut." Assam yakacak odun taşıyordu ve yaşlı adam yükü yüzünden yürümekte zorlanıyordu. Sırtındaki odun yükünü gevşetti ve yavaşça yere, bahçenin köşesine bıraktı, hala iplerle bağlı olan odunları bir araya topladı. Odunları Liao için bir de evin içine getirmesi artık fazla olacaktı. O sonradan görme çocuk, kendisinden neredeyse elli yaş gençti ve neticede büyüklerine biraz olsun hürmet etmesi gerekiyordu. Liao istedi diye gidip odun toplaması yeterliydi, genç bir serseri için bütün öğleden sonrasını harcamış olması zaten fazlasıyla kötüydü. Kulübenin içindeki Liao adamın girişteki silüetini gördü. Olacaklar hakkında yanlış bir kanısı yoktu ve Lim'in de adamın yaklaşmakta olduğunu hissettiğinin farkındaydı. Lim önünde duruyordu, ona arkasını dönmüştü, yüzü kapıya bakıyordu. Adam savaşmaya hazırdı. Muhtemelen, Liao da... Kırkıncı Seviye'deydi, Lim'in çok daha ileri olduğunu da biliyordu. Yine de işe yarayabilir, diye düşündü. "Dikkat et! Bu bir tuzak! diye Assam'a bağırdı ve aynı anda tüm gücüyle Lim'in böbreklerine ( sadece bir metrelik mesafeden ) vurdu. Darbenin etkisiyle adamın öne fırlamasını umuyordu, bu durumda ona ardı ardına vurabilirdi. Ancak hiçbir şey olmamıştı. Lim etkilenmemişti. Liao bir saniye içinde, aklına gelen en ahlâksız küfürlerle bu duruma lanetler savudu. Lim'se vakit kaybetmeden bir kasırga gibi hızla atıldı. Arkasındaki Liao'ya bir tekme attı. Liao duvarın içinden geçerek dışarıdaki bahçeye fırladı ve bilincini kaybetti. Aynı anda avucunun ortasında ürettiği enerjiyle hemen hemen beş metreden Assam'ı üç defa vurdu. Assam ilk darbeyle hemen ölmüştü ancak Lim, Pai Lok Nen'in bu kadar çabuk yenileceğine inanamadığından onu tekrar tekrar vurdu ( Gerçekten Liao'nun, Assam'ın Pai Lok Nen olduğuna Lim'i inandırma taktiği işe yaramıştı). Liao kendisine geldiğinde ustası başındaydı. Sabah olmuştu. Gece boyunca baygın yatmıştı. Pai Sifu, "İyi misin?" diye sordu.
Liao doğruldu ve birkaç kez öksürerek kan tükürdü. "Sanırım," dedi. "Neden bilmem ama benim yaşamama izin verdi. Ya Assam?"
"O öldü. Peki, bunu kim yaptı?"
"Lim. Adının Lim olduğunu söylemişti."
"Lim mi? Lim adında kimseyi tanımıyorum."
Liao öfkelenmişti. Görünüşe göre ustası o kadar çok yağmacı öldürmüştü ki bu çarpışmaların ayrıntısını hatırlamıyordu. "Kördü. Gözlerini senin aldığını söyledi." Pai Lok Nen şaşırmıştı. "O mu? Şu komutan? Evet, tabii ya, ismi Lim'di. Doğru, şimdi hatırlıyorum. Ama nasıl? Demek istediğim, savaştığımızda da çok yüksek seviyedeydi ama bu kadar da değildi."
"Kin."
"Efendim?"
"İdmanlarda onu nefreti ateşlemiş olmalı."
Pai konuşmuyordu. Sonunda, "Elbette," dedi. "Onu hayatta bırakmamalıydım. Sanırım merhametim yüzünden pek çoğu acı çekiyor. Bazı insanlar kurtarılamaz. Liao bacakları titreyerek ayağa kalktı. Darbeyle savrulduğunda duvardan geçen bedeninin oluşturduğu deliği gördü. Pai Sifu, "Assam için yardım et," dedi sertçe. Adamın cesedine yaklaştı. Ondan geriye sadece pelteleşmiş bir kütle kalmıştı. "Taktiğin neden işe yaradı biliyor musun?" diye sordu Pai Sifu. "Belki. Sanırım körlüğü konusunda birden çok takıntısı vardı."
"Hayır. Bunun nedeni Lim'in Ellinci Seviye'den ileri olmasıydı. Böyle bir adamdan çıkan enerji, kemik iliğinden geçerek kemikleri unufak eder. Assam en az üç dört defa vurulmuş. Gördüğün gibi ondan geriye pek bir şey kalmamış. Kafası lapaya dönüşmüş, Lim cesedin bana mı yoksa bir başkasına mı ait olduğunu anlamak için inceleyemezdi."
"Anlıyorum."
"Neden onu Assam'ın ben olduğuna inandırarak kandırdın?"
"Doğrusunu istersen Sifu, ondan korktum ve hanginizin daha güçlü olduğunu kestiremedim."
"Ve Assam'ın hayatını feda etmenin önemsiz olacağını düşündün, öyle mi?"
"Sizinkinden önemli değildi, Sifu."
"Anladığım kadarıyla kendi hayatını da önemsemedin."
"Bu benim görevimdi, Usta."
Assam'ın cesedini gömdüler. Biçimsizliği yüzünden onu taşımak zor olmuştu. Yaşlı adam devasa, ölü bir omurgasıza dönüşmüş gibiydi. Pai bir gü boyunca sessizdi. Akşam olduğunda ateşin başına oturdular. Pai Lok Nen, Liao'ya büyük bir kitap ve parşömen uzattı. "Bu kitapta Yetmiş İkinci Seviye'ye kadar ilerlemek için gerekli olan içsel gücün sırları var," dedi Sifu. "Parşömendeyse benim varisim olduğun belirtiliyor. Artık Pa Lei Chuan ( sekiz türlü thunder boksu ) okulunun ustası sensin. İster burada kal, istersen git. "Lim'in peşinden gidiyorsun, öyle değil mi?"
"Bu benim vazifem. Yeryüzüne bir canavar saldım ve eylemlerimin sonuçlarıyla yüzleşmeliyim. Eğer sormaya niyetlendiğin buysa, benimle gelmeni yasaklıyorum.
"Usta..."
"Bunu yasaklıyorum!"
"Ama tabii ki," diye devam etti John, "Liao Sifu onu dinlemedi. Pai Sifu ayrıldığında, hocasını uzaktan anak izini kaybetmeden, belli bir mesafeden takip etti. Pai Lok Nen'in bir haftasını alsa da, sonunda Lim'i buldu. Bir ormanda karşılaştılar. Liao Sifu yakındaydı ancak ortaya çıkmaya cesaret edemedi."
Hocam çayından bir yudum aldı.
"Üç gün üç gece savaştılar," dedi yumuşak bir tonla. "En sonunda her ikisi de, Elli Birinci Seviye'de eşitlenmişti. Mücadeleleri esnasında çevrelerindeki ormanı yok etmişlerdi, ancak yine de birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. Kadim tanrılar gibi birbirlerine yıldırım ve şimşekler fırlatarak savaştılar, Kosta. Nihayet, dördüncü günün sonunda Pai Sifu'nun gözü döndü ve Çincede anlamı "Tek ayak üstündeki Altın Horoz" olan Ching Tjik Tue Lik tekniğini kullandı. Bu hareketi sana dün göstermiştim. Oldukça tehlikeli olan bu teknikle tek hamlede üç noktayı vurabilirsin, ancak bunun için rakibinin vurabileceği kendi zayıf noktalarını da açman gerekir. Lim, bu üç saldırının ikisini engelleyebilmişti. Ancak üçüncü darbe onu göğsünden vurdu. Her nasılsa, aynı anda Pai Sifu'yu göğsünden vurmayı da başarmıştı. Her ikisi de düştü ve kalkmadı. O anda Liao Sifu saklandığı yerden çıktı, söylediğim gibi o zamana kadar müdahale etmeye cesaret edememişti.
"Kırkla Ellinci Seviye arasında bu kadar fark var mı?" diye sordum.
"Evet, Yirmiyle Otuzuncu ve Otuzla Kırkıncı Seviye arasında olduğu gibi," diye yanıtladı John. "Orman sanki bombalarla imha edilmişti, Kosta. Liao Sifu yerde yatan bedenleri kontrol etti. Lim ölmüştü, ancak Pai Lok Nen hayattaydı. Liao Sifu, Lim'i gömdü ve Pai Sifu'nun başında kalıp onu iyileştirmeye çalıştı. Tüm çabasına rağmen Pai Lok Nen öldü. Liao Sifu onu gömdü ve kırk gün bölgede kaldı, daha sonra yola çıktı."
"Nereye gitti?" diye sordum.
"Onu bekleyen bir sürpriz vardı," dedi John. Yakınlardaki büyük bir şehre gitti ve orada meşhur olduğunu gördü. Devlet onun kellesine ödül koymuştu. Çin'de en çok aranan suçluydu."
"Köy katliamı yüzünden," dedim.
"Evet. Üzerinde resminin olduğu afişler her yerdeydi. Önce Jiangsi'deki Nanchang şehrine kaçmak zorunda kaldı, orada bir süre kaldıktan sonra Çin'den de kaçtı. Sonunda meteliksiz bir mülteci olarak Java'ya yerleşti.

-Java Büyücüsü-
Resim
Cevapla

“Kitaplar” sayfasına dön