Değerli arkadaşlar sitemizi ziyaret ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Forumu güncel tutmaya ve olabildiğince ilgilenmeye çalışıyoruz. Sitemize girince üye olup ilgilendiğiniz manga konularına mesaj atarsanız seviniriz.

MangaTurk Kültür Köşesi

Bu forum ciddi olan ve Anime/Manga haricinde her türlü tartışma konusu içindir Anime ve Mangadan uzak durun...kendinizi derin ve anlamlı sohbette bulun.
Kullanıcı avatarı
Xadexia
Mesajlar: 826
Kayıt: 04 Ara 2011 22:47
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: naruto, bleach, the breaker, the breaker NW, unbalance x unbalance Sun Ken Rock, HSD Kenichi, Fairy Tail, OP, FMA, Noblesse, Gamaran, Hellsing,, Veritas
Favori Anime: Naruto, Death Note, FMA, Elfen Lied, Bleach, Hellsing, Kenshin, Basilisk..
Konum: Ranzanın Alt Katında..

Öğrenilmiş çaresizlik..

>Bir laboratuvarda deney yapiliyor. Icinde bir buyuk ve cokca kucuk baligin oldugu kocaman bir akvaryum konuyor. Haliyle, buyuk olan aciktikca kucukleri yiyor... Daha sonra akvaryumun ortasina dikey bir cam yerlestiriliyor .Boylece akvaryum ikiye ayriliyor. Buyuk balik bir tarafa kucuk baliklar da diger tarafa yerlestiriliyor. Buyuk balik cam bolmeyi gecmek ve kucuk baliklari yemek icin defalarca deneme yapiyor. Bu durum tam 28 saat boyunca suruyor. 28 saatin sonunda buyuk balik artik diger tarafa gecmek icin mucadele etmeyi birakiyor.Deneyin sonunda cam bolme kaldiriliyor. Cok ilginc bir sey oluyor !!!
Buyuk balik kucukleri yemek icin hicbir hamle yapmiyor. Saatler gectigi halde onlari yemedigi goruluyor.
>Buna psikolojide "Ogrenilmis Çaresizlik" deniyor.
>
>
> Istatistiklere gore bir cocuk ergenlik yasina
>gelinceye kadar ortalama 148.000 defa anne babasinin, "yapma; elleme,
>dokunma," gibi sozlerini duyuyor. Boyle olunca da cocukta
>buyuyunce " yapamama", "edememe" ozellikleri
>gelisiyor ve ozguvenini yitiriyor.

Diyeceğim odur ki kafanızı çalıştırın mal gibi yaşamayın.. Düşünün düşündürün, kimse gerizekalı doğmuyor.. Ha bide bu örnekler çoğaltılabilir.. Azcıkta dikkatli olun, bende bu tür bi çocukluk yaşadım hatta beterini ve ceremesini çekiyorum.. Ayık olun amk..
Resim
► Spoiler Göster
[/align]
► Spoiler Göster
[/align]
Kullanıcı avatarı
Xadexia
Mesajlar: 826
Kayıt: 04 Ara 2011 22:47
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: naruto, bleach, the breaker, the breaker NW, unbalance x unbalance Sun Ken Rock, HSD Kenichi, Fairy Tail, OP, FMA, Noblesse, Gamaran, Hellsing,, Veritas
Favori Anime: Naruto, Death Note, FMA, Elfen Lied, Bleach, Hellsing, Kenshin, Basilisk..
Konum: Ranzanın Alt Katında..

Reenkarnasyon..

Olabilecek en sikko şeydir bu reenkarnasyon, bunu demek içinde şakirt olmanıza gerek yok..

Reankarnasyon, yani başka bir deyişle yeniden dünyaya gelme, gizemci ve ruhsal bir olaydır. Ölen birinin ruhunun başka bir vücutta yeniden hayat bulacağı inancı dünyanın en eski ve yaygın inançlarındandır. Bu inanca göre ruh 2 kere veya birkaç kere doğar ve önceki hayatını hatırlamaz. Howard Carter ve Lord Carnavon tarafından Mısır firavunu Tutanhamon'un (Tut-Enkh-Amun'un) mezarı ve hazinesi bulundu. Bu keşif hakkında bir çok yazı yazılmış, Carter'in düşünceleri ve anlattıkları defalarca yayınlanmıştır. Bu yazıların içinde en ilginç olanı ise Carter'in anlattığı bir olaydır. Carter mezarın kapağını açtığında faravunun üzerinde bir demet kır çiçeği görüyor. Çiçeklerin doğal renklerini korudukları onu hayretler içinde bırakıyor ve o zaman Carter bin yılın sadece kısa bir an olduğunu düşünüyor. Carter'e göre vücut, ölümsüz olan ruhun bir giysisidir. Bir vücutta bulunan ruh kendi görevini yerine getirdikten sonra vücut ölür ve ruh başka bir vücuda göç eder. Carter araştırmaları sonucu bir insanın daha önceki hayatında kim olduğunu ortaya çıkarabilecek bir metot bulur. Bu metoda göre doğum tarihini bilen her kes bir önceki hayatta kim olduğunu öğrenebilecektir. Öncelikle doğum yılınıza göre anahtar harfinizi bulacaksınız. Daha sonra önceki hayatınızdaki cinsiyetinizi, işinizi, oturduğunuz ülkeyi belirleme şansınız olacak.Karma doktrinine bağlı olarak tenasuh, yani ruhun bir bedenden ötekine geçtiği inancı doğdu. Böylece ölümden sonra devamlı var olma, ruhun bedenden ayrı olduğu fikri gelişmiş oldu. Bu inanışa göre, ruh kendi derecesi içinde yüksek veya alçak olarak doğar. İnsan yaptıklarına göre hayvan, bitki, insan veya tanrı şeklinde doğar. (Buna göre insan kendi kaderinin mimarıdır.) Bu doğuş, bir sebep sonuç ilişkisi içinde gerçekleşir. Manevi ve ahlaki karşılık, yani yapılanların sonucu ruhun tenasuhu ile mümkün olur. Sonraki hayatta mutlu olmak, doğru harekete bağlıdır. Her şahıs, işlerinden sorumludur. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Devamlı yeniden doğuşlarla insan, arzularına ulaşır, devamlı bir tatmin elde eder. O, tanrı Brahma'da yaşar. Bu inanışın Hintliyi kuvvetli bir iyimserliğe ulaştırdığı ileri sürülmektedir.1 Görüldüğü gibi, Karma'da ahiret inancı yoktur; bunun yerine sürekli ölüp, tekrar dünya hayatında aynı ruhla, fakat yeni bir bedenle dirilme inancı vardır. Ancak bu, Allah'ın Kuran'da bildirdikleri ile çelişen, batıl ve sapkın bir inançtır. Bu felsefede dikkat çeken bir başka sapkın inanç ise, insanın bir ilah olarak da doğabileceğine inanılmasıdır. Bu, tarih boyunca inanılan en batıl ve gerçek dışı iddiadır. Böyle bir iddia açıkça Allah'a şirk koşmak anlamına gelmektedir. Oysa açıktır ki, hiçbir insan ilah olamaz; tek bir İlah vardır ve O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Tüm kainatın ve canlıların sahibi, yaratıcısı, koruyucusu ve ilahı Allah'tır. O'nun eşi ve benzeri yoktur. Rabbimiz olan Allah, bu gerçeği Kuran'ın İhlas Suresi'nde şöyle bildirir: De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1- 4) Bunun dışında bir inanca sahip olanlar doğru yoldan sapmışlardır ve dünyada da ölümden sonraki hayatta da zarardadırlar.
Resim
► Spoiler Göster
[/align]
► Spoiler Göster
[/align]
Kullanıcı avatarı
Diabolus Ipsum Amans
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesajlar: 12053
Kayıt: 18 May 2010 22:56
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas
Favori Anime: One Piece
Konum: OutLanD
İletişim:

Her Türk gençi şu sitede yazan şeyleri okumalı, özümsemeli. Çapulcu yavşaklara pirim vermemlidir.

http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/ozet/index.html
Betrayer... In truth, it was I who was betrayed. Still, I am hunted. Still, I am hated. Now, my blind eyes can see what others cannot.
Kullanıcı avatarı
Xadexia
Mesajlar: 826
Kayıt: 04 Ara 2011 22:47
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: naruto, bleach, the breaker, the breaker NW, unbalance x unbalance Sun Ken Rock, HSD Kenichi, Fairy Tail, OP, FMA, Noblesse, Gamaran, Hellsing,, Veritas
Favori Anime: Naruto, Death Note, FMA, Elfen Lied, Bleach, Hellsing, Kenshin, Basilisk..
Konum: Ranzanın Alt Katında..

Öncelikle bu konu için farklı bi topic açsam mı diye düşündüm ama sonrasında buraya açmayı uygun gördüm, varsa yanlış bişey modlarında yardımıyla uygun şekilde düzeltmeye çalışırız..


ABD ve İsrail'in Arkasındaki Asıl Güç, ''Rockefeller Ailesi''


Resim



DÜNYAYI YÖNETEN ADAMIN HİKAYESİ
Cezmi Yurtsever

Dünyadaki Küresel güçlerin başkanı olarak bilinen David Rockefeller, kimlik kartında kendisini “Dünya Devlet adamı” olarak ilan etti.. ABD’nin süper güç olarak dünyayı yönetmesinin arka planındaki organizasyonlarda onun imzası vardır. ABD’de 20’yi aşkın çok uluslu şirketin koordinasyonunu yapar, yönlendirir. Irak’taki gelişmelerden de o sorumludur.



Resim



O’nun hayat hikâyesi, kim olduğunu, neler yaptığını gözler önüne serer. Kimliği belirsiz birisi değildir. 1915 yılında New York’ta doğan ve X’in not defterindeki bilgilere göre 2007 yılı içinde yaşamaya devam eden Amerikalı iş adamı. O'nun kimlik kartında “Önde gelen banker, hayırsever, dünya devlet adamı” olduğu sözleri yazılı. Ünlü Standart Petrol tröstü’nün kurucusu ve 19. yy sonlarında ABD ve dünyanın en zengin iş adamı olarak gösterilen John D. Rockefeller’in torunu. Çocukluğunu New York yakınlarında dedesinin malikanesinin bulunduğu Kykuit’teki şatoda geçirdi. 1936 yılında Harvard Üniversitesini bitirdi. Mezuniyet tezi olarak Fabian Sosyalizmi konusunu seçmişti. Dedesinin iştiraki bulunan Chase Manhattan bankasında müdür yardımcı olarak göreve başladı. 1940 yılında Chicago Üniversitesinde doktorasını “Kullanılmayan kaynaklar ve Ekonomik İsraf” konusu üzerine yaptı. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Amerikan ordusunda görev aldı. Kuzey Afrika ve Fransa’daki askeri harekatlara katıldı. Askeri harekatlarda istihbarat şefliği görevini başarı ile yürüttü.



Resim




Savaş sonrası ülkesine döndü ve Rockefeller Merkezi (Rockefeller Center) binası 5600 no'lu odada aile mensupları ile birlikte iş bölümü yaparak çalışmaya başladı.

1949 yılında DIŞ İLİŞKİLER KONSEYİ’ne sekreter olarak girdi. Bahsi geçen Konseyin İngilizce açılımı “Council of Foreign Relations” idi. Ve kısaca CFR kod ismi ile kamuoyunda tanınıyordu. Aslında CFR’yi yıllar önce 1921 yılında dedesi petrol zengini John D. Rockefeller tarafından kurulmuştu. CFR’ye ABD’nin önde gelen şirketlerinin yöneticileri ve devletin üst düzey politikacıları üye idi. Görünüşte bir düşünce egzersizi "think-thank” kuruluşu idi.

CFR, II. Dünya Savaşı'ndan sonra başkan Truman’ın geliştirdiği doktrin çerçevesinde Batı Avrupa’nın yeniden restorasyonu/ ekonomik güçlendirilmesi çalışmalarına destek verdi. Türkiye ve Yunanistan’da program içine alındı. Marshall yardımı bu çerçevede devreye sokuldu.



Resim


Resim





Genç Rockefeller, 1946 yılında Chase Manhattan Bank’ın yönetim kuruluna girdi. Banka’nın gizli ismi “Rockefeller bank” olarak biliniyordu. Chase, kısa zamanda dünyanın her yerinde 1000 yerel banka ile ilişkilerini geliştirdi. Ve Chase’nin 1960 yılında başkanı oldu. Chase’nin kuruluşu çok eskilere 1798 yılına gidiyordu. New-York’un Manhattan mahallesinde kurulan ve gelişen Chase, 1930’lu yıllardan sonra Rockefeller ailesinin petrol devi Standart’ın parçalanması ile ortaya çıkan şirketlerin sermayesi ile kısa zamanda büyüdü. 1950’li yıllarda Chase’nin kontrolü, yönetimi David Rockefeller’in elinde idi. Aynı yıllarda ABD’nin bir başka bankası National CITY Bank New-York, David Rockefeller’in amcası William Rockefeller’in elinde büyümüş, ABD’nin en büyük bankaları arasına girmişti.

David, 1969-1981 yılları arasında “Chase”nin Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Bankanın hisse senetlerinin tek başına %-1.7 hissesini elinde bulunduruyordu. Ve Chase Manhattan Bank, 1996 yılında ABD’nin önde gelen finans ve yatırım kuruluşu JP Morgan ile birleşme kararı aldı. 2000 yılında birleşme gerçekleşti. Yeni oluşum bankanın ismi de “JP MORGAN and CHASE” olarak seçildi. . JP MORGAN, 2004 yılında ABD’nin en büyük bankası idi. 2007’nin ilk çeyreğinde JP MORGAN’ın geliri 19 milyar dolar idi ve bunun 4.9 milyar doları net kazanç idi. En önemli hissedar da David Rockefeller'di.




Resim




Dünya Bankası: II. Dünya Savaşının sonlarına doğru 1944 yılında Fransa’nın acil ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak için ABD yönetimi 250 milyon Frank para ayırdı. Kısa süre sonra Aralık 1945 içinde Dünya Bankası kuruldu. 2000’li yılların başlarında dünya Bankası’nın üye ülke sayısı 185’e çaktı. Birleşmiş Milletler ile koordinasyon içinde kurulan Dünya Bankası, istekte bulunan ülkelere kredi verdiği kadar ekonomik kalkınma programlarına da danışmanlık yapar.Dünya Bankası’nın kuruluşundan itibaren görev alan 3 Başkan, Mc CLOY, Eugene Black, George WOODS, ve son zamanlarda görev alan Wolfenson Rockefeller ailesinin elindeki Chase Manhattan Bankasında çalışmışlardı. Dünya Bankası, ihtiyaç duyduğu para ve kredinin en önemli kaynağı olarak Rockefeller ailesine bağlı şirketler ve bankalardı. Bir bakıma Dünya Bankası’nın yönetimi de Rockefeller’in elinde idi.




Resim




IMF: Türkçe açılımı Uluslararası Para Fonu, olan IMF, Aralık 1944 tarihinde kuruldu. Yönetim merkezi ABD’nin başkenti Washington’dadır. Küresel Finansal Sistemi, faizleri ve ücret dengesini ayarlar. Borç verilen ülkelerin ekonomisini denetler. IMF’nin de katılımcı destekleri arasında ABD’nin büyük şirketleri öncelikle Rockefeller ailesi vardır.


Resim





Birleşmiş Milletler: II. Dünya Savaşından sonra kuruldu. Dünyada barışı korumak, sağlık ,eğitim, ekonomik alanlarda gelişmelere öncülük etmek için kurulmuştu. X, Birleşmiş Milletler tarihi üzerinde yaptığı araştırmaların bir yerinde “United Nations” sözcükleri ile yazılan dünyanın en etkin barış-kalkınma kuruluşunun simgesi üzerinde araştırmalarını sürdürdü. Orta yerde dünya haritası, kıtalar ve denizler küresel bir biçimde gösteriliyordu. Ama dünyanın etrafında ise yeşil yapraklı ağaç dalları vardı. Aşağı kısımda kanatlarını açmış bir kuş uçuyordu. Aslında görülen barış sembolü zeytin dalı değil, masonların öncüsü Hiram Usta efsanesinde anlatılan akasya dalı idi. Bilindiği gibi Süleyman tapınağı inşaatının son zamanlarında ustalık sırlarını öğrenmek isteyenler Hiram Usta’yı öldürmüşler ve onu bir akasya ağacının altına gömmüşlerdi. Ağaçtaki yaprak sayıları da ilginçti. Ve 13 sayısı yaprak sayısına denk geliyordu. Kanatlarını açmış kuş ise masonların büyük önem verdiği efsanevi “Anka kuşu” (Phoenix) idi. Düşüncelerini böyle yazdı X…

Rockefeller ailesinin kontrolündeki Chase’de başkanlık yapan Joseph Verner Reed, 1987 yılında Dünya Bankasında görev aldı. Ve aynı zamanda Birleşmiş Milletler Sekreteri’nin Siyasi İşler yardımcılığı görevine getirildi.

Zaman hızla akıp gidiyor… Dünya genelinde hayal edilen ideal demokrasiye kavuşmak mümkün değil. Açlık, savaşlar,çevre sorunları, sağlıkta yaşanan acılar, geri kalmış ülkelerdeki ekonomik ve eğitim sorunları sürüp gidiyor. Ama gelişen ülkelerin “Süper gücü” ABD’nin yönetiminde söz sahibi olan KONSEY ise insanoğlu’nun kaderine yön verecek çalışmalarını eksiksiz yapıyor.

CFR veya KONSEY, ABD’nin seçkin dış politika uzmanları ve ekonomik kuruluşlarının bir araya geldiği düşünce, planlama, eylem topluluğudur. Rockefeller ailesinin desteğiyle 29 Temmuz 1921 tarihinde New York’ta kuruldu. ABD’nin deniz aşırı ülkelerdeki çıkarlarını koruma ile ilgili düşünceler burada konuşuluyor ve yönetime tavsiye ediliyor.

Rockefeller ailesinden petrol dolar milyarderi John D. Rockefeller’in aynı adı taşıyan oğlu, 1940’lı yılarda Konsey’in en büyük finans destekçisi oldu. Torun, aynı zamanda Rockfeller ailesinin yetiştirdiği David Rockefeller, 1949 yılında Konsey toplantılarına katıldı ve David Rockefeller, 1970-85 yılları arasında CFR’nin başkanı oldu. Henry Kissinger de önemli projeleri hazırlayan danışman-uzmandı. David, uzun süre CFR’nin başkanlığını yürüttü. 2007 yılı içinde Peter Peterson başkanlık görevindeydi. Ama David Rockefeller, “Fahrî Başkan” olarak perde arkasında yönetici-yönlendiricilik görevini devam ettiriyor.

CFR veya Konsey, ABD’nin küresel dış politikasına yön verir, yönetimin üst kademesinde görevli politikacılar ve şirketlerin temsilcileri toplantılara katılır.




CFR’nin Tarihinde Üye Olan Ünlüler

Albert Wohlstetter
Allen Dulles
Arthur Schlesinger
C. Douglas Dillon
Casper Weinberger
Charles Peter McColough
Conrad Black
Dean Rusk
Eugene Rostow
Felix Rohatyn
John Foster Dulles
John D. Rockefeller 3rd
John J. McCloy
George Kennan
Gerald Ford
McGeorge Bundy
Nelson Rockefeller
Paul Nitze
Paul Warburg
Robert Lovett
Robert McNamara
Roberta Wohlstetter
Sergei Karaganov
Strobe Talbott
Walt Rostow
William Bundy
Önde Gelen üyeler

Adam Wolfensohn
Alan Greenspan
Alice Rivlin
Angelina Jolie (UN Goodwill Ambassador)
Barbara Walters
Bill Clinton (former U.S. President)
Brent Scowcroft
Charles Prince (banking)
Charlie Rose (journalist, media)
Chris Heinz (politics, banking)
Colin Powell
Condoleezza Rice
David Rockefeller, Jr
Dick Cheney
Edgar Bronfman
Ethan Bronner
Fred Thompson
George Shultz
George Soros
Henry Kissinger
Henry Paulson
Irving Kristol
Jack Welch
James D. Wolfensohn
James Woolsey
Jimmy Carter
John C. Whitehead
John D. Negroponte
John D. Rockefeller, IV
John Edwards (politics)
John Kerry (politics)
Jonathan S. Bush - George W. Bush's First Cousin.
Jonathan Soros
Karenna Gore Schiff
Lawrence Eagleburger
Lesley Stahl (media)
Leslie Gelb
Madeleine Albright
Mikhail Fridman (International Advisory Board member)
Paul R. Krugman
Paul Volcker
Paul Wolfowitz
Peggy Dulany
Robert M. Gates
Robert Zoellick
Roger W. Ferguson, Jr.
Ron Silver (actor)
Stanley O'Neal (banking)
Steve Brock (U.S. navy)
Steven Weinberg
Thomas Friedman
Tom Brokaw (media, anchor)
Vernon Jordan
Warren Christophe
Warren Hoge
Zbigniew Brzezinski





Üye Şirketler / Gruplar / Tröstler

Alcoa:1886 yılında kuruldu. Alüminyum üretiminde tekeldir. Geliri (2006 yılı içinde) 30.4 milyar dolar, net geliri: 2.248 milyar dolardır. Eleman sayısı 129.000.

AMERICAN International Group: Merkezi New York'tadır. Sigorta Finansal hizmetler alanında çalışır. 2006 geliri: 113.194 milyar dolar, Net geliri: 14 milyar dolar, eleman sayısı:97.000

Bank of America: ABD’nin en büyük bankasıdır. İtalyan Bankası olarak kurulmuştur. Geliri: 117.017 milyar dolar, net gelir: 21.13 milyar dolar, eleman sayısı: 176.638

Bloomberg: 1981 yılında kuruldu. Finans haberleri ve dünya veri şirketi olarak kuruldu. 2006 karı:4.7 milyar dolar. Eleman sayısı:9.400

Boeing: 1916 yılında Seattle'de kuruldu. Havacılık ve Savunma alanında hizmetler verir. Geliri:61.5 milyar dolar, net geliri: 2.2 milyar dolar, eleman sayısı: 153.000

BP: İngiltere kaynaklı petrol ve gaz şirketi. Kuruluş tarihi 1908’dir. 2006 yılı karı:274.316 milyar dolar. Net karı: 22.286 dolar, eleman sayısı: 115.000’dir.

Chevron: 1879 yılında Kaliforniya’da kuruldu. Petrol, gaz ve petro kimya alanında çalışır. 2006 geliri: 204.892 milyar dolar, net kar: 17.138 milyar dolar, elaman sayısı da 62.000.

Citigroup:1812 yılında New York’ta kuruldu. 20. yüzyılın başlarında Rockefeller ailesinin kontrolüne girdi. ABD’nin önde gelen bankacılık yatırım şirketlerindendir. Geliri: 155.6 milyar dolar, net: 21.538 milyar dolar, eleman sayısı:327.000.

Exxon Mobil: Dünyanın önde gelen Petrol ve gaz şirketidir. John. D. Rockefeller tarafından kurulan Standart şirketinin içindeydi. 1911’de parçalandı. 1999 yılında evlilikten dolayı birleşti. Karı: 377.635 milyar dolar, net: 39.50 milyar dolar, eleman sayısı: 106.000

Ford Motor. 1903 yılında Henry Ford tarafından kuruldu. Otomotiv sektöründe hizmet verir. Geliri: 160.1 milyar dolar, net:12.6 milyar dolar, eleman sayısı: 280.000

General Electric: 1878 yılında kuruldu. Başlangıçta Elektrik alanında iş yapıyordu. Ama zamanla haberleşme, finans, bankacılık hizmetlerine de girdi. Uzun zamandır. dünyanın en büyük şirketi özelliğini korudu. Geliri: 163.391 milyar dolar. Net geliri: 20.8 milyar dolar, eleman sayısı: 315.000

Goldman Sachs: Dünyanın en yaygın yatırım bankasıdır. Finansman ve sigorta hizmetleri verir. Geliri: 37.67 milyar dolar, net: 9.54 milyar dolar, eleman sayısı: 30.000

Halliburton: 1919 yılında Dallas şehrinde kuruldu. Petrol kuyusu açma, boru hattı, rafineri. Kimyasal örünler hizmet alanıdır. 2002 yılında KBR ile birleşti. Nisan 2007’de ayrıldı. ABD’nin Irak’a müdahalesinde baş aktörler arasında idi. Geliri:13 milyar dolar, net kar: 2.35 milyar dolar, eleman sayısı: 106.000.ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney ile yakın ilişkileri vardır.

IBM: 1889 yılında kuruldu. Bilgisayar üretiminde bulunur. Geliri: 91.46 milyar dolar, net: 9.4 milyar dolar eleman sayısı :355.766
JP Morgan Chase:Kuruluşu 1799 yılına kadar gider. Finansal hizmetler verir. 1990’lı yıllarda Rockefeller ailesinin kontrolündeki Chase Manhattan ile birleşti. Geliri: 61.437 milyar dolar: Net: 14.4 milyar dolar, eleman sayısı: 174.000

Kohlberg Kravis Roberts & Co.

Lehman Brothers

Lockheed Martin

McGraw-Hill

McKinsey

Merck

Merrill Lynch: Yatırım Bankasıdır. 1914 yılında kuruldu. Karı: 70.59 milyar dolar, net: 7.49 milyar dolar. Eleman sayısı: 56.300.

News Corporation

Shell Oil: Dünyanın önde gelen petrol şirketlerindendir.

Time Warner:1990 yılında kuruldu. Basın, haberleşme alanında hizmetlerde bulunur. Karı: 44.70 milyar dolar, eleman sayısı: 87.000

Toyota (North America Inc.)





İkiz Kulelere Saldırı

Dünya ticaretinin kalbi olarak tasarlanan muhteşem binanın yapılması 1960’lı yıllarda gündeme geldi. New York limanının Manhattan bölgesinde inşasına 1966 yılında başlandı. Ve 1973 yılında bitirildi. Yapıldığında zemin dahil 110 katlıydı. Çok uluslu şirketlerin, alışveriş merkezlerinin bir arada bulunduğu merkez binasıydı. İkiz kulelerin yapımının tasarlanması aşamasında David Rockefeller’in görüşlerine başvuruldu ve Dünya Ticaret Merkezi bitirildiğinde New York’un silüeti değişti. New York limanına girişteki Ellis adasında ABD’nin de sembolü olan “Özgürlük anıtı” vardı. Elinde meşale tutan özgürlük simgesi bir kadın heykeli, bütün heybetiyle ayakta görünüyor. Aslında Özgürlük anıtı, mason düşüncesinin bir ürünüydü. Fransız masonları, 1776 yılında ABD’nin bağımsızlığa kavuşmasından sonra hediye olarak özgürlük heykelini göndermişlerdi, New York'a…

11 Eylül 2001 tarihinde New York semalarında ilerleyen uçak, Dünya Ticaret Merkezi'nin bulunduğu binaya çarptı. 20 dakika sonra ikinci bir uçak diğer binaya çarptı ve kısa zamanda ikiz kuleler çöktü. 5000’i aşkın insan hayatını kaybetti. Görüntü böyle olsa da; İkiz kuleler, bir bakıma “Mason düşüncesine göre” şekillenerek yapılmıştı. Tıpkı binlerce yıl önce Kudüs’te Hz.Süleyman Tapınağı'nın yapımına iki kule yapılarak başlanmıştı. New York limanına yapılan İkiz Kuleler de “Süleyman Tapınağı'nın” ikiz kuleleri gibiydi. ABD’nin kuruluşundan itibaren şekillenen “Yeni Dünya Düzeni'ne” bir saldırıydı. ABD'nin ve onu yöneten Konsey’in statüsünün ağır bir şekilde sarsılması anlamına geliyordu. Konsey'in yaptığı gizli toplantılar sonucu, “Olayların sorumlusu” olarak Irak ve Saddam Hüseyin gösterildi. Bahane de hazırdı: "Irak’ta nükleer silahlar var!", denildi. Gözü kararmış, KONSEY’in istekleri doğrultusunda Nisan 2003’de Irak’a müdahale gerçekleşti. ABD’nin müdahale esnasındaki söylemi: “Irak’ı nükleer silahlardan arındırmak ve bölgeye demokrasiyi getirmek” olarak açıklandı ve ABD, askeri gücünü kullanarak Irak’a müdahale etti. Saddam rejimini değiştirdi. Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın oluşumuna destek verdi. Türkiye'nin güvenliğini sarsacak terörist gelişmeler yaşandı ve Irak’ta “Barış, Özgürlük, Demokrasi” adına yapılan müdahale sonraki yıllarda vahşi bir işgale, iç savaşa dönüştü. 2007 yılı ortaları itibariyle 700.000’e yakın sivil hayatını kaybetti. Irak, insanlık trajedisini yaşadı. ABD ordusu Irak’ı işgal ve kontrol altına almasına rağmen “Nükleer enerji tesislerini bulamadı”. Bir yalan düşünce kurgulanarak Irak işgal edilmişti ve işgal edenlere KONSEY, yol göstermişti. İnsanlık tarihinin en vahşî görüntüleri Irak’ta sahnelendi.

David Rockefeller, Hatıralar kitabının 405. sayfasında dünya görüşünü şu sözlerle açıkladı:

“Bazıları benim ve ailemin (Rockefeller) Birleşik DEVLETLERİN ÜSTÜN ÇIKARLARINA KARŞI ÇALIŞAN GİZLİ KABALİZMİN BİR PARÇASI OLARAK karakterize edebilir, dünya genelinde komplolar hazırlayan ekonomik yapılanma ve küresel politika izlediğimize inanabilir. Eğer bunlar olursa ben suçluyum; ancak ben bundan gurur duyarım”… Bir başka konuşmasında “Küresel değişim yaşıyoruz. Hepimizin ihtiyacı büyük krizlere karşı doğru yaklaşımdır. Ve ulusların yeni dünya düzenini kabul etmesidir”… 20.yüzyıl boyunca ABD'nin gelişip güçlenmesi ve 21. yy başlarında da tek süper güç olması, David Rockefeller’in yönlendirdiği “YENİ DÜNYA DÜZENİ”dir. Bir başka ismiyse Küresel emperyalizm. Haçlı seferleri esnâsında Tapınak Şövalyeleri'yle gündeme gelen, 1717 yılından sonra da Masonluk adıyla Avrupa'da, AMERİKA'DA şekillenen, ROCKEFELLER ailesinin yönlendirmesiyle dünyanın yeni düzenine dönüşen yapılanma. Paranın insanlığın kaderine hükmettiği, güç kaynağı olduğu; ama insanî değerlerin acımasızca harâbe haline getirildiği “Yeni Dünya Düzeni”… Yahudilerin dünya hâkimiyetinin de bir başka açıklamasıydı “Yeni dünya düzeni”…

X, bu araştırmalarından sonra David ROCKEFELLER’in ailenin hatırasını canlı tutmak için dedesinden kalan New York yakınlarındaki Kykuit’te çam ormanları arasında bulunan muhteşem mâlikanenin görünüşüne dikkatle baktı. Binanın kapısında “Mason üçgeni” ve çatıda dünya küresi üzerine ayakları ile dokunan “Anka kuşu”nun heybetini gördü.

Ayrıntılar: Cezmi Yurtsever'in "Şifre" kitabındandır.





Dipnot: Üsttede bahsettiğim gibi konuyu buraya veya farklı bir topic olarak açıp açmamak konusunda oldukça kararsız kaldım.. Eğer konuyu tartışmak isteyen arkadaşlarımız olursa uygun bir yol buluruzz..:)
Resim
► Spoiler Göster
[/align]
► Spoiler Göster
[/align]
Kullanıcı avatarı
Xadexia
Mesajlar: 826
Kayıt: 04 Ara 2011 22:47
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: naruto, bleach, the breaker, the breaker NW, unbalance x unbalance Sun Ken Rock, HSD Kenichi, Fairy Tail, OP, FMA, Noblesse, Gamaran, Hellsing,, Veritas
Favori Anime: Naruto, Death Note, FMA, Elfen Lied, Bleach, Hellsing, Kenshin, Basilisk..
Konum: Ranzanın Alt Katında..

Nasıl Samuray Olunur?..

Resim


Onlar hayatlarını onurları için yaşadılar. Ölüme heran hazır savaş makineleri Samuraylar dünyanın en iyi askerleriydi. Modern ordular çıktığı zaman ise gözden çıkarıldılar ve tarih değişti.

Samurayların özellikleri, tarihçeleri, nasıl samuray olunur hepsine bir göz attık. Son Samuray filmi gerçek bir hikayeydi. İşte Samuraylık hakkında tüm bilmek istedikleriniz.

Samuray kimdir?

Samuray, eski Japonya'da soylu asker sınıfı için kullanılan bir terimdi. Samuray, eski Japoncada 'hizmet etmek' manasına gelen saburau kelimesinden türemiştir.

Savaş, Japon kültüründe önemli bir yer teşkil eder. Ülkenin önemli klanları birbirleriyle pek çok kez karşı karşıya gelmiştir. Japon topraklarının sadece %20’sinin tarıma elverişli oluşu, toprak kavgasını doğurmuştur. Toprak savaşları da hem tinsel, hem de fiziksel gelişim ve mücadele yöntemlerini gerektirdiğinden, Samurayların gelişimi de bu olguya dayalıdır.

M.Ö. 660'da Ölümsüz Savaşçı adıyla bilinen Jimmu Tenno, bir kabilenin başına geçti. Tenno ve kabilesi Yamato bölgesine yerleştiler. Yamato klanı Asya’ya çeşitli seferler düzenledi. Kore ve Çin’in kültürel zenginliklerinden, teknolojilerinden ve savaş sanatlarından etkilendiler.

İmparator Keiko, tarihte "Shogun" unvanını taşıyan ilk kişi oldu. Bir nevi generallik rütbesi gibi de anlaşılabilecek Shogun unvanı, Keiko’nun savaş sanatlarında geldiği üst noktayı da belirliyordu. Onun oğlu Prens Yamato da savaş sanatları konusunda çok yetenekliydi. Korkusuz, güçlü, gözüpek bir genç olarak tanındı ve Samuraylık anlayışında bir örnek teşkil etti. Samuraylar "buşido" anlayışını temel almıştır. Buşido, "Savaşçının Yolu" anlamına gelir.

Buşido felsefesinde korkunun yeri yoktur. Samuray, ölüm korkusunu yenmiş kişidir. Bu, dinginlik kazandırır ve efendiye sadakat sağlardı.

9.-12. yüzyıllar arasında samuraylar bir sınıf haline geldi. İki adla anılırlardı: Samuray (şövalye), Buşi (savaşçılar). Bu insanların bir kısmı yönetici sınıflara bağlıydılar. Bir kısmı ise para karşılığı savaşırlardı. Samuraylar, feodal derebeylerine (Daimyo) bütünüyle bağlıydılar. Hizmetlerinin karşılığında mevki ve arazi alırlardı. Daimyo’lar, Samurayları daha fazla arazi kazanmak ve gücünü arttırmak için kullanırlardı.

Samuraylar, at üstünde, yaya, silahlı, silahsız dövüş konusunda eğitilmişlerdi. Ok da kullanırlardı. Ancak, 13. yüzyılda Moğol savaşları yaşandıktan sonra, Samurayların kılıç kullanımı ağırlık kazandı. Hatta mızrak ve naginata denen ucu kılıç şekilli mızraklar kullanmaya başladılar.

Samuray geleneği, 1876 yılında İmparator Meiji tarafından ortadan kaldırıldı. Kılıç taşıma kanunlarını değiştiren Meiji, Samuraylığı tarihe karıştırdı. Ancak ve ancak imparatorluk ordusunda bazı rütbeli subaylar tören amaçlı kılıçlar taşırdı. 20 yüzyılda kılıç tekrar serbestleşti ancak askeri kullanım dışında sportif gelişim için kullanılmaya başlandı. Bu dönem öncesinde efendisiz kalan samuraylar, yani roninler zamanla ya isyan ederek öldürüldü ya da kılıçlarıyla seppuku/harakiri yaparak intihar ettiler. Bunun en güzel örneği Son Samuray filmidir.

12 adımda nasıl Samuray olunur?

1. Adım

Uğruna yemin edeceğin bir Daimyo (Feodel lord) bul. Bir samuray için hizmet edeceği bir efendisi olmazsa olmazıdır. Hayatını adayacağı biri olması lazım.

2. Adım

Çalış. Savaş sanatı ve uzakdoğu dövüş sanatlarında sınır tanımadan bütün teknikleri öğren. Kendini şiir ve kültürünü mükelleştirmeye ada. Gücün nerede ve hangi kuvvetlerde kullanılması gerektiğini öğren.


Resim



3. Adım

Bushido'nun 7 erdemini öğren. Gi (Doğruluk), yu (cesaret), jin (cömertlik), rei (saygı), shin (dürüstlük), meiyo (onur) ve chugi (sadakat). Bu erdemleri şekillendirmek için bütün çabanı ortaya koy.

4. Adım

Feodel lorduna yeminini resmi bir seremoni ile yap. Lordun bunun sonunda sana daisho kılıcı verecek ve onu tüm onurla yanında taşıyıp koruman gerek. Uzun kılıca katana, daha küçüğüne ise wakizashi denir.

5. Adım

Lorduna her zaman itaat et. Doğrulukta ona yardım et. Görevin onurun olsun. Bu cümlelerden onu körü körüne takip et anlamı çıkarılmasın. Onun ehr düşüncesini sorgulayabilir ve tartışabilirsin.

6. Adım

Kendini korumaktan aciz olanları koru.

7. Adım

Başkalarına saygı ve kibar davran. Güç kullanman gerektiğinde uygula.

8. Adım

Sade bir yaşam sür aşırı hazzı kontrol altına al. Kazanacağın kişisel ödüller para ile ölçülemez.

9. Adım

Kişisel davranışlarını kontrol altına al, tepkilerinin sana yön vermesini değil senin onu yönlendirmeni sağla.

10. Adım

Başkalarının kılıcına dokunmanıza izin verme. O senin statünü gösterir.

11. Adım

Kararlarını uygulamadan önce düşün. Bir karar aldığında sorgulama ve sonuna kadar uygula.

12. Adım

Kendini ölüm için hazırla. Bu ister bir savaş alanında olsun ister efendin tarafından sana verilen bir ölüm cezası olsun. Hergün bu konu hakkında meditasyonda bulun ve o gün geldiğinde bunu kabullenmekte zorluk çekmeyeceğini göreceksin.

Samuraylık için gerekenler

Daimyo (fodal lord)
Daisho kılıç takımı
Bushido öğretileri: The soul of Japan Yazar: İnazo Nitobe
The Book of Five Rings kitabı. Yazarı: Miyamoto Musashi



Bir Samuray şiiri

Anne babam yok; Gökyüzü ve dünya anne babamdır.
Evim yok; Tan Tien evimdir.
İlahi gücüm yok; dürüstlügüm ilahi gücümdür.
Huysuzlugum yok; uysallığım huysuzlugumdur.
Büyü gücüm yok; kişiligim büyü gücümdür.
Ne ölümüm ne de yaşamım yok;
Bedenim yok; sabırlılık bedenimdir.
Gözlerim yok; şimşeğin çakması gözlerimdir.
Kulaklarım yok; duyarlılığım kulaklarımdır.
BacaklarIm yok; çabukluğum bacaklarımdır.
Kanunum yok; kendimi savunmam kanunumdur.
Stratejim yok; doğru öldürmem ve yaşamımı doğru vermem stratejimdir.
Planım yok; fırsatı değerlendirmem planımdır.
Mucizem yok; dürüst kurallarım mucizemdir.
Prensiplerim yok; bütün koşullara adapte olmak prensibimdir.
Taktiklerim yok; boşluk ve doymuşluğum taktiğimdir.
Doğal yeteneğim yok; zekamı hazır tutmak doğal yeteneğimdir.
Arkadaşlarım yok; aklım arkadaşımdır.
Düşmanım yok; dikkatsizliğim düşmanımdır.
Zırhım yok; yardımseverliğim zırhımdır.
Kalem yok; değismezliğim kalemdir.
Kılıcım yok; zekam kılıcımdır.



Resim


İşte gerçek Son Samuray

Ülkemizde de büyük ilgi gören Tom Cruise'un başrolünü canlandırdığı Son Samuray filminin gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkılarak yazıldığını biliyor muydunuz?.

Sinemalarımızda da gösterimde olan Son Samuray filminin başrol oyuncusu Tom Cruise'un canlandırdığı Yüzbaşı Nathan Algren karakteri aslında gerçekten ve Japonya'da savaşmış bir asker. Ancak Hollywood yapımı filmden olarak Son Samuray aslında değil bir Fransız. Filmde anlatılanları yaşayan ve tarihe de Son Samuray lakabıyla geçen kişi Fransız Ordusu'nda görevli Yüzbaşı Jules Brunet.Fransa görevlendirdi

Japon Ordusu'nun modernleştirilmesi görevi filmde anlatıldığı gibi Amerikan ordusuna değil Fransız ordusuna verilince, Brunet de bu amaçla Japonya'ya giden iyi eğitimli gözde askerlerden oluşan 15 kişilik bir ekibin içinde yer aldı. 1838 yılında doğan Brunet, Fransız

Topçu Okulu'nu bitirdikten sonra orduya katıldı ve cesaretiyle onur madalyasına layık görüldü. 1867 yılında, daha 30 yaşına basmadan da yüzbaşı rütbesini aldı.

Çok iyi bir askerdi

1898 yılında da Japonya'ya gönderildi. Modern bir Japon ordusu kurmak amacıyla çalışmalara başlayan Brunet, tıpkı filmde olduğu gibi Japon askerlerine ateşli silahları kullanmayı öğretti. Fakat aynı dönemde Japonya'yla birçok ticaret anlaşması yapmayı planlıyan Amerika ve

İngiltere'nin ülkeyi kendi tarafına çekmek istediğini gören Brunet, Fransa hükümetini bu konuda uyardı. Bu sırada ülkede iç karışıklıklar başladı.

Samuraylar ülkenin yabancı güçler tarafından ele geçirilmeye çalışıldığını söyleyerek yeni kurulan orduya karşı ayaklandı. Çıkan ayaklanmaları durdurması gereken modern ordu ilk etapta büyük bir yenilgiye uğrarken, Fransa da Japonya'da bulunan askerlerine "ülkeye dönün" emri verdi. Orduyu kurmak ve askerleri eğitmek görevinin tamamlandığını söyleyen Fransız askeri yetkililerinin emrine bir grup asker karşı çıkarak Japonya'da kalmaya karar verdi. Bunların
arasında Brunet de bulunuyordu. Ordu yetkililerine "asker kaçağı olmadığını" belirten ve yaptığının ülkesinin iyiliği için olduğunu bir not yazarak anlatan Brunet, o sırada Fransa İmparatoru olan 3'üncü Napolyon'a da "Fransa adına ölmeye karar verdiğini" yazan bir mektup gönderdi. Bunun ardından bir grup Fransız askeri, az sayıda samurayla birlikte Ezo adasına çekildi.

Adayı 6 ay Japon İmparatoru'ndan bağımsız bir devlet gibi yöneten küçük grup, 1869 baharında imparatorluk askerleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Savaş 800 samuray ve 7 bin imparatorluk askeri arasında oldu. Sağ olarak ele geçirilen Brunet, Fransa'ya teslim edildi.

Amaç modern ordu

Aynı yıl mahkemeye çıkarılan Brunet'nin ordudan ayrılmasına karar verildi. Fakat ertesi yıl önceki başarılarından ötürü orduya geri çağrıldı; Prusya savaşına katıldı. Daha sonra Fransa iç savaşına da katılan Brunet'nin orduda general rütbesine kadar yükseldiği ve çevresi tarafından "çok iyi bir asker" olarak nitelendirildiği biliniyor.
Resim
► Spoiler Göster
[/align]
► Spoiler Göster
[/align]
Kullanıcı avatarı
Diabolus Ipsum Amans
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesajlar: 12053
Kayıt: 18 May 2010 22:56
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas
Favori Anime: One Piece
Konum: OutLanD
İletişim:

Patrikhane ve Ekümeniklik İddiası Ruhban Okulları Sorunu



Ekümeniklik


Ekümeniklik, günümüzde genellikle, daha büyük bir dinî bir birliği ya da dinlerarası işbirliğini sağlama amacını güden girişimleri ifade eder.
En geniş anlamıyla, dinî birlik veya dinî işbirliğinden maksat, üç İbrahimî din olarak İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin ortak manevî değerlerine vurguda bulunan dünya kapsamında bir dini birliktir. Daha çok bilinen dar anlamıyla ekümeniklik, bu üç dinin herhangi birinin mezhepleri arasında işbirliği anlamına gelir.
Kavram, Grekçe οἰκουμένη (oikoumene) kelimesinden gelir, anlamı "yerleşilmiş dünya"dır ve bununla Roma İmparatorluğu kastedilirdi. Günümüzde bu kavramla, birbirinden tarihsel, doktrinel ve uygulama açısından ayrılan Hıristiyan mezhepleri ve Hıristiyan kiliseleri kastedilir. Bu anlamıyla ele alındığında ekümeniklikHıristiyan birliğini sağlama gayesini ifade eder ve bu anlam şu idealle ifade edilir: Sadece tek çeşit Hıristiyan Kilisesi kurumu olmalıdır.

Hıristiyan ekümenizmi ve dinlerarası çoğulculuk

Hıristiyan ekümenikliği, en dar anlamıyla, Hıristiyanlığın farklı mezhepleri ve/veya grupları arasında birleşmeyi sağlama veya işbirliği kurma çabasıdır. Hıristiyan ekümenikliği, dinlerarası çoğulculuktanfarklıdır. Ekümeniklik, dinî çoğulculuk olarak da bilinen bu geniş anlamıyla, herhangi bir dinin içinde gerçekleşen ekümeniklikten farklıdır. Dinlerarası hareket olan ekümeniklik, dünya dinleri arasında karşılıklı saygı, hoşgörü ve işbirliğini sağlamak için uğraşır. Çeşitli dinî akımların temsilcileri arasındaki karşılıklı ilişki olarak ekümeniklik, herhangi bir örgütsel birlik oluşturmaktan ziyade, farklı inançların temsilcileri arasında daha iyi ilişkilerin oluşturulması gayesidir. Bu ekümenizm, Hıristiyanlığın mezhepleri arasında ve/veya Hıristiyan gruplarla diğer dinlerin mensupları arasında daha iyi ilişkilerin kurulması, hoşgörü ve dayanışmanın sağlanması için çaba gösterme amacını taşır.
Bazı Katoliklere göre, ekümenizmin amacı, kendisini Hıristiyan olarak tanımlayan bütün toplulukları Katolik Kilisesi çatısı altında, tek somut bir birlik haline getirmektir.
Bazı Protestanlara göre, manevî birlik, yani kilisenin temel konulara dair öğretileri üzerine bir birliğin sağlanması yeterlidir. Luteryan din adamı Edmund Şlink’e göre, Hıristiyan ekümenizminde en önemli husus, insanların farklı kilise örgütlerine değil, öncelikle İsa üzerine yoğunlaşması. Şlik’in kitabı Ökumenische Dogmatik’te (1983) kendisi bu konudaki görüşünü şöyle ifade eder,
Yaşamlarında yükselen İsa’nın farkında olan çeşitli kiliselere mensup Hıristiyanlar ve her gruptan Hıristiyan, İsa’nın kilisesinin birliğinin tamamen yok olmadığını, fakat bazı tarihî olaylardan ve miyop değerlendirmelerden dolayı Hıristiyanlığın bozulduğunu ve bulandığını farkedeceklerdir[1] Bütün bu sorunlar, İsa’ya olan inancın yenilenmesiyle çözülecektir. O’na olan bağlılıkta birlik olmak ve karşılıklı sevgiyle bütün insanlığa tanıklık etmekle O’nun öğüdüne (Yuhanna 17; Filipeliler 2) cevap vermek de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Tarihsel temelli yepyeni bir usulle organize edilmiş karşılıklı birbirini kabullenme eylemi sonucunda, dünya çapında farkedilir bir kardeşlik ortaya çıkacaktır. [2]
Modern ekümenik harekete kesin bir şekilde karşı çıkan ise, sadece tek bir gerçek Kilise olduğunu ve bunun da kendileri olduğunu belirten geleneksel Ortodoks kilisesidir. Buna ilaveten, "kardeş kilise" veya "iki akciğer" gibi teorileri ise Ortodoksluk reddetmektedir, zira bu dinî akıma göre Kilise bölünmezdir ve o kilise Ortodoksluktur. Amerikan Ortodoks Kilisesi’nden Peder John Boylan, 1980’lerde, bir anti-ekümenik harekete önderlik etmiştir.

Hıristiyan birliğine dair yaklaşımlar

Hıristiyan aleminin önemli bir kısmı için en önemli gayelerden birisi, Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerinin tarihsel ayrılıklarının üstesinden gelinerek yeni bir birliğin sağlanmasıdır. Bununla birlikte, ekümeniklik kavramı için farklı yorumlamalar yapılmıştır, Protestanlar ekümenikliği, temel itikadî konulardaki öğretilere dair bir uzlaşma, çeşitli gruplar arasında karşılıklı güvene dayalı bir örgütsel birlik olarak görürken, Katolikler ve Ortodokslar , Hıristiyan aleminin birliği hususunda, İsa’nın Bedeni mecazında olduğu gibi çok daha somut bir yaklaşım içerisindedirler.[3] Bu kilise meselesi, bazı ilahiyat konularıyla alâkalıdır (Örn; Evharistya) tek cemaatten önce tam dogmatik uyuşma aranmaktadır. Ekümenikliğin nihaî hedefi tek Kilise kurumunda birleşmektir ancak Kilise nedir? sorusuna dahi Hıristiyanlar farklı cevaplar vermektedir. Sorunlara rağmen, Hıristiyan toplumunu oluşturan mezheplerce birlik arzusu dile getirilmektedir.
Katolik ve Hıristiyan kiliseleri için yakınlaşma girişimi iki resmi dönemi kapsar; sevgi diyaloğu ve hakikat diyaloğu. Birinci dönem, 1054 yılındaki karşılıklı aforoz’un 1965 yılındaki karşılıklı ilgasını, aynı yıl -ortak bir aziz olan- Kutsanmış Sabbas’ın kutsal emanetlerinin Mar Saba’ya geri getirilişini ve ikinci binyılda ilk kez bir papanın bir Ortodoks ülkesini ziyaret edişini kapsar (Papa II. Jean Paul’ün 1999’da Romanya Ortodoks Kilisesi patriği Teoctist’i ziyareti). İkinci dönem ise dogma konusunda fiilî ilahiyat toplantılarını kapsıyor ve halen devam etmektedir.
Hıristiyan ekümenikliği, Hıristiyan alemini oluşturan üç büyük topluma göre tanımlanabilir: Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık. Bu üç ana akımın karmaşık yanlarını anlaşılır kıldığı ölçüde bu ayrım işe yarar bir model olarak görülebilir.

Katoliklerin yaklaşımı

Katolik Kilisesi, iki husus saklı kalmak kaydıyla birbirinden uzaklaşmış çeşitli Hıristiyanların birliği için çabalamayı daima üstün bir amaç olarak görmüştür: Kutsal metinleri ve kutsal geleneklerin öğretimini yanlış yorumlamamak ve onlara olan imanı zedeleyecek yanlış bir birleşmeye yol açmamak.
İkinci Vatikan Konseyi’nden önce, ana gerginlik yukarıda belirtilen ikinci görüş üzerineydi, Katolik Kilisesi’nin bu konudaki görüşü 1917 Kilise Hukuku Kanunu’nun 1258 no.lu kuralında geçmektedir. 1983 Kilise Hukuku Kanunu, hiçbir uyum kuralı içermez. Bu kanun, Katolik rahiplerinin Katolik Kilisesi’ne tam bağlı olmayan herhangi bir Hıristiyanla Ekmek ve Şarap Ayini’ni kutlamasını yasaklamıştır (kural 908), mecburi şartlarda ve zorunlu durumlarda, diğer ayinlere iştiraki ise caiz görmüştür. Ekümeniklikle İlgili Normların ve Kuralların Uygulanmasına Dair Dini Hükümler’in 102 no.lu kuralına [4]göre: "Hıristiyanlar, şu anki ayrılıklarından kaynaklanan farklılıkları belli bir noktaya kadar hoşgörülmek üzere, ortak manevî mirasın bir sonucu olarak sahip oldukları ortak değerleri paylaşmak ve ortak etkinlikler düzenlemek ve ortak kaynak paylaşımında bulunmak hususunda teşvik edilebilir." 1983’teki bu değişikliğin sebebi olarak gördüğü Konsey’i toplantıya çağıran Papa XXIII. Jean, Konsey’in gayesinin, Papalıktan ayrılan gruplara, "İsa’nın yüce Baba’sına yaptığı coşkulu duasında dilediği birliği"] arayıp gerçekleştirme amacına matuf nezaketli bir davet olarak Kilise kurumunun bizatihi kendisini yenilemesi için uğraşmak olduğunu belirtmiştir. Ekümenikliğe dair Katolikliğin bakış açısı, Konsey’in 21 Kasım 1964 tarihli kararnamesi, Unitatis Redintegratio’dan ve Papa II. Jean Paul’ün 25 Mayıs 1995 tarihli genelgesi Ut Unum Sint’ten alıntılanmış aşağıdaki metinlerde belirtilmektedir.
Kilise’nin her kendini yenileyiş faaliyeti, esasen, yaptığı çağrıya yönelik artan sadakatten cesaret almaktadır. Şüphesiz bu birliğe gitmenin belkemiğidir... Kalplerde değişiklik olmadan ekümeniklik bir kavramdan öteye geçmez. Ruhlarımızın iç dünyasının yenilenişinden, özveri ve sınırsız sevgiden kaynaklandığı sürece, birlik olmaya dair arzular artacak ve daha olgun bir şekilde gelişecek. Bu sebeple, bizi diğerlerine hizmet etme ve onlara karşı kardeşçesine cömert bir tutum içinde olma hususunda hakikî anlamda özverili, mütevazı ve nezaketli olma lütfunu bahşetmesi için Kutsal Ruh’a dua etmeliyiz. ...Aziz John’un birlik olmak aleyhine işlenen günahlarla ilgili sözleri yerindedir: "Günah işlemediğimizi söylersek, onu yalancı yapmış oluruz ve sözleri artık bizimle değildir". Bu sebeple, alçakgönüllü bir şekilde Tanrı’dan ve ayrı düştüğümüz kardeşlerimizden af dilemeli ve onları da bizim hukukumuzu çiğnedikleri için affetmeliyiz.
Hıristiyanlar, karşılıklı yanlı anlamaların ve peşin hükümlerin ve tarihten miras kalan bitmez tükenmez yanlış anlamaların yükü altında olmayı hafife alamazlar. Halinden memnun olma, ilgisizlik ve diğerleri hakkında yetersiz bilgi ise bu durumu daha da kötüleştirmektedir. Bu nedenle, ekümeniklik taahhütleri kalplerin değişmesi esasınave duaya dayanmalıdır ki bu durum geçmişin hatıralarının zihinlerden mecburen silinmesi sonucunu getirecektir. Kutsal Ruh’un lutfu ile, sevgiden, gerçeğin gücünden ve karşılıklı affetme ve tekrar birlik olma arzusundan ilham alan Tanrı’nın talebeleri, günümüz Hıristiyanlarını üzücü bir şekilde halen birbirine düşürmekte olan geçmişin yarasını ve acı hatıraları beraberce masaya yatırmak için tekrar toplanacaktır.
Ekümeniklik görüşmelerinde, Kilise öğretilerine karşı ve ayrı düştükleri kardeşleriyle ilahî gizemleri araştırma hususunda çok katı davranan Katolik din bilginleri, hakikat aşkı, yardımlaşma ve tevazu içinde davranmalıdırlar. Katolik din bilginleri öğretileri birbirleri ile karşılaştırırken şunu gözardı etmemelidir ki –her ne kadar temel Hıristiyan inaçlarıyla türlü yönlerden bağları olsa da- Katolik doktrinindeki hakikatlerin bir hiyerarşisi vardır. Bu yolda ilerlendiği takdirde, İsa’nın kuşatılamaz zenginliklerini daha derinden anlamak ve daha anlaşılır bir şekilde insanlığa sunmak için kardeşçesine bir rekabetle çalışmanın yolu açılmış olacak.
Tanrı tarafından emredilen birliğe ancak, vahyedilmiş olan iman esaslarının tamamına herkesin uyması ile ulaşılabilir. İman meselelerinde ödün vermek, hakikatin ta kendisi olan Tanrı ile ters düşmek demektir. İsa’nın Bedeni’nde, "yol ve hakikat ve hayat" (Yuhanna 14:6)’ta, hakikatin yayılması maksadıyla gerçekleşecek bir uzlaşmanın meşruiyetini belirlemek kimin elindedir? ...Yine de öğretinin, Tanrı’nın kendileri için birliğin gerçekleşmesini diledikleri için daha anlaşılır bir hale getirilmesi gerekiyor.

Kilisenin tam birliğinin sağlanmasının önündeki engeller zamanla aşıldığında, bütün Hıristiyanlar sonunda, Ekmek ve Şarap Ayini’ni hep birlikte kutlamak için, İsa’nın Kilise’ye başlangıçta bahşettiği gibi, tek Kilise kurumunda toplanacak . Biz inanıyoruz ki bu birlik, Katolik Kilisesi’nin şahsında –asla kaybetmeyeceği bir şey olarak- halen mevcuttur, ve ümidimiz odur ki bu durum kıyamete kadar sürecektir.

Bazı Ortodoks kiliseleri Katolik Kilisesi’nden kendilerine dönenleri genellikle vaftiz ederken, zaten daha önce vaftiz edilmiş olanların tekrar vaftiz edilmesini gerekli görmemektedir, Katolik Kilisesi daima Ortodoks Kiliseleri ve Oriental Ortodoks Kiliseleri tarafından yönetilen ayinlerin meşruiyetini kabul etmiştir.
Aynı şekilde, Katolik Kilisesi hiçbir zaman Ortodoks Kilisesi veya bu kiliseye mensup olanlar için "heterodoks" veya "kafir" terimlerini kullanmamıştır. Hatta, "hizip" terimi bile Katolik Kilisesi’nin görüşüne göre–Kilise Hukuku Kanunu’nun 751 no.lu kuralında tanımlandığı ("Yüce Papalık kurumuna itaatten veya Papa’ya bağlı Kilise’nin mensuplarından oluşan cemaatten çıkma") anlamıyla, bugünkü Ortodoks Kilisesi’ne bağlı bireylerin durumunu tanımlamak için kullanılmaz.

Ortodoksların yaklaşımı

Oriental Ortodoksluk ve Ortodoksluk aynı tek cemaatin yerel kiliselerden oluşan iki ayrı grubudur. Her ikisi de kendisini –sırasıyla 5. yy’da ve 11. yy’da (3. ve 7. ekümenik konseylerden sonra) Batı’dan ayrılan- özgün Ortodoksluk olarak kabul eder. Bu yerel kiliselerden bazıları son zamanlarda birbirleriyle ve bazı Batı kiliseleriyle –tek cemaat olmamakla birlikte - ilahiyat görüşmeleri yapmaktadır. Ortodoks Kilisesi, 19. yy’ın sonlarında Dünya Hristiyan Öğrenciler Federasyonu’nda Ortodoks öğrencilerin yer almasından bugüne dinlerarası diyalogda yer almaktadır ve bazı Ortodoks patrikler, cemaatlerini Dünya Kiliseler Konseyi’nin kurucu üyesi olarak tescil ettirmiştir. Yine de Ortodokslar, Hristiyanlık inancını dogmatiklik karşıtı, geleneksellik karşıtı, kırpılmış, indirgenmiş bir Hristiyanlığa dönüştürecek herhangi bir Hristiyanlık reformu içinde yer almaya istekli değillerdir. Ortodoks Kilisesi’ne göre Hristiyanlık demek Kilise kurumu demektir ve Kilise kurumu da Ortodoksluktur, ne eksik ne fazla. Bu yüzden, Ortodoks ekümenikliği kendisini "Şeytan’la bile diyaloğa açık" kabul etmişse de, Ortodokslar ekümenik faaliyetlerdeki konumlarını "hakikate şahitlik etmek" olarak, ideallerini iseheterodoksları (Ortodoks olmayanları) tekrar Ortodoksluğa döndürmek olarak belirlemişlerdir.
Ortodoks Kilisesi’nin Ortodoks olmayanlara karşı tutumunu gözlemlemenin bir yolu, diğer inançlara mensup kişileri kendi dinlerine kabul ederken hangi usulle aldıklarını izlemektir. -Budistler veya ateistler gibi- Hıristiyan olmayanlardan Ortodoks Hıristiyan olmak isteyenleri kabul ederken vaftiz ve krismasyon törenlerinden geçirirler. Protestanlar ve Katolikler kimi zaman sadece krismasyon töreni ile kabul edilirler, bu durumda daha önceden teslisli vaftiz olmuş olmaları aranır. Protestanlar ve Katolikler -"diğer inanan" anlamında- "heterodoks" olarak adlandırılırlar, bu kavram "kafir"den farklıdır, Kilise kurumunu kasten reddetmedikleri anlamını ima eder. Bununla birlikte, bu tür politikalar her bir kilise tarafından ayrı ayrı belirlenebiliyor ve daha gelenekçi Ortodoks cemaatler Ortodoksluğa dönen her kişiyi vaftiz ve krismasyon töreninden geçiriyor.
Ekümenikliğe ve dinlerarası diyalog konusuna nasıl yaklaşılması gerektiğine dair varolan onca anlaşmazlığa karşın, Ortodoks Hıristiyanların içinde her türlü dinlerarası diyaloğa –ister Hıristiyan mezhepleri arasında olsun ister Hıristiyanlık dışındaki dinlerle olsun- öfkeli bir şekilde karşı çıkan çok geniş bir kitle vardır. Onlara göre ekümeniklik ve dinlerarası diyalog Ortodoks Kilisesi geleneği için zararlıdır, Ortodoksluğun bir çeşit zayıflaması demektir.

Anglikanların yaklaşımı

Anglikan Cemaati’nin mensupları çoğunlukla ekümenik faaliyetleri benimsemiştir ve Dünya Kiliseler Konseyi ve NCCC gibi kuruluşlarda etkin görev almaktadır. Anglikanlardan oluşan birçok yerleşim yerinde ekümeniklik ilişkileri için tahsis edilmiş resmi daireler vardır, bununla birlikte Liberal Hıristiyanlığın son zamanlardaki yayılışı cemaat içinde gerilimin artmasına yol açmıştır ve cemaatin kimi üyelerinde ekümenikliğin onları nereye götürmekte olduğu kuşkusuna yol açmıştır.
Anglikan Cemaati’nin üyesi olan her bir kilise, cemaatler arası ilişkilerde kendi kararını vermektedir. 1958 Lambet Konferansı’nda, aynı mezhepten olmayan iki Kilise arasında –karşılıklı tanıma ve hizmet kabulünü de içeren- communio in sacrisin serbest olması önerilmiştir. Tek cemaat teriminin kapsamı dışında kalan bazı ilişki şekillerinin iki kilise arasında anlaşma yoluyla kurulabildiği bu ilişki türü için cemaatler arası ilişki terimi daha uygun görülür.
Anglikan Cemaati’nin provinsleri ile aşağıda belirtilen kiliseler arasında tek cemaat ilişkisi kurulmuştur:
 Avrupa Eski Katolik Kiliseleri
 Filipin Bağımsız Kilisesi
 Malabar Mar Toma Süryani Kilisesi
 Amerika Evanjelist Luteryan Kilisesi
ABD Piskoposlar Kilisesi, son zamanlarda şu dini topluluklarla diyalog kurmaktadır:
 İsa’da Birleşen Kiliseler (CUIC)
 Ortodoks Kilisesi
 Katolik Kilisesi
 Moravya Kilisesi
 ABD Presbiteryen Kilisesi
 Birleşik Metodist Kilisesi
 Protestan Piskoposlar Kilisesi
 Amerika Anglikan Provinsi

Protestanların tutumu

18. yy’da Unitas Fratrum’u (" Moravya Kilisesi"’ni) yeniden düzenleyen Zinzendorf kontu Nikolaus Ludvig (1700-1760), "ekümenik" kelimesini bugünkü anlamıyla kullanan ilk kişidir. –Mezhepsel yaftaları bir kenara iterek- tüm Hıristiyanları -Pensilvanya’da yaşayan Alman asıllı göçmenler arasında yaygın olarak bilinen- "Kutsal Ruhtaki Tanrı Kilisesi" çatısı altında birleştirme çabaları –zamanımızdan 200 sene önce yaşamış olan- çağdaşları tarafından yanlış anlaşılmıştır. Protestanların yakın zamanlardaki ekümeniklik faaliyetlerine girişlerinin miladı olarak 1910 Edinburg Misyonerlik Konferansı kabul edilir. Bununla birlikte, öncül Hıristiyan gençlik hareketleri olmadan bu konferansın gerçekleşmesinin zor olduğu kabul ediliyor. Bu öncü hareketler şunlardır: 1844’te kurulan Genç Hıristiyan Erkekler Derneği, 1855’de kurulan Genç Hıristiyan Kadınlar Derneği, 1895’de kurulan Dünya Hıristiyan Öğrenciler Federasyonu ve 1908’de kurulan –ileride kurulacak olan ABD Ulusal Kiliseler Konseyi’ne de öncülük edecek olan- Federal Kiliseler Konseyi. Eski GHED üyesi ve DHÖF’nin 1910’da genel sekreterliğini yapmış olan Metodist John R. Mott öncülüğünde toplanan İnsanlık Misyonu konferansı, İnsanlık misyonu uğruna mezhepsel sınırların bir kenara bırakılması için çaba sarfedilen, o güne kadar ki en geniş katılımlı Protestan toplantısıdır. Charles Henry Brent’in öncülük ettiği "İnanç ve Görev" hareketi ve Nathan Soderblom’un öncülüğündeki "Hayat ve Görev" hareketi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan gelişmelerdir. Neticede, 1948’de Dünya Kiliseler Konseyi, 1950’de ABD’de Ulusal Kiliseler Konseyi ve 2002’de İsa’da Birleşen Kiliseler kuruldu. Bu topluluklar –ilahiyat açısından Anglikanlara, Ortodokslara ve Katoliklere göre Protestanlar genellikle daha liberal ve daha az gelenekçi olduğu için- ilahiyat açısından liberale yakın olarak kabul edilir. Protestanlar bugün çeşitli ekümenik topluluklarda yer alıyorlar, kimi zaman organik anlamda mezhepsel birlik için faaliyet yürütülürken kimi zaman sadece işbirliği ile sınırlı faaliyet yürütüyorlar. Protestan mezheplerin ve bakış açılarının çeşitliliğinden ötürü Protestanların kendi içlerinde tam bir işbirliği yapmaları zorlaşıyor. Edmund Şlink’in Ökumenische Dogmatiki bu sorunların çözülmesi, karşılıklı tanıma ve yenilenmiş bir kilise birliğini sağlamak için bir yol haritası öneriyor. 1999’da Luteryan Dünya Federasyonu ve Katolik Kilisesi tarafından Protestan Reformu’nun temelini teşkil eden Günahtan Arınma’nın özüne dair ortaya çıkmış olan çatışmayı bitiren Günahtan Arınma Öğretisinde Birleşme Bildirisi –her ne kadar bazı muhafazakar Luteryanlar ikna olmasa da- imzalandı. 18 Temmuz 2006’da Dünya Metodist Konferansı’nın delegeleri Birleşme Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. [1] [2]

Son zamanlardaki gelişmeler

1054’te gerçekleşen –ve Hıristiyanlığın Batı (Katolik) ile Doğu (Ortodoks) kolları arasında Büyük Bölünme’ye yol açan- karşılıklı aforozlar, 1965’te Papa ve İstanbul Ekümenik Patriği tarafından iptal edildi. Katolik Kilisesi’nin Kilise Hukuku’nda şöyle bir hüküm yer almaktadır: "Mürted, kafir veya bölücü kişi, latae sententiae (kendiliğinden) aforoza uğrar. Kural 194 ß1 no.2’deki "Bir rahip, bundan ayrıca, Kural 1336 ß1 no. 1-3’te belirtilen cezalara uğratılabilir".[11] Bu ceza, Ortodoksları ve diğer Katolikdışı mezhepleri de kapsar. Ayrıca, Ortodoksların Kilise Hukuku’nda da benzer hükümler mevcuttur. Roma Katolikleri ve Ortodokslar arasındaki -Doğu Katolik Kiliseleri sorunu üzerinde bir anlaşmaya varılamaması üzerine askıya alınan- ilahiyat görüşmeleri 2006’da yapılan bir dizi ilahiyat toplantısıyla tekrar canlandı. Komünist iktidarlar tarafından zamanında Ortodoks Kilisesi’ne verilmiş olan ve günümüz iktidarları tarafından tekrar Doğu Katolik Kiliselerine verilmiş olan kiliseler ve diğer mülklerle ilgili sorun, tartışmalarla gitgide alevlenmiş ve görüşmeler askıya alınmıştı. Kuzey Amerikalı Katolik ve Ortodoks piskoposlar süresiz bir diyalog faaliyetin başlattılar. Piskoposlar, "Kuzey Amerika Ortodoks-Katolik İlahiyat İstişaresi" adıyla periyodik olarak toplanıyor. Birleşik Devletler Katolik Piskoposlar Konferansı Dinlerarası İlişkiler ve Ekümeniklik Piskopos Komitesi ile Amerika Meşru Ortodoks Piskoposları Daimi Konferansı arasında 1965’te istişarenin kuruluşundan beri her yıl iki kez toplanılıyor. Kanada Katolik Piskoposlar Konferansı ise istişareye 1997’de destek amacıyla katılmıştı. İstişare kurumu, 1981’den beri her yıl toplanan Ortodoks ve Katolik Piskoposlar Ortak Komitesi ile eş zamanlı çalışmaktadır. İstişare’de 1999’dan beri, Filioque cümlesi[12] üzerinde nihaî bir mutabakata varmak ümidiyle yapılan müzakereler sürüyor. Benzer görüşmeler ulusal ve uluslararası çapta, Katolikler ve Anglikanlar arasında da yapılıyor. Dünya Kiliseler Konseyi, ABD Ulusal Kiliseler Konseyi, İsa’da Birleşen Kiliseler ve Hıristiyan Kiliseler Birliği gibi topluluklar Protestanlar, Ortodokslar ve Katolikler arasında ekümenik işbirliğini teşvik etmeyi sürdürüyor. Almanya’daki Bonn Üniversitesi gibi kimi üniversiteler de "ekümenik çalışmalar" konusunda diplomalı kurslar düzenliyor. Bu kurslarda çeşitli mezheplerden çeşitli ilahiyatçılar kendi dini geleneklerini anlatıyor ve aynı zamanda mezhepler arasında ortak bir zemin oluşturmaya çalışıyor.

Birleşik ve birleşen kiliseler

Ekümenik faaliyetlerin, "ayrılık skandalı"nın ve yerel gelişmelerin etkisiyle bazı "birleşik" ve birleşen kiliseler ortaya çıktı, resmi birliğin mümkün olmadığı durumlarda çeşitli karşılıklı tanıma stratejileri uygulamaya konuluyor. Aynı kiliseyi iki ya da daha fazla mezhebe mensup grupların kullanması şeklinde bir gelenek başlatıldı. Bu gruplar aynı kiliseyi, ayrı ayrı ayinler yaparak veya tek çeşit ayinde her bir mezhepten öğeler kullanarak işbirliği gerçekleştiriyorlar.

Ekümeniklik karşıtlığı

Azınlıkta kalan bir kısım Hıristiyan ise ekümenikliğe karşıdır. Ortodoks dünyasında, tartışmalı olarak, Ortodoks ruhaniyatının en önemli merkezi sayılan Aynaroz manastır topluluğu ekümenik gelişmelere ilişkin endişelerini ve Ortodoksların bu faaliyetlerde yer almasına muhalefetlerini açıkça dile getiriyorlar. Onlar modern ekümenikliği, diğer Hıristiyanları uzlaştırabilmek için temel öğretilerde taviz vermek olarak kabul ediyorlar ve -ekümenik girişimlerde yer alan katılımcıların din değiştirmesinden ziyade- karşılıklı dinlerarası ilişkiye götüren diyalog üzerine vurguda bulunulmasına karşı çıkıyorlar. Eski Takvimci Grekler, Yedi Ekümenik Konsilin’in öğretilerinin Jülyen Takvimi’ni kaldırmayı ve kilise takvimini değiştirmeyi yasakladığını savunmaktadırlar. Ortodokslararası İlahiyat Konferansı, Eylül 2004’te Selanik Aristo Üniversitesi’nde "Ekümeniklik: Kökenleri, Beklentiler, Hayal Kırıklığı" adıyla düzenlediği organizasyonda ekümeniklik hakkında olumsuz görüş bildirdi. Muhalif Protestanlar ise aşırı muhafazakar veya karizmatik zemindeki kiliselere ve ana Protestan akımların en muhafazakar kesimlerine yöneliyorlar. Gelenekçi Roma Katolikleri Katolik olmayanların Katolik inancına dönmesini zorunlu kılmayan ekümenikliğin yanlış bir Hıristiyan birliğine yol açacağını düşünüyorlar. Gelenekçi Roma Katolikleri bu durumu, İncil’in Katolik yorumuna, Papa 11. Pius’unMortalium Animos’una, Papa 12. Pius’un Humani Generis’ine ve diğer belgelere tezat olarak görüyorlar. Bazı Evanjelist ve birçok karizmatik Hıristiyan, ekümenizmi –gerçekleşeceği İncil’de bahsedilen- İsa’nın geri dönüşünden önce ortaya çıkacak olan ahir zaman dönekliği olarak görüyorlar ve ekümenik hareketlerin belli başlı temsilcilerinin dinî beyanları ile -Kutsal Kitap 2. Petrus 2:1-2’de tasvir edilen- ahir zamanın sahte dinî liderlerinin öğretisel duruşları arasında sağlam benzerlikler görüyorlar.

Bazı Evanjelist Protestanların tutumu

Baptistlerin birçoğunu, bazı Luteryanları, Yedinci Gün Adventistlerini, mezhepdışı Hıristiyanları kapsayan geniş bir Evanjelist kesim ve Hıristiyan ve Misyoner İttifakı kilisesi gibi bazı Evanjelist Hıristiyan kiliseler ekümenik faaliyetlerde aktif olarak yer almıyorlar. Ayrılık öğretisi bazı Evanjelist kiliseler tarafından ekümenik faaliyetlerde yer alan kiliselere ve mezheplere karşı benimseniyor. Tanrı’nın Meclisleri gibi Pentekostalların çoğu ekümenikliğe uzak duruyor. Bununla birlikte, bazı Pentekostal kiliselerin de yer aldığı bazı örgütler ekümenik hareketlere katılıyor. Missouri Sinod Luteryan Kilisesi,Amerika Presbiteryen Kilisesi ve Serbest Metodist Kilisesi gibi diğer Amerikan muhafazakar Protestan kiliseleri de ekümenikliğe Evanjelist emsalleri gibi isteksiz yaklaşıyor. Birçok Evanjelist kilise –özellikle Baptist geleneğinde yer alanlar- cemaatçi özerklik uyguluyorlar. Bu sistemde yerel cemaatler kendi işlerini idare ediyorlar ve dinî sorunlarına göre ve ibadet şekillerine göre kendi kararlarını veriyorlar. En yüksek dinî yetkili kurumun yerel cemaatler olduğu bir ortamda bu cemaatler, mezhepler arasında resmî bir birleşmenin gerçekleşmesi için çaba göstermeye gerek duymuyorlar. Birçok Evanjelist kilise, Ulusal Evanjelistler Derneği ya da Dünya Evanjelist Kardeşliği gibi derneklere katılıyorlar ve yine World Vision, Genç Yaşam gibi mezhepdışı Hıristiyan örgütlerinde yer alıyorlar. Evanjelist kiliseler kimi zaman kendi mezheplerinde ana akımda yer alan Protestanlarla, Katoliklerle ve Ortodokslarla afet yardımları ve siyasî lobileşme faaliyetlerinde işbirliği yapmaktadırlar. Aşırı muhafazakar olarak adlandırılan daha tutucu bazı Evanjelistler ve Pentekostallar ise Ulusal Evanjelist Derneği ve Sözünü Tutanlar gibi daha az muhafazakar çerçevedeki mezheplerarası etkinlikleri veya örgütlenmeleri ekümenikliğin yumuşatılmış bir şekli olarak görüyorlar ve diğer emsallerinden farklı olarak bu topluluklara dahi uzak duruyorlar. Birleşik Devletler’deki birçok Baptist cemaat ekümenikliğe ve hatta diğer Baptist topluluklarla ortak etkinliklere bile karşı çıkıyorlar. Bununla ilgili son örnek Güneyli Baptist Toplumu’nun Dünya Baptist İttifakı’ndan çekilmesidir. Her ne kadar Dünya Baptist İttifakı, Baptistlerin kendi aralarında işbirliği ile hareket etmeleri gayesini güdüyorsa da, bu örgüt ekümenik bir hareket değildir, durum böyleyken Güneyli Baptist Toplumu, bünyesinde yer alan aşırı muhafazakar unsurlardan ötürü, böylesine sınırlı ekümenik yaklaşımlardan dahi kaçınır. GBT’nin aşırı muhafazakarları, GBT’nin resmen karşı olduğu "kadınların papazlığa atanması" uygulamasını DBİ’nin bütün Baptist topluluklar için yürürlüğe koymasından dem vurmaktadır. GBT’nin eleştirel gözlemcilerinin açıklamasına göre GBT’nin aşırı muhafazakar tutumundan soğumuş olan ılımlı Baptistlerin toplandığı Dayanışmacı Baptist Kardeşliği’nin DBİ’ye kabul edilişi GBT’nin DBİ’den ayrılmasının asıl nedenidir. Birleşik Devletler’deki Baptistlerin önemli bir kısmı, aynı düşünce yapısına sahip Baptistlerin oluşturduğu ve Bağımsız Baptistler olarak bilinen ayrı ayrı örgütlenmiş olan kiliselere mensuptur. Bu kiliselerin birçoğu, diğer aşırı muhafazakar cemaatler gibi, İncil’in modern çevirilerinin inanışa ters düştüğünü düşünüyor ve diğer Baptistleri ve Evanjelistleri de dahil ettikleri hemen hemen bütün mezhepleri dinden çıkmış ilan ediyor. Bu aşırı muhafazakar kiliselerin inanışına göre ekümeniklik dinden dönmüş sahte Hıristiyanları –muhtemelen Vatikan’ın hilesinin de yardımıyla- Deccal’e tâbi olmaya sevkedecektir.[13] 2001’de bir grup Pentekostal geleneksel ekümenik akımlara muhalefeti bırakarak Uluslararası İnanç Halkası’nı kurdu.

Ekümeniklik ve Türkiye

Ekümenik kavramının Türkiye'de ilk kez gündeme gelişi 1517 yılında Yavuz Selim'in, Mısır'ı fethettiğinde, İskenderiye ve Antakya Patrikhanelerini, İstanbul'daki Rum Patrikhanesi'ne bağlaması ve patriği de 'Ekümenik' (yani 'Cihan patriği') ilan etmesiyle ortaya çıktı. Bugün itibariyle, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un dış ilişkilerinde "Yeni Roma'nın ve İstanbul'un Başpiskoposu ve Evrensel Patriği" unvanını kullanması -Lozan Antlaşmasıyla hukuki ve siyasi konumu kaldırılan bu unvanı tanımayan- Türkiye Cumhuriyeti'yle sürtüşmelere yol açmaktadır. Türkiye’de ekümenik kavramı Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin (Fener Rum Patrikhanesi) muhtar ve eşit Ortodoks kiliseleri arasında onursal önceliğini anlatmak için kullanılır. Ortodoks Rum Patrikhanesi ekümenik unvanı ile Ortodoks kiliselerinin birliğini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Geçmişte Ortodoks kiliseleri birbirlerinin üzerinde değil, yan yana ve ayrı ayrı örgütlenmişlerdi. Bu yüzden aralarında bir hiyerarşi yoktur. Fener Rum PatriğininAtina Başpiskoposu veya Moskova Ortodoks Patriği üzerinde bir yetkisi yoktur. Ancak onların kabul ettikleri kapsamda bir birleşmeyi gerçekleştirebilir. Uygulamada güçlükler çıkmaktadır. ÖrneğinABD'daki Rum ve Rus Ortodoksların örgütlenmesinde İstanbul ve Moskova Patrikhaneleri aynı görüşte değildirler. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin ekümenikliği hususuna Atina Başpiskoposu, Türkiye Cumhuriyeti'nden daha fazla karşı çıkmaktadır.
Geçmişte ekümeniklik, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının coğrafî ve siyasi bütünlüğüne dayanmıştır. Bugün böyle bir temel yoktur.

Ruhban sınıfı

Ruhban sınıfı, başta Hıristiyanlık olmak üzere belirli bir din bünyesinde din adamlığını meslek olarak icra eden tüm kişiler. Aslen Hıristiyanlıkterminolojisine ait olan ruhban sınıfı kavramı zaman zaman diğer dinler için de kullanılır.
Kökenbilim
Ruhban, insanlardan uzaklaşıp riyazata çekilerek dünya zevklerini terkeden ve kendini aşırı bir şekilde ibadete veren kişiler anlamına gelir. Rahip kelimesi ve ruhban kelimesi Arapça aynı kökten gelen sözcüklerdir.
Tarihçe
İsa'nın ölümünden sonra , gördükleri baskı ve zulüm sebebiyle bir kısım Hristiyanlar toplumsal hayattan soyutlanarak, edindikleri özel mekanlara çekilmişler ve kendilerini ibadete adamışlardı. Bu uygulama zamanla, bir yaşayış biçimi olarak, Hristiyanlığın bünyesinde yerleşti.
Günümüzde mezhepler arası farklılıklar olmakla beraber ruhban sınıfının sadece küçük bir kısmı manastır hayatı sürmektedir.
Ruhban sınıfının özellikleri

Yalnız erkeklerden seçilir.
 Ruhban sınıfı, özel bir dini eğitimden geçer,
 Özel giysileri vardır,
 Dini törenleri yönetme ve dini metinleri yorumlama yetkisiyle donatılmıştır, bazı mezheplerde törenleri Latince, Yunanca gibi dini metinlerin en eski çevirilerindeki dilleri ile icra eder.
 'Din adamlığını' bir 'meslek' olarak seçmiştir, kendisini, hayatı boyunca bu işe adamıştır, geçimini bu işten sağlar,
 Hiyerarşik bir yapı içinde yer alır, bu yapıya aykırı davranırsa yaptırımlarla karşılaşabilir,
 Dini yorumlarda, toplumsal ve siyasal konularda, meslek arkadaşlarıyla ve hiyerarşik örgüt yapısıyla tam bir dayanışma içinde olacağı beklentisi vardır.



Heybeliada Ruhban Okulu ve Patrikhanenin Ekümeniklik İddiasının Hukuki Açıdan Değerlendirilmesi
HEYBELİADA RUHBAN OKULU MESELESİ

Her fırsatta azınlıkların din ve ibadet özgürlüğü bağlamında gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulunun (HRO) yeniden açılması meselesi siyasi bir tercih gibi ele alınmakta ve özellikle siyasilerin verdiği mesajlar ile temel mecrasından uzaklaştırılarak siyasi malzeme olarak kullanılmaktadır. Oysa mesele hukuki bir meseledir ve gerçek bilgi üzerinde hukuki bir analizi hak etmektedir. AB ilerleme raporlarında ve insan hakları ile ilgili her düzlemde ele alınan ve Türkiye’ye bir dayatma olarak sunulan bu meselede medya araçları da doğru bilgilendirme yapmadan sonuç odaklı kamuoyu oluşturma yöntemini izleyerek halkın bilgi edinme hakkını elinden almaktadır.
Her şeyden önce meselenin özünün ne olduğunun bilinmesi ve doğru soruların sorulması gerekmektedir. HRO siyasi bir kararla mı kapatılmıştır? HRO’nun açılması demek Türk hukukuna aykırı bile olsa Patrikhanenin istediği şekilde okulu açmak mı demektir? HRO’nun eğitime başlaması hukukun değil de siyasi tercihlerin belirleyeceği bir alan mıdır?
Heybeliada Ruhban Okulu, Anayasa Mahkemesinin 1971 yılında verdiği bir kararın ardından kapanmıştır. Ancak karar doğrudan HRO’nun kapatılması ile ilgili değildir. Karara konu olan olay İzmir Ege Özel Mimarlık ve Mühendislik Yüksek Okulu İnşaat Mühendisliği bölümünü bitiren sekiz kişiye verilen diplomaların iptalidir. Danıştay’da Milli Eğitim Bakanlığı aleyhine dava açılmış ve özel yüksekokulların Anayasa’ya aykırılığı iddia edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi yaptığı incelemede özel kişilerin üniversite açamayacağını, üniversite diye anılmayan ancak verdiği yükseköğretim nitelikçe üniversite eğitimi olan veya bu öğretimin sonuçlarını sağlayan bütün kurumların Anayasa m. 120 açısından üniversite kavramı içinde sayılması gerektiğine karar vermiştir. Anayasa mahkemesine göre üniversitelerin toplumsal görevini yapan temel çizgileri bakımından üniversite öğretim ve eğitimini sağlayan üniversite diplomasına eş değerde diploma veren ve ancak adı üniversite olmayan yükseköğretim ve eğitim kurumları da üniversite kapsamında ele alınmaktadır.
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi özel yüksekokullara izin veren 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 1,13. maddeleri ile 8. maddesinin 2,3,4. fıkralarını ve 48. maddesinin özel yüksek okullara ilişkin kuralını iptal etmiştir.
Anayasa Mahkemesinin kararı herkes için bağlayıcı olduğundan İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü 12.8.1971 tarih ve Özel Öğretim Kurumları 101787 sayılı yazısı ile “Anayasa Mahkemesinin 12 Ocak 1971 sayılı kararı ve 26 Mart 1971 tarihli gerekçesi muvacehesinde okulunuzun, bu kararın kapsamına girer durumda olduğu anlaşıldığından diğer yüksekokullar gibi özel bir yüksekokul mahiyetinde bulunan Teoloji bölümünün 9 Temmuz 1971 tarihinden itibaren hiçbir hukuki varlığı kalmamıştır” diyerek durumu HRO Müdürlüğüne bildirmiştir.
Bunun üzerine dönemin Fener Rum Patriği Athinagoras, okulun bir yüksekokul olmadığını ileri sürmüştür. Danıştay’da idari tasarrufun iptali gerekçesiyle dava açılmıştır. Davada okulun Lozan Antlaşmasının 40. maddesi kapsamına girdiği, okulun diplomasında yer alan “lise üzerine en az bir yıllık mesleki tahsil veren okullar derecesinde öğrenim görmüş sayılırlar” ibaresi dışında, TC lise diploması ile Teoloji bölümü diploması arasında bir fark olmadığı; bölüm mezunlarının ancak rahiplik mesleğine kabul olundukları; okulun 1844’den beri faaliyet gösterdiği ve okul yönetmeliğinin onaylandığı tarihte yürürlükte olan mevzuata göre özel yüksekokul açılamayacağı; kapatılan bütün özel öğretim kurumlarının mevcut üniversite ve akademilere bağlanmalarına rağmen, HRO hakkında işlem yapılmamış olmasının kanun koyucunun bu okulu bir yüksekokul olarak görmemiş olduğunun açık bir delili olduğu iddia edilmiştir.
Bu iddialara karşı olarak dönemin yetkili ve muhatap makamlarınca teoloji bölümü mezunlarının dış ülkelerde taşıdığı değerin Atina ve Selanik Üniversitelerine bağlı fakülte mezunlarından daha üstün olduğunun tespit edildiği; dava dilekçesine bağlı diploma örneklerinden ayrı olarak, diploma hamiline ayrıca gizli olarak verilen Rumca belgede okul mezunlarına teoloji öğretmeni unvanı verildiği ve ilahi ilimler manasına gelen teolojiyi lise seviyesindeki okullarda okutmaya yetkili olan kişilerin yüksekokul mezunu sayılmaları gerektiği ileri sürülmüştür .
Danıştay’da açılan dava Patrikhane’nin tüzel kişiliği olmadığı, yargıya başvurma ve okul açma ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir . Bu gerekçeler hukuken doğrudur. Patrikhanenin tüzel kişiliği yoktur. Ancak Heybeliada Rum Ruhban Okulu
Vakfının tüzel kişiliği vardır. Dolayısıyla HRO bu vakıf tüzel kişiliği ile dava açabilirdi. Fakat bugün de istenen husus şudur: HRO’nun tüzel kişiliği kaldırılsın ve Patrikhaneye bağlansın ve Patrikhaneye tüzel kişilik verilsin. Oysa yüzlerce yıldır bu topraklarda bulunan Patrikhaneye Osmanlı Devleti de onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti devleti de tüzel kişilik vermemiştir. Ancak HRO 1935 tarihli ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereği mülhak vakıf kapsamına alınmış ve kanunun muvakkat maddesi gereğince 12 Mart 1936 tarihinde Tarabya Metropoliti Yovakom ve Bursa Metropoliti Polikarpos tarafından Kadıköy Evkaf İdaresine vakfın beyannamesi verilmiştir. Dolayısıyla HRO hukuken tüzel kişiliğe sahiptir.
Danıştay’ın ileri sürdüğü Patrikhanenin okul açma ehliyetinin olmadığı gerekçesi de hukuken doğru bir gerekçedir. Zira HRO Lozan Antlaşması sonrası genel bir tanıma yöntemiyle eğitime açık tutulmamıştır. 16 Temmuz 1928 tarihinde HRO’na, Nikolaki namı diğer Polikarpos adına ruhsat verilmiş ve aynı kişi adına 1940,1943 ve 1951 yılında ruhsatlar yenilenmiştir. Sözkonusu ruhsatname Hususi Mekteplere Mahsus Resmi Ruhsatnamedir ve Mekteb-i Hususiye Talimatnamesinin 12. Maddesine binaen verilmiştir. Dolayısıyla okul yürürlükte olan hukuk kurallarına göre verilen ruhsatlara binaen eğitim yapmıştır.
Bu durumda incelenmesi gereken husus şudur: HRO Anayasa Mahkemesi kapsamında bir yüksek okul mudur?
Öncelikle belirtilmelidir ki Hıristiyan inancına göre rahip olabilmek için lise sonrası en az 4 yıllık bir yüksek okul eğitimi alınmalıdır. Dolayısıyla ruhban yetiştiren bir okulun yüksek okul olduğu şüphesizdir.
HRO birinci öğretim yılı olan 1844-45’de iki sınıfla eğitime başlamış ve daha sonra birer sınıf ilavesiyle 1847-1848 öğretim yılında dört sınıfa ulaşmıştır. 1852 yılına kadar HRO yalnız lise mezunlarını kabul etmekte iken daha sonra lise öğretimini bitirmeyenler de okula alınmış ve lisenin beşinci sınıfı teolojinin 1. Sınıfı olarak kabul edilmiş ve 1852-1873 yılları arasında 5 yıl lise ve 3 yıl teoloji okulu olarak faaliyet göstermiştir.
1919 yılına kadar lise ve teoloji kısımlarından oluşan HRO aynı yıl Akademi statüsüne kavuşmuş ve akademiye devam süresi önce 5 sonra 4 yıl olarak belirlenmiştir. 1919’da lise kısmı kaldırılıp sadece teoloji bölümü ile akademi olarak faaliyet göstermiş, 1923’den itibaren ise yeniden üç yıllık lise ve dört yıllık teoloji eğitimine dönüş yapmıştır. Yalnız burada önemle belirtilmesi gereken husus okulun herzaman orta derecede bir okul olarak görülmesidir. Dolayısıyla lise üzerine yapılan teoloji eğitimi de Yüksekokul olarak değil, ortaokul statüsünde kabul edilmiştir. Patrikhane tarafından okulun statüsünün değiştirilmesi amacıyla 1947 ve 1949 yılında yapılan başvurular reddedilmiştir.
1950 yılında Milli Eğitim Bakanlığının 8 Aralık 1950 gün ve 9127/7 ve 2601 sayılı emri ile okulun dört sınıflı kısmının azınlık liseleri derecesine çıkarılması ve üç sınıflı kısma bir sınıf ilave edilerek dört yıl üzerinden “Heybeliada Rum Rahipler Okulu” adı altında bir “Teoloji İhtisas Okulu” olarak derecelendirilmesi sağlanmıştır[15]. Bunun üzerine 25 Eylül 1951 tarih ve 151 sayılı kararla Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi “Rum Rahipler OkuluYönetmeliğini” onaylamıştır.
Dolayısıyla 1951 yılında bir yönetmelik ile okulun statüsü değişmiştir. Selanik’te çıkan Makedonia isimli gazete seri yazılarında HRO ile ilgili olarak okulun üç sınıflı lise ve dört sınıflı ilahiyat şubesinden oluştuğunu, buranın yakında bütün Hıristiyanlığın büyük üniversitesi haline getirileceğini belirtmiştir . Patrik Athenagoras da 13 Temmuz 1953 tarihli Hronos gazetesine verdiği beyanatta eski iktidar zamanında Ruhban Mektebinin orta mektep sıfatını haiz olmasına mukabil bugünkü Hükümet zamanında ve mevcut kanuni mevzuata rağmen öğrencilere üniversite eğitimi verebilen bir İlahiyat Fakültesi haline getirildiğini belirtmiştir.
Dolayısıyla okul mevcut kanuni hükümler izin vermese bile bir Yönetmelik ile yüksek okul statüsüne kavuşmuştur. Yönetmeliğe göre müessesenin resmi kuruculuğunu Patrikhane Sen Sinod meclisince İstanbul’daki Metropolitler arasından seçilen ve Milli Eğitim Bakanlığınca usulü dairesinde tescil edilen Zat ifa eder (m. 2). Patrikhane’nin tüzel kişiliği olmadığı için okulun kuruculuğunu üstlenmesi mümkün değildir. Bu yüzden gerçek kişi olan bir Metropolit bu işi üstlenmektedir.
Okul üç sınıflı lise bölümü ile dört sınıflı Teoloji İhtisas bölümünden teşekkül eder. Teoloji bölümünü bitirenler lise üzerine en az bir yıllık mesleki tahsil veren okullar derecesinde öğrenim görmüş sayılırlar (m. 3). Okula 17 yaşını bitirmiş ve 22 yaşını geçmemiş olan lise mezunları alınmaktadır. Yabancı uyruklu öğrenciler için yaş kaydına bakılmaz. Ancak bu gibilerden 22 yaşını aşmış bulunanlar ayrı dershanelerde yetiştirilirler (m. 54).
Bu Yönetmelik ile Ruhban Okulu 3 yıllık lise bölümü ve 4 yıllık teoloji bölümü ile faaliyette bulunmuş ve teoloji bölümü en az bir yıllık mesleki tahsil veren okul derecesinde kabul edilmiştir. Hukuken yüksekokul terimi kullanılamayacağı için (zira o dönemde de özel yüksek okullar yoktu) lise sonrası 4 yıllık ihtisas bölümü mesleki tahsil veren okul olarak adlandırılmıştır. Böylelikle daha önce uygun görülmeyen statü değişikliği siyasi iktidarın kararıyla bir Yönetmelik marifetiyle temin edilmiştir. Dolayısıyla okulun yeni statüsü lise sonrası ihtisas eğitimi veren bir yüksekokul olmuştur.
Okula gelen yabancı öğrenci sayısı hızla artmış ve daha önce vize için yapılan araştırma kaldırılarak HRO’ya gelecek yabancı öğrenciler için istisnasız vize verilmiştir. 1950’den sonra mezun olan toplam 187 öğrenciden 38’i Türk vatandaşı; 162’i Yunan; 8’i İngiliz; 1’i Fransız; 8’i Etyopyalı; 2’si Suriyeli; 1’i ABD’li ve 3’ü Lübnanlıdır.
Bu itibarla okul bir yüksek okuldur ve Okulun Yönetmeliği 1965 tarihli Özel Öğretim Kurumları Kanuna tâbidir. Bu kanunun her seviyede özel öğretim kurumu kurulmasına izin veren yani özel yüksek okullara imkan veren hükmü Anayasa Mahkemesince iptal edilince karar kapsamındaki bütün okullar hukuki geçerliliklerini kaybetmiş oldular. Dolayısıyla HRO 1965 yılından sonra kurulan bir okul olduğu için değil, statüsü özel yüksek okul olduğu için Anayasa Mahkemesi kararı kapsamında kapanmıştır.
HRO’nun kapanmasının hemen ardından hukuka uygun olarak faaliyete geçebilmesi amacıyla Ankara Üniversitesi Senatosu 21 Aralık 1971 tarih ve 5118 sayılı kararı ile bir formül geliştirmiştir. Buna göre Ruhban Okulu İlahiyat Fakültelerinden birine bağlı olarak Ortodoks dini konusunda öğretim veren bir bölüm olarak açılabilir veya İlahiyat Fakültesinde Dünya Dinleri Kültürü Bölümü adı altında Üniversite bünyesinde faaliyet gösterebilir. Ancak söz konusu hukuki çözüm yolu okul yönetimi ve Patrikhane tarafından kabul edilmemiştir.
Benzer bir çaba 14 Eylül 1999’da Yükseköğretim Kurumunun toplantısında aldığı bir kararla yinelenmiştir. Buna göre İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde “Dünya Dinleri Kültürü Bölümü”nün kurulmasına karar verilmiştir. Kuruluş işlemlerini yürütme görevi verilen Prof. Dr. Zekeriya Beyaz cemaat ruhani liderlerine 14 Aralık 1999’da bir mektup göndererek öneri ve desteklerini istemiş ancak olumlu yanıt alamamıştır.
Görüldüğü üzere HRO’nun hukuka uygun olarak bir devlet üniversitesi bünyesinde faaliyet göstermesi için geliştirilen formüller Patrikhane tarafından ısrarla reddolunmaktadır. Patrikhane açıkça HRO’nun YÖK’e bağlanmasını kabul etmediklerini beyan etmiştir. Burada önemli olan nokta HRO’nun Patrikhane’ye bağlı olarak faaliyet gösteren ve uluslararası teoloji okulu olarak eğitim veren bir okul olmasının amaçlanmasıdır. Dolayısıyla asıl mesele HRO’nun açılıp açılmaması değil, Patrikhane’nin istediği şekilde açılmasının Türk hukuku açısından mümkün olup olmadığı meselesidir.

TÜRK HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRME

1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası

a. Anayasa m. 24

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Din ve Vicdan Hürriyeti başlığını taşıyan 24. maddesi, TC devletinin temel niteliklerinden biri olan laikliğin anlamını ve içeriğini belirlerken 3. fıkrasında “ Din ve ahlak eğitimi ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” hükmünü getirmiştir. Buna göre laik Türkiye Cumhuriyetinde devletin gözetim ve denetimi dışında bir din eğitimi verilemez. Dolayısıyla Patrikhane’nin tümüyle kendine bağlı bir teoloji okulu ısrarı herşeyden önce Anayasa m. 24’e aykırıdır.
Anayasa m. 10 Kanun Önünde Eşitlik başlığı ile herkesin dil, ırk, renk, cins, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşit olduğunu vurguladıktan sonra 3. fıkra ile “hiçbir kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralını getirmiştir. Dolayısıyla teoloji eğitimi ve öğretimi konusunda bütün TC vatandaşları eşit haklara sahiptir ve bu konuda kimseye imtiyaz tanınamaz. HRO sayesinde Patrikhane Türkiye’deki Ortodoks cemaat lehine imtiyaz talep etmektedir ve hatta bu imtiyaz yurt dışından gelecek yabancı Ortodoksları da kapsamaktadır.
Medyada laik devletin diğer dinlere dinadamı yetiştiremeyeceği iddiası öne sürülmektedir. Bu önerme kendi içinde çelişkilidir. Diğer dinlerle kastedilen Hıristiyanlık ve Musevilik olduğuna göre laiklik sadece İslam dini için algılanmaktadır. Oysa laik devlet her dine eşit mesafede durmaktadır. Laik hukuk sistemi sadece Müslümanlar için değil, gayrımüslimler için de uygulanacaktır. Aksi tutum vatandaşlar arasında ayrımcılığa ve çok hukukluluğa yol açacaktır. Laik devlet sadece Müslümanların değil, gayrımüslimlerin de devletidir ve hukukun üstünlüğü gereği kurallar herkes için bağlayıcıdır.

b. Anayasa m. 130

Anayasa madde 130 çok açık bir şekilde Üniversitelerin Devlet tarafından kanunla kurulacağını belirttikten sonra, kanunda gösterilen usul ve esaslara göre kazanç amacına yönelik olmamak şartıyla vakıflar tarafından da devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim kurumlarının kurulabileceğini öngörmektedir. Dolayısıyla anayasamızda iki çeşit üniversite vardır: Devlet üniversitesi ve vakıf üniversitesi. Bu durumda HRO’nun bir devlet üniversitesine bağlanması istenmiyorsa, bir vakıf tarafından kurulan üniversite bünyesinde faaliyet gösterebilir. Ancak Patrikhanenin tüzel kişiliği olmadığı için kendisi yüksek öğretim kurumu kuramaz. Bununla birlikte HRO’nun vakıf tüzel kişiliği vardır. Ayrıca Türkiye’de Rum cemaatine ait 75 tane vakıf bulunmaktadır. Bunlardan birinin üniversite kurması ve bu vakıf üniversitesi bünyesinde HRO’nun faaliyete geçmesi mümkündür. Ancak Patrikhane HRO’nun tümüyle kendisine bağlı olmasında ısrar ettiği için bir vakıf aracılığı ile kurulacak yüksek okul formülünü de kabul etmemektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 2009 raporunda HRO’nun Galatasaray Üniversitesi bünyesinde açılabileceği önerisi yapılmıştır. Galatasaray Üniversitesinde teoloji fakültesi yoktur. Ama burada önemli olan AKPM’in de HRO’yu bir yüksekokul olarak görmesi ve üniversite bünyesinde açılması için öneri getirmesidir. Artık HRO’nun bir yüksekokul olmadığı iddiasından vazgeçilmelidir. Ruhban yetiştirecek lise sonrası 4 yıllık bir okul hiç şüphesiz yüksek okuldur ve yüksek okulların tâbi olduğu sisteme tâbi olmak mecburiyetindedir.
Anayasa m. 132 sadece Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumlarını özel kanun hükümlerine tâbi tutmuştur. Onun dışındaki bütün yükseköğretim kurumları için 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu uygulanır. Anayasa dini müesseseler ve cemaatler için (Müslüman veya gayrımüslim) bir ayrıcalık getirmemiştir. Azınlıklar için de özel hükümlere tâbi yüksekokullar yoktur. Üniversitelerin birleştirici yapısı bu tür ayrımları kabul etmediği gibi, Anayasa m. 10’da belirlenen eşitlik ilkesi karşısında hiçbir sınıf için imtiyaz talebi de sözkonusu olmayacaktır.

2. Tevhidi Tedrisat Kanunu

430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu ile bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiştir (m. 1). Şeriye ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir (m.2). Dolayısıyla Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olmayan bir okul yoktur. Bu itibarla Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde HRO açılsın önerisi hiçbir anlam ifade etmemektedir. Zaten aksi mümkün değildir. Bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır.

3. Milli Eğitim Temel Kanunu

1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumluluğunu bir temel kanun olarak düzenlemektedir. Buna göre eğitim ve öğretim hizmetinin Devlet adına yürütülmesinden, gözetim ve denetiminden Milli Eğitim Bakanlığı sorumludur (m. 56) ve askeri okullar hariç bütün eğitim faaliyeti bu kanun hükümlerine göre yürütülür (m. 57).
Kanun ilköğretim, lise ve dengi okulların ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın izniyle açılabileceğini kabul etmiştir (m. 58). Okulların derecelerinin tayinleri de Milli Eğitim Bakanlığı’na aittir. Diğer bakanlıklara bağlı lise ve dengi okulların program ve yönetmelikleri, ilgili bakanlıkla Milli Eğitim bakanlığı tarafından birlikte yapılır ve Milli Eğitim Bakanlığınca onanır. Bu okulların denetimi de Mili Eğitim Bakanlığına aittir (m. 58).
Bu kanun üniversite dışındaki okullar ile ilgilidir ve temel prensipleri belirlemektedir.

4. Yükseköğretim Kanunu

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ise yükseköğretim ile ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yükseköğretim kurumlarının işleyiş, görev ve sorumluluklarını düzenlemek amacıyla getirilmiş bir kanundur (m. 1). Kanun Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumlarıyla ilgili hususlar dışında bütün yükseköğretim kurumlarını ve bağlı birimlerini kapsamakta (m. 2) ve Milli Eğitim sistemi içinde, ortaöğretime dayalı, en az dört yarı yılı kapsayan her kademedeki eğitim-öğretimin tümünü yükseköğretim olarak tanımlamaktadır (m. 3(a)). Buna göre lise sonrası iki yıllık önlisans programları da yükseköğretim kategorisine girmekte ve YÖK kapsamı içinde yer almaktadır (m. 6). Dolayısıyla HRO’yu, YÖK’e bağlı olmadan açmak amacıyla geliştirilen projeler içinde yıllardır dillendirilen Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki yıllık ön lisans programı formülü 2547 sayılı kanuna aykırıdır. . Zira iki yıllık önlisans programı da (dört yarı yıl anlamına gelir) bir yükseköğretim kurumudur ve 2547 sayılı kanun kapsamındadır. Dolayısıyla lise sonrası en az iki yıllık her program yükseköğretim sınıfına girmekte ve YÖK’e bağlı olmak durumundadır. YÖK’e bağlı olmayan sadece Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir özel yüksek okul hukuken mümkün değildir. Bu itibarla Patrikhanenin çözüm önerisi diye dayattığı öneri hukuka aykırıdır.

5. Özel Öğretim Kurumları Kanunu

2007 yılında Özel Öğretim Kurumları Kanunu tümüyle yenilenmiştir. 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu Üniversiteler dışında okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve bu düzeyde haberleşme ile öğretim yapan özel öğretim kurumlarının yönetim, denetim ve gözetimi ile ilgili hususları düzenlemektedir. Kanun TC vatandaşı gerçek kişiler, özel hukuk kişileri veya özel hukuk hükümlerine göre yönetilen tüzel kişiler tarafından açılan okullar ile ilgili düzenlemeleri yapmaktadır. Bunun dışında yabancılar tarafından açılan okullar da kanun kapsamında yer almaktadır.
Özel Öğretim Kurumları Kanunu yükseköğretim dışındaki her derecede özel okulu düzenlemektedir. Ancak kanun kapsamında özel okul açılabilmesi için TC vatandaşı gerçek kişi ya da tüzel kişi olmak gerekmektedir. Patrikhane’nin tüzel kişiliği olmadığı için bir cemaat vakfının ya da gerçek kişilerin aracılığı zorunludur. Ancak aynı kanunun 3. maddesinin son fıkrası açık bir biçimde “Askeri okullar, emniyet teşkilatına bağlı okullar ve din eğitimi yapan kurumların aynı veya benzeri özel öğretim kurumu açılamaz” hükmünü getirerek, din eğitimi veren özel öğretim kurumuna cevaz vermemiştir.
Dolayısıyla kanun özel okul olarak teoloji eğitimi veren lise düzeyinde bir okula izin vermemiştir. Yüksek okul düzeyindeki teoloji eğitimi de zaten bu kanuna tâbi değildir; 2547 sayılı Yükseköğretim Kanuna tâbidir. Ancak unutulmamalıdır ki bu yasak sadece Ortodoks cemaat için değil, diğer azınlıklar ve özellikle de Müslüman çoğunluk için de geçerlidir.
Kamuoyunda sıkça gündeme gelen imam hatip liselerinin bu konuyla bir ilgisi yoktur. Zira imam-hatip liseleri devlet lisesidir ve özel öğretim kurumları kanununa tâbi değildir. Bir başka ifade ile Türkiye’de özel imam-hatip lisesi yoktur.
5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu Lozan Antlaşmasının 40 ve 41. maddeleriyle ilgili olan okullar için de düzenlemede bulunmuştur. 5 (c ) (1) maddesine göre bu tür okulların özellik göstermesi gereken hususları yönetmelik ile tespit edilir. Yönetmelik, ilgili memleketlerin bu konudaki mütekabil mevzuat ve uygulamaları dikkate alınmak suretiyle hazırlanır. Yönetmelikte belirtilmeyen hususlarda resmi okullar mevzuatı uygulanır. Burada sözkonusu edilen mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesidir ve Lozan Ant. m. 45 gereği Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığa tanınan haklar temel alınarak okulların özellik göstermesi gereken hususları yönetmelikte belirlenir.
Kanun azınlık okullarında sadece Türk vatandaşlarının çocuklarının okuyabileceğini belirtmektedir (m. 5 (c ) (1)). Dolayısıyla HRO özel bir lise olarak değil de azınlık lisesi statüsünde açılsa bile (ki ruhban olmak için lise sonrası 4 yıl eğitim şarttır. Bu nedenle lise seviyesinde meslek lisesi olması mümkün görünmemektedir) yabancı öğrencilerin burada öğretim görmesi mümkün değildir. Zira bir okul azınlık okulu ise oraya sadece azınlık mensubu TC vatandaşları gidebilecektir. Azınlık okulunda yabancı öğrenim göremez. Yabancıların öğrenim gördüğü okul da azınlık okulu statüsünde olamaz.
Kavram kargaşası ile düşüncelerin bulanıklaşması sağlanmakta ve birbiriyle alakasız konular ilişkilendirilmektedir. AKPM, Türkiye’den azınlık okullarına vatandaşlık şartı aranmaksızın öğrenci kabulüne imkan veren kanun değişikliği yapmasını istemektedir. Ancak ilginçtir ki bu talep Türkiye’den istenmiş, Yunanistan’dan istenmemiştir. Bir başka ifade ile Yunan vatandaşı olmayan Türk kökenli yabancıların veya Müslüman yabancıların Yunanistan’da azınlık okullarına gidebilmelerine imkan veren düzenlemeler yapılması talep edilmemiştir.
Bir kez daha vurgulanmalıdır ki azınlık vatandaştır ve Türkiye’deki azınlık okullarına sadece Türk vatandaşı olan ve azınlık statüsünden yararlananlar gidebilir. Yabancılar sırf Türkiye’deki bir azınlık ile aynı soydan geliyorlar yada aynı dine mensuplar diye azınlık statüsüne sahip olamaz. Bu itibarla azınlık ile yabancı kavramını birbirine karıştırmamak gerekmektedir.

6. Lozan Antlaşması

Sıkça gündeme getirilen husus HRO’nun kapatılmasının Lozan Antlaşmasının 40.maddesine aykırı olduğudur. Madde 40 metni aynen şöyledir:
“ Müslüman olmayan azınlıklara mensup olan Türk vatandaşları hukuk bakımından ve fiilen diğer Türk vatandaşlarına uygulanan işlemlerin ve sağlanan güvencelerin aynından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendilerince yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma bakımından eşit bir hakka sahip bulunacaklardır”.
Dolayısıyla 40. madde hiçbir biçimde gayrımüslim azınlıkların istediği şekilde hayır kurumu, dinsel ya da sosyal kurum ya da okul açabileceklerinin garantisini vermemiştir. Böyle bir serbesti Sevr Antlaşması m. 147’de getirilmiştir. Sevr Antlaşmasında ırk, din, dil azınlıkları Osmanlı makamları hiçbir şekilde karışmadan istediği gibi dini, hayri ve sosyal kurumlar; ilk, orta ve yüksek okul ve her çeşit öğretim kurumu kurabilir ve burada kendi dillerini özgürce kullanma ve kendi dinlerini özgürce uygulama imkanına sahipti. Ancak Lozan Antlaşmasında kabul edilen husus gayrımüslim azınlıkların diğer Türk vatandaşları ile aynı muameleye tâbi tutulması ve diğer Türk vatandaşları ile eşit haklara sahip olmalarıdır. Dolayısıyla buradaki anahtar sözcük “aynı muamele” ve “eşit haklar”dır.
Bu açıdan baktığımızda diğer Türk vatandaşları özel yüksekokul olarak teoloji eğitimi veren bir okula sahip iken HRO kapatılmış olsaydı Lozan Antlaşması m. 40’a aykırılık sözkonusu olurdu. Ancak Türkiye’de hiç kimse özel lise veya yüksek okul derecesinde ilahiyat eğitimi veren bir okul açamaz iken HRO’nun bu statüde açılamamasında Lozan’a aykırı bir durum yoktur. Bütün özel yüksekokullar kapanırken HRO da onlarla birlikte kapandığı için eşitliğe aykırı husus bulunmamaktadır. Türkiye’de din eğitiminin nasıl verileceği hukuken belirlenmiştir ve bu durum bütün vatandaşlar için geçerlidir. Bu noktada diğer Türk vatandaşlarına tanınmayan bir hak ya da ayrıcalık Lozan Antlaşmasına dayanılarak talep edilemez.
Lozan Antlaşmasının 45. maddesi ile bu kesimdeki hükümlerle Türkiye’nin gayrımüslim azınlıklara tanımış olduğu haklar, Yunanistan tarafından kendi ülkesinde bulunan müslüman azınlık için de tanınmıştır. Dolayısıyla çok taraflı bir uluslararası antlaşma olan Lozan’da sadece Yunanistan ve Türkiye için karşılıklılık şartı getirilmiştir. Burada her iki ülkede yaşayan ve azınlık statüsünde vatandaş olan belirli gruplara tanınan hakların garantisi olmak üzere karşılıklılık ilkesi benimsenmiştir.
Lozan’da belirlenen karşılıklılık ilkesi çerçevesinde HRO için tartışılacak bir husus yoktur. Celal Bayar lisesine Türk öğretmen tahsisi veya Atina’ya cami yapılması HRO’nun karşılığı olarak ileri sürülemez. HRO’nun için karşılıklılık Yunanistan’da İslam ilahiyatı veren, yabancı ülkelerden öğrenci kabul eden, tedrisatı Yunan devletinden bağımsız olarak belirlenen bir özel okuldur.
Sonuç olarak Lozan kapsamında garanti altına alınan azınlık hakları hiçbir şekilde Patrikhanenin talep ettiği statüde bir okula izin vermemektedir. Madde 40 azınlıklara imtiyaz öngörmemekte; farklı hukuk uygulamasının önünü açmamaktadır. Garanti altına alınan husus azınlıklara ayrımcılık yapılmayacağı ve diğer Türk vatandaşları ile eşit muame görecekleridir.
HRO’nun Patrikhanenin istediği şekilde Türk hukukuna aykırı olarak açılması, Patrikhaneye imtiyaz verilmesi anlamına gelmektedir. Lozan’da imtiyaz kabul edilmemiştir. Ayrıca yabancı öğrencilerin eğitim göreceği bir okulu da azınlık okulu olarak ortaya koymak ve bunu azınlık hakları çerçevesinde ele almak her şeyden kavramların nasıl yanlış kullanılarak kafa karışıklığına yol açtığını göstermektedir. Lozan’da azınlıkların din özgürlükleri ve eğitim hakkı garanti altına alınmıştır, yabancıların değil!!
Lozan Antlaşmasında azınlık hakları bireysel anlamda korunmuş kollektif haklar verilmemiştir. Osmanlı millet sisteminden kaynaklanan çok hukuklu teokratik sistem yerine tek hukuklu laik demokratik bir sistem gelmiştir. Bu sistemde herkes eşittir ve kimseye imtiyaz verilmeyecektir. Azınlıkların devlet ile olan ilişkisinde artık milletbaşları aracılık etmeyecektir. Bu itibarla HRO’nun yeniden faaliyete geçmesi meselesinde kavramlar doğru kullanılmalı ve şu anki hukuk kurallarına göre okulun nasıl açılacağının formülleri geliştirilmelidir.
Patrikhanenin istediği şekilde tümüyle kendisine bağlı, YÖK sistemi dışında, istediği yabancı öğrencileri kabul edebileceği uluslar arası teoloji okulu Türk hukuk sistemine karşı bir dayatmadır. Bu konuda pazarlık yapılamaz. Türkiye’yi bu dayatmayı kabule zorlayacak hiçbir uluslar arası kural yoktur.
Azınlıkların dinadamı yetiştirme özgürlüğü elbette ki teminat altına alınmalıdır. Ancak ruhban olmak isteyen yeterince azınlık mensubu yok diye yabancı öğrencilere Türkiye’de teoloji eğitimi verme konusunda Türkiye’nin uluslar arası bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Azınlıkların din özgürlüğü ve din adamı yetiştirme özgürlüğü azınlık statüsünde olan vatandaşlar için geçerlidir. Sırf Patrikhane veya küresel aktörler öyle istiyor diye TC’nin kendi Anayasa ve kanunlarına aykırı şekilde uluslar arası teoloji okulu açma mecburiyeti yoktur. Konunun azınlık meselesi ile de ilgisi bulunmamaktadır.
Türkiye Patrikhanenin dayatmalarına karşı savunmaya geçmeden, Ortodoks teolojisi eğitimi veren bir okulun Devlet üniversitesi veya vakıf üniversite bünyesinde açılmasını sağlamalıdır. Türkiye’deki diğer üniversitelerin sistemine tâbi olan bu okul için hiçbir imtiyaz düzenlemesi yapılmamalıdır.
Ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ne BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinde ne de herhangi bir uluslar arası düzenlemede özerk bir okul talebine temel teşkil edecek hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Maalesef bu durum gerek iç gerekse dış kamuoyuna yeterince açıklanamamaktadır.




II. PATRİKHANENİN EKÜMENİKLİĞİ MESELESİ

HRO için dayatılan ayrıcalıklı statü Patrikhanenin ekümeniklik iddiasını güçlendirmek amacıyla yapılmaktadır. Ekümenikliğin dini bir kavramı ifade ettiği ve TC’nin ilgilenmemesi gerektiği ileri sürülmektedir.
Bu kavram sadece dini nitelikte ise o zaman TC’den bunun tanınması neden talep edilmektedir? Cevap çok basittir. Ekümenikliğin siyasi ve hukuki sonuçları vardır ve bu sonuçlar TC kabul etmedikçe gerçekleşmeyecektir.
Ekümenikliğin kabulü demek Patriğin TC vatandaşı olma zorunluluğunun ortadan kalkması, Patrikhanede çalışacak yabancı din adamlarının serbestçe Türkiye’ye gelmesi, kalması ve çalışması, Patrikhanenin Türk hukukunun dışına çıkması ve uluslar arası hukuka tâbi olması anlamına gelmektedir . Bütün talepler Türkiye’nin bu şartları yerine getirmesi yönündedir. O zaman Patrikhane uluslar arası kişilik kazanacak, ekonomik güç olacak, ayni ve nakdi bağış kabul edebilecek, gayrımenkul satın alabilecek, yabancılarla sözleşme yapabilecek ve extra territorial statüye kavuşacaktır. Bir başka ifade ile Vatikan benzeri (onun gibi olması teorik olarak mümkün değil, bu nedenle benzeri) uluslar arası bir din kurumu olacak ve Türk hukukunun egemenlik alanından çıkacaktır. Bu durumun Türkiye lehine olmadığı yeni uluslar arası sorunlar çıkaracağı kaçınılmazdır.
Osmanlı Devleti kelimelerle uğraşan bir devlet olmadığı için Patriğin ekümenik sıfatını kullanmasına ses çıkarmamıştır. Ancak Osmanlı döneminde Patrikhanenin ekümenik bir yetki kullanması mümkün olmuş mudur? Hayır. Osmanlı’da hiçbir zaman yabancı biri patrik olmamış, yabancı din adamları Patrikhanede çalışmamış ve Patrikhane Osmanlı hukukunun izin vermediği hiçbir yetkiyi kullanmamış, tümüyle Osmanlı’ya tâbi olarak varlığını sürdürmüş ve Osmanlı topraklarında hiçbir zaman ekümenik bir konsil toplayamamıştır.
25 Nisan 1862 Osmanlı Rum Patrikliği Nizamnamesi çok açık bir şekilde statüyü belirlemiştir. “Patriğin daire-i ruhaniyesi bilumum memalik-i Osmaniye”dir. Bu hüküm açıkça Patrikhanenin ekümenik olmadığını göstermektedir. Patrikhanenin ruhani yetkisi Osmanlı sınırları dışına çıkmamaktadır.
Patrik olacak kişinin babasından beri Osmanlı vatandaşı olması gerekmektedir. Patriği seçecek olanların da Osmanlı vatandaşı olması zorunludur. Dolayısıyla Osmanlı çöküş döneminde bile bir yabancının patrik olmasına, yabancılar tarafından patrik seçilmesine izin vermemiştir.
Yine Osmanlı döneminde Patrikhaneye tüzel kişilik verilmemiştir. Azınlıklar ilmi, hayri ve sosyal vakıflar kurmuşlardır. Bu vakıfların kendi tüzel kişilikleri adına gayrımenkul edinme imkanı 1328 (1912) tarihli “Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun” ile getirilmiştir. Cumhuriyet döneminde de 1935 tarihinde Vakıflar Kanunu çıkarılmış ve azınlık vakıflarının bütün mallarının Vakıflar İdaresine bildirilmesi istenmiştir. 1936 Beyannamesi vakfiyesi olmayan vakıflar için vakfiye hükmünü taşımış ve o tarihten önce tartışmalı olan tüzel kişilikleri hukuken kabul edilmiştir. Türkiye’de 75 adet Rum cemaat vakfı vardır ve bunların tüzel kişiliği bulunmaktadır. Ancak Patrikhanenin tüzel kişiliği yoktur. Bir kuruma tüzel kişilik hangi hukuk düzeni tarafından meydana gelmişse o hukuk sistemince verilir. Dolayısıyla yüzlerce yıl bu topraklarda bulunan Fener Rum Ortodoks Patrikhanesine ne Osmanlı hukuku ne de Türkiye Cumhuriyeti hukuku tüzel kişilik vermiştir. AİHM’in Patrikhaneye tüzel kişilik verme yetkisi yoktur. Uluslar arası hiçbir düzenleme Türkiye’yi bu kuruma tüzel kişilik vermeye zorlayıcı bir hükme sahip değildir. Yüzlerce yıllık kurum 15-20 yıllık politik süreçte kendisine biçilen siyasi rol için uluslar arası bir kişiliğe dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ekümeniklik meselesinin azınlıkların din özgürlüğü ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Tamamen siyasi olan bu talebe karşı Türkiye dik durmayı bilmeli ve hukuken haklı olduğu bu meselede geri adım atmamalıdır.
Patrikhanenin ekümenik olmadığı Lozan müzakerelerinde varılan sözlü anlaşma ile ortaya konmuş ve bir Türk kurumu olduğu, Türk hukukuna tâbi olacağı hususu sonraki dönem gelişmelerinde açıkça teyit edilmiştir. Laik hukuk düzeninde Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün vatandaşlarının din ve inanç özgürlüğünü garanti altına almıştır. Bu nedenle patriğin ekümenikliğini kabul etmeyen yada ayinlerde ona gerekli saygıyı göstermeyen Hıristiyan vatandaşlar arasındaki ihtilaflarda taraf olunmayacak, kamu düzeninin bozulmasına izin verilmeyecektir. Bu amaçla Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 13.06.2007 tarihinde verdiği ve Patrikhanenin Lozan Antlaşmasına göre ekümenik olmadığı yönündeki karar çok önemlidir. Böylelikle Patrikhaneye tâbi olmayan yada patriğe istenilen seviyede itaati inançlarına aykırı bulan Ortodoks vatandaşların dini inanç ve ibadet özgürlüğü korunacaktır.
Patrikhanenin ekümenikliğinin tanınmasının azınlıkların din özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Bu sıfat patriğin Türkiye dışında yaşayan Ortodokslar üzerindeki yetkisi ile ilgilidir ve uluslar arası hiçbir hüküm Türkiye’yi bu sıfatı tanıma yönünde emredici bir düzenleme getirmemektedir. Türkiye’nin yabancı din adamlarına TC vatandaşlığı vermesi siyasi bir tercihtir ve hukuki bir yükümlülüğün ifası değildir. Yabancı din adamlarına TC vatandaşlığı vermenin din özgürlüğü ile ilgisi olmadığı hususu da tartışmasızdır.
Patrikhanenin ekümenikliğinin Türkiye’nin AB üyeliğini kolaylaştıracağı savı da tümüyle mesnetsiz ve çocukçadır. Patrikhanenin ekümenikliği kabul edilirse yani Patrikhane uluslar arası bir kişilik olarak bağımsız ve özerk tüzel kişi olursa Türkiye’nin AB üyeliği artık bu kurumu ilgilendirmeyecek , kendisi direkt AB ile muhatap bir kurum haline gelecektir. Türk vatandaşı olmayan patrikler ve din adamlarından çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin siyasi meseleleri konusunda taraf olmasını beklemek sadece saflık değil, aymazlık olacaktır. Laik Türkiye Cumhuriyeti geçmişten kalan bu tarihi ve dini kurumu siyasi yetkilerle donanmış uluslar arası bir kurum yapma ve bu dayatmayı kabullenme konusunda hiçbir uluslar arası yükümlülük üstlenmemektedir. Bütün mesele bu hukuki gerçeği siyasilerin anlaması ve iç ve dış kamuoyunun bilgilenmesidir.











Kaynakça

http://www.radikal.com.tr/veriler/2003/ ... _95455.php

http://tr.wikipedia.org/wiki/Ruhban

http://tr.wikipedia.org/wiki/Ek%C3%BCmeniklik


http://www.millidusunce.net/index.php?o ... &Itemid=11
(lambo yazmıştır ben sadece kopyaladım)
Betrayer... In truth, it was I who was betrayed. Still, I am hunted. Still, I am hated. Now, my blind eyes can see what others cannot.
Kullanıcı avatarı
Despair
Mesajlar: 300
Kayıt: 05 Eyl 2011 22:51
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: Kingdom, One Piece,
Favori Anime: Black Lagoon, Claymore, One Piece, T.P.G.L

Her ne kadar Murak Bardakçı'yı sevmesemde önemli bir yazı bence. Bilken Üniversitesi'ni kuran İhsan Doğramacının hayatı ve yakın tarihe ait önemli bilgiler.
Murat Bardakçı
01 Mart 2010 Pazartesi, 00:12:48

Irak'ı Türkiye ile birleştirmek isteyen başbakanın damadıydı

Siz bu yazdıklarımı okuduğunuz sırada Türk eğitim tarihinin en büyük isimlerinden ve tanıdığım en önde gelen gerçek entellektüellerden "Hocabey", yani Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Ankara'da bir devlet töreni ile defnedilmekte olacak.
İhsan Doğramacı'nın hayat hikâyesini merak edenler, "1915'te Erbil'de dünyaya gelmiştir" ifadesi ile karşılaştıklarında Hocabey'in bir "Arap" yahut "oranın Türkler'inden biri" olduğu zannederler.
Doğramacı, bugün artık çok azı hayatta olan imparatorluk teb'asındandı, yani tam bir Osmanlı vatandaşı idi, 1915'te dünyaya geldiğinde nüfusa "Osmanlı vatandaşı" olarak kaydedilmişti. Büyükbabası Mehmed Ali Bey, "Meclis-i Mebusan" dediğimiz Osmanlı parlamentosunun Kerkük milletvekiliydi; babası Doğramacızade Ali Paşa da oranın "Emîrül-Ümerâ"sı, yani "Beylerbeyi".
Anne tarafından yine Erbil'in önde gelen zenginlerinden Kırdarzâdeler'e mensuptu. Neredeyse tamamını kurduğu üniversiteler uğruna harcadığı dillere destan servetinin kaynağı, ailesinin bir zamanlar yine oralarda sahip olduğu ve sonraları devletleştirilmekten kurtararak elden çıkartma imkânını buldukları petrol, geniş araziler ve bu arazilerin gelirleri idi.
İmparatorluk döneminde devlet adamlarının ve eyaletlerin önde gelenlerinin çocuklarının kendileri gibi önemli ailelerden kız almaları bir gelenek, hattâ iktidarın şartlarındandı. Bu geleneğe İhsan Doğramacı da uyacak ve hem Osmanlı başkentinde, yani İstanbul'da, hem de Birinci Dünya Savaşı sonrası Irak'ında çok önemli yeri olan bir ailenin kızı ile, Ayser Süleyman ile evlenecekti.
Ayser Hanım, hem anne hem de baba tarafından aslen Kafkasyalı olan ve 19. yüzyılın sonlarında Irak'a yerleşen bir aileden geliyordu. Annesi, Kafkasyalı mücahid Şeyh Şamil'in kuzeni Dağıstanlı Mehmed Fazıl Paşa'nın kızıydı. Mehmed Fazıl Paşa, askerî öğrenimini Rusya'da yapmış, Çar'ın muhafız kıt'asına alınmış, sonra İstanbul'a gelmiş ve Sultan Abdülhamid'in hizmetine girmişti. Askerlikten emekli olmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine süvari kumandanı olarak yeniden orduya dönmüş ve 1915'te Kuttülâmare yakınlarında İngilizlerle yapılan bir muharebede, 75 yaşında iken elinde kılıçla ön safta şehid olmuştu.
Doğramacı'nın kayınpederi, yani eşi Ayser Hanım'ın babası Hikmet Süleyman Bey ise, 1909'daki 31 Mart isyanını bastırdıktan sonra imparatorluğun sadrazamlığına getirilen ve 11 Haziran 1913'te bir suikaste kurban giden Mahmud Şevket Paşa'nın 30 küsur yaş küçük kardeşiydi.
Prof. İhsan Doğramacı'nın ilerki senelerde Irak'a başbakan olan kayınpederi Hikmet Süleyman Bey'in Cumhuriyet tarihimizde pek bilinmeyen ama önemli bir yeri vardır: Başbakanlığı sırasında iktidar ortağı olan Genelkurmay Başkanı Bekir Sıdkı Paşa ile beraber Irak ile Türkiye'nin bir federasyon şeklinde biraraya gelmesi için çalışmış ama çabaları İngilizler tarafından engellenmiştir.
Yakın tarihimizin bu az bilinen olayının ayrıntılarını, yandaki kutuda okuyabilirsiniz.

Kayınpederi zindana atılmış iktidar ortağı da vurulmuştu

MUSUL'daki askerî havaalanının bekleme salonunda, 1938 Aralığı'nın ilk haftasında birkaç el silâh patladı.
Kanlar içerisinde yere yuvarlanan üç kişi hemen orada can verdi... Ölenlerden biri Irak'ın o zamanki güçlü adamı Genelkurmay Başkanı Bekir Sıdkı Paşa, diğerleri de Paşa'nın koruması idiler.
Paşa, Türkiye'de Atatürk'ün vefatından sonra cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü'yü Irak Kralı adına tebrik etmek maksadıyla Ankara'ya gidecekti.
Irak o senelerde krallıktı ve tahtta Birinci Faysal'ın oğlu Birinci Gazi oturuyordu. Memleket 1932'de İngiliz himayesinden kurtulup bağımsız olmuştu ama British Petroleum şirketinin çıkarttığı petrolün miktarı her sene daha fazla oluyor ve üretim arttıkça, İngilizler de Irak'ta eskisinden fazla söz sahibi oluyorlardı.
Bekir Sıdkı Paşa'nın Musul'da bir suikastte can vermesinden sonra, Irak tam bir keşmekeş içine girdi. Ayaklanmalar ve darbeler birbirini takip etti ve Paşa'nın katilleri bir türlü bulunamadı...
Bağdat'ta, önce bir tutuklama furyası yaşandı. Bekir Sıdkı Paşa ile beraber iktidarın ortağı olan Başbakan Hikmet Süleyman, Kral Gazi'ye istifasını verdi ve bir müddet sonra yeni rejimin güçlü adamı Nuri Said Paşa'nın emriyle tutuklandı.
Hikmet Süleyman, İstanbul'da 1909'da yaşanan 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu'nun kumandanı ve sonranın sadrazamı Mahmud Şevket Paşa'nın kardeşi idi. Neyle itham edilerek tutuklandığı tam belli değildi ama idama mahkûm oldu. Her nedense idam edilmedi, iki sene boyunca ülkenin kuzeyinde bir zindanda kaldı, sonra affa uğradı ve bir daha siyasetle uğraşmaması şartıyla Bağdat'a dönmesine izin verildi...
Irak, Bekir Sıdkı Paşa'nın öldürülüp Hikmet Süleyman'ın da tutuklanmasının ardından, 1939'da bir başka garip ölümle sarsıldı: Kral Gazi'nin bizzat kullandığı otomobilin frenleri boşalmış ve bir elektrik direğine çarpan Kral'ın kafatası parçalanmıştı.
Kazanın aslında suikast olduğu ve herşeyi İngilizler'in desteğini alan Nuri Said Paşa'nın plânladığı söyleniyordu...
Gazi'nin yerini daha çocuk yaşta olan oğlu Faysal'ın almasıyla iktidar kavgası daha da kızıştı. Hükümeti devirme teşebbüsleri artık birbirini takip ediyordu. Nihayet 1958'e gelindi ve Bağdat 14 Temmuz'da yüzyılın en kanlı darbelerinden birine sahne oldu. Darbeciler genç kral Faysal'ı, ailesini ve Irak'ın bütün üst düzey yönetimini gece yataklarında parçaladılar. Kral Gazi'yi ve Bekir Sıdkı Paşa'yı öldürtüp Başbakan Hikmet Süleyman'ı da zindana attığı söylenen Nuri Said Paşa kadın elbiseleri içerisinde kaçarken yakalandı, linç edildi, cesedi bir kamyonetin arkasına bağlanıp sürüklendi, nihayet bir ağaca asıldı ve günlerce orada kaldı.
Irak'ta darbe ile başa geçenler artık sadece zulüm yapar olmuş, yol Baas Partisi'nin kana dayanan iktidarına, Saddam Hüseyin'e ve nihayet hâlâ devam eden Amerikan işgaline kadar uzanmıştı.
Bekir Sıdkı Paşa'nın öldürülmesinin ve Hikmet Süleyman'ın idama mahkûm edilmesinin sebebi ise, seneler sonra ortaya çıkacaktı.
Başbakan Hikmet Süleyman ve iktidar ortağı Genelkurmay Başkanı Bekir Sıdkı Paşa, 1930'lu senelerde Irak ile Türkiye'nin federasyonu andıran bir biçimde birleşmesine çalışıyorlardı. Her ikisi de defalarca Ankara'ya gidip Mustafa Kemal ile görüşmüş ve ne şekilde bir federasyona gidileceğinin hazırlıklarını yapmışlardı.
Ama, ortada çok büyük bir engel vardı: İngilizler...
Petrol zengini Irak'ın geleceğini elinin altında tutmak isteyen İngiltere'nin böyle bir gelişmeye asla izin vermeyeceği bilindiğinden, görüşmeler büyük gizlilik içerisinde yapıldı. Bekir Sıdkı Paşa'nın ve Hikmet Süleyman'ın Ankara ziyaretleri rutin birer diplomatik gezi şeklinde gösterildi ama İngiltere'nin çalışmalardan haberdar olması üzerine herşey bir anda değişti. Ankara'ya gitmek ve anlaşmaya son noktayı koymak için Musul'da aktarma yapacağı treni bekleyen Bekir Sıdkı Paşa öldürüldü, Hikmet Süleyman zindana atıldı ve İngilizler daha sonra yeni başbakan Nuri Said Paşa vasıtasıyla Kral Gazi'yi de ortadan kaldırıp Irak'ın bütün petrolünü kontrolü altına aldılar.
Bütün bu yazdıklarımın şu anda hayatta olan bir şahidi vardır: Sabık politikacı, maliyeci, yazar ve gerçek ve güçlü bir entellektüel olan Cahid Kayra... Cahid Bey, federasyon çalışmalarının ayrıntılarını seneler sonra Türkiye'nin Musul petrollerindeki hakkı konusunda görüşmeler yapmak üzere Bağdat'ta bulunduğu sırada Hikmet Süleyman'dan bizzat dinlemişti.
Ayrıntıları şimdiye kadar tam olarak ortaya çıkmamış olan bu federasyon teşebbüsünü bugün yazmamın sebebini tekrar hatırlatayım: Rahmetli İhsan Doğramacı, Irak Başbakanı Hikmet Süleyman'ın damadı idi.
Bütün bunları okuduktan sonra, kurulmasına uğraşılan federasyonun gerçek olduğunu ve Türkiye ile petrol ülkesi Irak'ın taaa 1937'de güçlerini birleştirdiklerini bir hayal edin...
Teori ve karakter tanıtımlarım için tıklayın
Kullanıcı avatarı
Diabolus Ipsum Amans
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesajlar: 12053
Kayıt: 18 May 2010 22:56
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas
Favori Anime: One Piece
Konum: OutLanD
İletişim:

DEVİRİM İLE DEVİRMECİLİK ARASINDAKİ FARKI BİLEMEYEN GENÇLERE!
Gazanfer Eryüksel :GENÇLİK VE DEVRİM ÜZERİNE...

1961 – 1971 sürecinden gerekli dersleri alamayan gençlik liderleri, 1974 affından sonra yaşanan ve 12 Eylül 1980’deki Amerikancı darbeyle biten dönemden de yeterli çıkarımları yapamamışlar, 1980 – 2012 arasındaki 32 yıl, karşıdevrimin baş rolü oynadığı yıllar olmuştur.
1980 öncesinin gençlik hareketlerine öncülük edenler veya öncülük etmeye çalışanlar; a) Biz yenildik, diyerek mücadele dışı kalmışlardır… b) Eski bakış açılarından yola çıkan söylemlerini sürdürerek eylemli yapılarını sürdürmek isteyenler ise halk desteklerini çoktan kaybetmiş olmaları nedeniyle kapalı devre yapılara dönüşmüşlerdir… c) Sistemin yedeğine takılarak emperyalizmin değirmenine su taşımışlardır… d) a,b,c şıklarının ortak paydası, toplumu, dünyayı ve devrimi anlayamamaktan ibarettir. Bir diğer deyişle baş çelişme ve baş düşman tespitlerini yapmada gösterdikleri zafiyettir.
Dedikten sonra gençlik ve devrim meselesine gelebiliriz.
Gençlik, bir sosyal sınıf değildir ve bu haliyle tek başına devrime önderlik etmesi beklenemez ve beklenmemelidir. Ancak gençlik, bütün devrim süreçlerinin olmazsa olmazı, süreci hızlandıranıdır. Kimyadan bir benzetme yaparsak gençlik katalizördür.
Meraklısı için parantez: (Katalizör, bir kimyasal tepkimenin gerçekleşmesi için gerekli olan aktivasyon enerjisini düşürerek tepkime hızını artıran, tepkimede değişikliğe sebep olduğu halde kendileri tepkimeden etkilenmeden çıkan, yani fiziksel veya kimyasal yapılarında bir değişiklik olmayan maddelere verilen addır.)
Gençlik, her dönemde gençliktir. Sınıfsal bir özelliğe sahip değildir.
Yıldırım Koç, “Gençlik ve Atatürk” başlıklı yazısında gençliği söyle tanımlar.
“Genç, deli kanlıdır; girişkendir.
Genç, kurulu düzenle, sistemle bütünleşememiştir.
Genç, baslı ve sömürüye karşı daha duyarlıdır; özgürlükçüdür.
Genç, insanın çevresini ve dünyayı değiştirebilme gücüne sahip olduğuna inanır.
Genç, hayatın sıkıntılarının henüz köreltmediği bir özgüvene sahiptir.
Gencin sırtında yumurta küfesi yoktur.
Genç, enerji, coşku ve inanç doludur.”
İşte bu özellikleri nedeniyle toplumsal muhalefetin ve devrim süreçlerinin olmazsa olmazı gençlerdir, gençliktir. Ne demiştik? Sınıfsal bir özelliğe sahip değildir. Ne işçidir, ne köylü, ne de egemen sınıf temsilcisi… Aile kökeni nereden gelirse gelsin ortak özellikleri bellidir.
Gelelim devrime…
Devrim, toplumsal bir yapının bir ileri evreye geçmesidir. Köleci tolumdan feodal topluma geçiş bir devrimdir. Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş bir devrimdir. Son sözümüzü açalım mı? Feodal toplumdan kapitalist topluma geçişte devrimin lokomotifi burjuvazi (kentsoylular) müttefiki ise yoksul, topraksız köylülüktür.
Gelelim Türkiye’ye…
Türkiye, 1838’de yapılan Hünkâr İskelesi Anlaşmasına kadar feodal bir devlettir. Dış dinamik olarak Avrupa’da gelişen kapitalizm gelişen sanayisi nedeniyle dışa açılmak yeni pazarlar bulmak ve hammadde ihtiyacını karşılamak zorundadır. Osmanlı Devleti bütün kapitalist ülkelerin iştahını kabartan bir coğrafyadır. Farklı inançlardan ve etnik kökenlerden oluşması onun bölünüp yönetilmesini kolaylaştırmaktadır. Ve en önemlisi 1838’den sonra Osmanlı Devleti dış dinamiklerin de etkisiyle yarı feodal ve yarı sömürge bir yapıya dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin parçalamasını geciktiren etken emperyalist devletler arasında paylaşım pazarlıklarıdır.
Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra Rusya’nın Ekim 1917 Devrimiyle devre dışı kalması diğer emperyalistlerin paylaşım pazarlıklarını kolaylaştırmıştır. Sevr Anlaşması Osmanlı’nın bir bölüşüm mutabakatıdır. Ancak…
Mustafa Kemal diye bir önderin tarih sahnesine çıkacağını hiç kimse hayal bile edememiştir. Çanakkale savunmasında örsle çekiç arasında çelikleşen bir ulus emperyalist işgale karşı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vererek ki dünya tarihinde bir ilktir bu, antiemperyalist mücadelenin çoban ateşlerini yakmıştır. Bu tarihten sonra hiçbir şey emperyalistler için eskisi gibi olmayacaktır. Anadolu’daki devrim ezilen ulusların liderleri tarafından günü gününe telgraf başında izlenmektedir. Mustafa Kemal ve Türk milleti kazandığında onlarda kazanacaktır.
Jön Türkler ile başlayan Türk devrin sürecinin Anadolu ihtilâlı yaşanırken Türkiye’deki sosyal yapıya bakmalıyız. Yarı feodal ve yarı sömürge bir devlet… Ne burjuvazi var, ne işçi sınıfı… Bu şartlarda Mustafa Kemal Paşa, her türlü etnik, dini siyasi ayrılığı öteleyerek Türk milletini tek çatı altında birleştirerek emperyalizmi, dâhili ve harici işbirlikçilerini denize dökerek dünya devrim tarihinde bir ilke imza atmıştır.
Bu devrim, millidir… Sınıfsal bileşeni ise toprak sahipleri, yoksul köylülük, esnaf ve olabildiğince tüccarlardır. Bu yapı içinde ister istemez askerler ve sivil bürokrasi ve gençler vardır. Bu katmanlar milli yapının hele bu sosyal şartlarda olmazsa olmazlarıdır. Ordunun katılmadığı devrim yaşanmış mıdır? İsterse karşıdevrim olsun…
Mustafa Kemal Paşa, yarı feodal ve yarı sömürge bir toplumsal yapıdan bir milli devrim çıkaran bir önderdir. Emperyalizme karşı mücadele eden bütün toplumlara önderlik etmeye devam edecektir.
Gelelim bu güne…
Bugün Türkiye’si devrimde geriye dönüşün başlamasıyla bu tarih bazı yorumlara göre 1946, bazılarına göre 1950’dir dense de geriye dönüş süreci 11 Kasım 1938’de başlamış, birinci tırmanma şeridine 1946’da geçmiş, 1950’de makas değiştirerek tırmanma hızlanmıştır. Bu tırmanmanın belirleyici etkeni feodal kalıntıların tasfiye edilememesidir. Dış etkenler İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra yeniden belirleyici olmaya başlamışlar, feodal kalıntılar üzerine giydirilen çok partili demokrasi müsameresi emperyalizmin en gerici unsularla birleşerek kendi çıkarlarına hizmet eden bir yapı inşa etmiştir. Halk Allah ile kanırılarak demokrasi müsameresi kurumsallaşmıştır.
Kendilerini merkez sağ olarak tanımlayan siyasi yapılar gündelik çıkarları sonucu toprak ağalarının ve tarikatların getirdiği paket oylarla sandıkta çıkmayı demokratikleşme olarak anlamış ve anlatmışlardır.
Bir süre sonra ise devrimle kurulan Cumhuriyet’ten bir Kürdistan hayalleri depreşen emperyalizm için ise Kürtçülük sol içinde kuluçkaya yatırılmıştır. Sevr’de yazılan ama yırtılıp atılan Kürdistan ve Ermenistan emperyalizmin not defterinden hiç silinmemiştir. Emperyalizm kendi çıkarları için her türlü yapıyı taşıyıcı anne olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. Nasıl paranın dini yoktur diyorsa emperyalizm ona hizmet için sağın da solunda, etnik kökenin ve inancın da bir önemi yoktur. Yeter ki emperyalizmin çıkarlarına hizmet etsin…
Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyoekonomik sürecinde gelişen kapitalist üretim ilişkileri bağlamında bir işçi sınıfı oluşmuştur. Bu süreç kaçınılmaz olarak sendikalaşmayı da getirecektir. Feodalizmin tasfiye edilememesi nedeniyle yarı feodal yapı egemenliğini sürdürürken giderek dışı bağımlılığı artan ekonomi kaçınılmaz olarak yarı sömürge yapıyı beraberinde getirmiştir. Feodal ilişkilerin önde göründüğü yapılarda ağa ve şeyh egemenliği sürerken, modern gibi görünen kesimlerde “kanaat önderi” denilen çakma ağa ve şeyhler oluşmuştur. Özgür birey ve özgürce karar vermek teorik ifadeler olmaktan öteye gidememiştir.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra toplum bir taraftan apolitize edilirken bir taraftan da özellikle 1990’dan sonra medya üzerinden “toplum mühendisliği”nin kobayı haline getirilmiştir.
28 Şubat 1997’de mıntıka temizliği yapılarak siyaset sahnesi yeni aktörlere hazırlanmıştır. 1996 tarihli Rand Corparation Raporu iki isimden söz etmektedir. Recep Tayyip Erdoğan Ve Abdullah Gül…
Merkez sağın raf kullanma ömrü bitmiştir. Merkez sol mu dediniz? Sosyal demokrasi denen ifadenin tarihi sürecinden habersiz “aslan sosyal demokratlar”… Tanzimat’tan beri tercüme reçetelere tutkun yapı artık yeniden hortlamıştır. Kopyala yapıştır… Tabelasında sol yazan ne varsa tercüme etmenin vahim sonuçları yaşanmaktadır. Komşusunun kullandığı ilacı içip alerji krizinden acile kaldırılan hastalık hastası bir yapı… Ve trajedi…
Türkiye hızla anayasa dayatmasıyla şehir devletlerine bölünme sürecine sokulmuştur. Toplumu uyarması, milleti bileştirmesi gereken yapılar ise iç operasyonlarla dönüştürülerek etkisizleştirilmiş ve tertibin figüranı olarak kullanılmaktadır.
Ekonomi makineye bağlı hastadır. Sıcak para ise ayakta tutulmaktadır. Yunanistan’dan daha büyük cari açık muhalefet için bile çanları çalmamaktadır.
Sendikaların başına AB çuvalı geçirilmiş ve devrimin lokomotifi raydan çıkartılmıştır. 12 Eylül 1980’deki sendikalı işçi sayısını 2012 Türkiye’si hâlâ yakalayamamıştır dersek gelinen tablo umarım özetlemiş olacaktır.
İşçi sendikalarında yalananlardan ders çıkaramayan toplum 1990’dan sonra başlayan kamu sendikalarında da parçalanmışlıkta işçi sendikalarını geçmiştir. Bir bilgi notu daha sendikalı memur sayısı işçi sayısını geçmiştir.
Türkiye’yi etnik temelde bölme tertibinin bir parçası sendikalar üzerinden oynanmakta etnik temelde sendikaların oluşması için çalışmalar bir ileri iki geri sürmektedir.
Ulus devleti oluşturan etnik kökenler (milliyetler) üzerinden anadilde eğitim kışkırtmasıyla şehir devletlerinin zemini açılmaktadır. Çerkesçe, Lazca kısa zamanda Kürtçeye eklenmiştir.
Cumhuriyet’i korumayacak Türk Ordusu’nun da başına çuval geçirilmiş, çeşitli tertiplerle Silivri ve Hasdal zindanlarına kapatılmıştır.
İngilizci, Fransızcı, Rusçu paşalara nazire tarih tekerrür ettirilmiş ülke ABD’nin BOP Projesinin Eş-Başkanı tarafından yönetilmektedir. Bu durum 34 kez kameralar önünde ifade edilmiştir. Tevatür filan değildir.
“Sıfır sorun” yaftalı dış politika ülkeyi bütün komşularıyla artı sorunlu hale getirmiştir.
Cumhuriyet’in tüm milli değerleri ağır saldırı altındadır. Tüm ulusal bayramlar yeni bir yönetmelikle dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Bu noktanın özeti şudur. Türkiye devrim sürecine girmiştir. Dâhili ve harici şartlar devrimi dayatmaktadır. Eğer süreç doğru yönetilirse, devrim treninin lokomotifinin hangi sosyal yapı ve müttefikleri olduğunu algılayan bir siyasi önderlik olur ve her türlü etnik, dini, siyasi ayrılık ötelenerek milli bir cephe kurulursa Türkiye yeniden tam bağımsız bir ülke olacaktır. Bu aşamada gençleri “haydi siz devrimi göreceksiniz…” diye öne sürmek 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini görmüş kuşaklar için fevkalade ürkütücüdür. Gençler devrimlerin olmazsa olmaz hızlandırıcı etkenleridir ama salt gençlerin devrim yaptığı görülmemiştir.
GAZANFER ERYÜRKSEL
Betrayer... In truth, it was I who was betrayed. Still, I am hunted. Still, I am hated. Now, my blind eyes can see what others cannot.
Kullanıcı avatarı
Articuno
Mesajlar: 1259
Kayıt: 12 May 2011 00:34
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece,The Breaker,Beelzebub
Bleach,Naruto,Code:Breaker
Favori Anime: Naruto,One Piece
Konum: Robot Lobisi

Alttaki metinler ekşi sözlük'ten "chevalier sans peur" isimli bir yazara aittir.Kendisinin pek çok konuda yazısı var.Ben denizcilik tarihi ile ilgili araştırma yaparken bulduğum iki metnini paylaşmak istiyorum.

Kalyon
► Spoiler Göster
Pruva Hattı Kalyonu
► Spoiler Göster
Resim
Kullanıcı avatarı
Ijou
Mesajlar: 1204
Kayıt: 13 Eyl 2011 11:58
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: Bleach
Favori Anime: Fullmetal Alchemist Brotherhood.
Konum: Kadıköy.

Yazı biraz uzun ama kesinlikle okumaya değer.

Osmanlılar Yakılmalımı, Tapılmalı mı?



Osmanlı devleti bir cihat ve şeriat devletiydi.

Osmanlı döneminin geriliği, yer yer Osmanlı döneminin ilkelliği, Osmanlı döneminin insancıl olmayan, tarihe saygısız uygulamaları bir anlamda Türk ulusunun, Türk ırkının, Türk soyunun tarihini ve şanlılığını da gölgeliyor.

Zaten dini ile dilini de değiştiren bir ulusa Osmanlı Devletinden başka yeryüzünde rastlanmamıştır.

“Şurası memnuniyetle hatırda tutulmalıdır ki, Türk milletinin asıl kütlesi Osmanlılık vasfını üzerine almamıştır. Hakikaten Anadolu halkı, her zaman saray ile onun etrafında toplanmış zümreye Osmanlı demiş ve kendini daima onun dışında tutmuştur.”

Osmanlılar 600 yıl boyunca Avrupa’da ve Asya’da haraç alıp insanları kılıçtan geçirdiler, cihat yaptılar ancak bu zulüm ve katliamlarla ayakta kalabildiler.

“Osmanlı’yı biz bugün inkar etmiyoruz, Osmanlıyı Mustafa Kemal Atatürk’ün buyurduğu bir şekilde, belgelediği biçimde, kanıtladığı biçimde bu anlamda reddediyoruz. Suçsa suç, hesabını da vermeye hazırız. Bu anlamda bir tarihsel ret davranışı içindeyiz”.

Şimdi Osmanlı Hanedanını Türk’lere ve Türk'lüğe bakışlarını genel başlıklarla inceleyim biraz.



OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞ TARİHİOsmanlı İmparatorluğun bilinenin aksine asıl kuruluş tarihi 1299 deği,l 27.Ocak.1300 dür.(Sultan Abdülhamit bilim adamlarına resmen 4 Cemaziyelula 699 olarak tespit ettirmiştir)



OSMANLIYI TÜRKLER Mİ KURDU?Osmanlı Hanedanının Oğuzların Kayı boyundan geldiği söylenir fakat böyle bir kesin delil ve ispat yoktur. İspatı tam olarak olmadığı gibi aksini savunan ve tarihe not düşülmüş ifadelere de bakmak lazım.

1597’de Şerefhan tarafından yazılan Şerefname 'de;

“Rum hükümdarı Fatih Sultan Mehmet” diye geçiyor.

Yunan ve Rum tarihçilerde Fatih Sultan Mehmet in Rum kökenli olduğunu söylüyor. Rumların o dönemde nüfus olarak çoğunlukta olduğu belli oluyor. Demek ki Türkmenler azınlıkmış.



OSMANLI TÜRK MÜ? TÜRKLÜĞÜ KABULLENDİLER Mİ?Araplar, İslam’ı dünyaya getiren kavim olduğu için Osmanlı’nın gözünde “kavm-i necip” idi. Yani “üstün ırk”!. Osmanlı onlara “üstün ırk” derken, onlar Osmanlı'ya “etrak-ı bi idrak” diyordu. Yani “idraksız (akılsız) Türk’ler”!. Bu deyim Osmanlı ricali tarafından da benimsendi. Sarayda seçkinler kendi aralarında konuşurken Türk halkını bu sözlerle niteliyordu.

Birçok tarihçi Osmanlı Türk mü, değil mi diye tartışır. Çoğunlukla Türk sayarlar, en çok da Türkiye deki tarihçiler Osmanlıyı Türk kabul eder; fakat hakikat aslında öyle değildir. Bütün deliller ise tam tersini ispatlamaktadır. Osmanlıya Türk dendiği özellikle son 100 yılda yazılmış kitaplarda görülür, daha öncesinde böyle bir şey yoktur. Avrupa Türk kelimesini ırki manada kesinlikle kullanmamıştır. Osmanlı ise hiç bir zaman kendine ne Türk demiştir, nede Türklüğü kabul etmiştir.

Geçmiş yüzyılda Jön Türkler ’in kendilerine bilinçli olarak Türk demelerinden önce, Türk kelimesinin ”geri kalmış köylü” anlamında kullanıldığını bilmekteyiz.

Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.

1913 tarihli "Mecmuai Ebuzziya" dergisinin 94. sayısında;

"Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece müslümanız. Buharalı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle Türkistan'ı zapt etmiş olan Araplardan başka bir şey değildir" demekle, kendisini ve Anadolu'da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu.

Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı "İslam'da Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve "Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok... gerekli olan şeriatı öğrenmektir," demiştir.

1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk’e Türklük benliği vermek isteyenlere "soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur. (Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.)

Bu tutum ve koşullar içerisinde "Türk" kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul'dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır.

Zaman içinde "Türk" yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez "Osmanlı Efendisine Türk' demek hakaret sayılmış", "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur. ( Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s.1)

Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar! arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı.

Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu. (Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253)

Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. Yabancılar, Türkleri "yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir" şeklinde yorumluyorlardı. (Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311)

Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı yönetiminin Türk’e olan yaklaşımı değişmemişti. 1874 yılında "Dünya Tarihi" kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, "Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türk’tür" görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti. ( Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26)

Abdülhamit'in Araplara ve İslamiyet’e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında "Türküm demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu". ( Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.)

Devletin dayandığı kendi halkına bu denli yabancılaşmasından olsa gerek, Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. (M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)

Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: "Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün “Türk” veya “Türkmen” olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin “eşek kafalı” anlamında, “Türk kafa” diye homurdanırsın." ( Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331)

Aynı yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin'in yayımladığı kitapta, "Ben bir Türküm dinim cinsim uludur" dizeleri yer alıyordu. Ancak, üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi. Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu. Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türk’e yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara göre Türkler; insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar...

İslam dininin Türkler üzerindeki etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya'nın Avrupa'ya karşı savaşan askeri oldu. Müslümanlık, Türk dehasına ters düştü. İslam, bu "Yarı Çinli ’lerden” "Acımasız İranlılar" yarattı. ( Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308)

1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere ”soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur.

Ziya Gökalp, eserinde şu bilgileri veriyor:

”Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile, ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiç bir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti” (Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, S.34).

”Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri siyasi idaresine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf haline geliyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türklere millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı ile bakardı. Osmanlı Türk’e daima eşek Türk derdi…” (Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, S.2)

Falih Rıfkı Atay ise şunları yazıyor:

”Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum.Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık...

Okullarda da Arap ’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.” (Rıfkı Altay, Batış Yıllar).

Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, ”hangi milletten” olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türküm Efendim” diyor. Bunun üzerine Paşa ”Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mı? Bak ben de Türküm” diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ”Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha” diye sevinçle karışık hayret ifade edince, Vefik Paşa ”Paşa da kim oluyormuş, Padişah da Türk, Padişah da” diye haykırıyor. Sonra, imparatorluğun iki dertli ihtiyarı, sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp, Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar. (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, s.238).

Gerçek şudur ki Osmanlı hanedanı birazda saltanatının diğer soylu Türk ailelerince de tehdit edilmemesi için özellikle devletin üst kademelerine ve orduya Türk soylu halkın geçişini tamamen engelleme yoluna gitmiştir. Bunun yerine devlet adamı ihtiyacını Avrupa ülkelerinden 7 yılda bir ve her bölgeden en az 40 kişi olacak biçimde, 12-15 yaşlarındaki sağlıklı ve akıllı çocukları ailelerinden zorla koparıp Enderun ve yeniçeri ocağında yetiştirerek karşılama yoluna gitti. Yani bahtsız Anadolu Türklüğüne kendi soyundan gelen bir devlette hem ordu hem de devlet yönetimi yolu kapanmış oldu.

Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. Bu belgelerde Tek bir Türkçe kelime yoktur.

Şu an Anadolu’da ki eski şehir, ilçe vs isimlerinin çoğu Cumhuriyetin ardından değiştirilip Türkçeleştirilmiştir. Mesela İstanbul’un resmi ismi 1930’lara kadar Konstantiniye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” manasına gelir. Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul yapılmıştır. Osmanlı kayıtlarında da 1920’lere kadar İstanbul’un adı Konstantiniye diye geçer. Ki zaten İstanbul kelimesi de Yunancadır.

İstanbul: Grekçe; Eis Ten Polin (Şehire doğru),

Osmanlının Constantinopoli feth edip İstanbul yapması tarihi bir yalandır. İstanbul adı 1930’da verilmiştir. (Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440.)

Büyük Türk İmparatoru Timur’un 2. Beyazıt’ı 1402 ‘de yendikten sonra , “ Bre Frenk dölü Yıldırım” diye kafese koyduğunu ve 8 ay öyle dolaştırdığını da anımsatmak ve neden Yıldırım’a “Frenk Dölü” dediğini de sorgulamak lazım.



OSMANLI HİÇ BİR ZAMAN TÜRKÇE KONUŞMAMIŞTIROsmanlı hiç bir zaman Türkçe konuşmamıştır. Osmanlıca Arapça ve Farsça karışımı dildi. Bilinenin aksine Osmanlıca denen yapay dil Türkçe değildir. Türkçede çok fazla Arapça ve Farsça kelime olduğu için böyle sanılıyor. Osmanlı da saray dili Persçeydi. Osmanlının kullandığı alfabede Pers alfabesiydi. Arapça ve Farsça yazan, konuşan ediplerin, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları sebepsiz değildir.

Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmamıştır.

Ne dini, ne dili, ne ırkı, ne davranışı Türklükle alakası olmayan Osmanlıya “Türk” demek kadar komik ve saçma bir şey olamaz. Dünyada böyle bir şey ne görülmüştür, nede duyulmuştur. ( Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.)



OSMANLI PADİŞAHLARI, ŞAİR VE YAZARLARIN TÜRKLERE BAKIŞIOsmanlılar, Ermenilere “millet-i sadıka” (sadık millet), Araplara “kavm-i necip”
(üstün ırk) derken, Türklere; “edrak-i biidrak (idraksiz Türkler ) ve etrakı napak
(pis Türkler) demişlerdir.

1466 yılında yapılan bir derlemede,

"Türk iti şehre gelince Farisice ürer" denilmektedir.( Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118)

Osmanlı devşirmelerinden biri olan Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyledir:

“ Sakın Türkü insan sanma,
bir an bile olsa Türk’le birlikte olma,
Türk eline şeker alsa, o şeker zehir olur,
Türkün başını keserken sakın gam yeme,
babanda olsa Türkü öldür.”

(Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121.)

Osmanlı şairi olan Nef 'i den bir söz;

"Tanrı Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır"

Osmanlının en önemli tarihçisi kabul edilen Naima, Türkler hakkında şu
benzetme terimleri kullanır:

Türk-i bed-lika (çirkin yüzlü Türk)
nadan Türk (cahil Türk)
eirak-i bi-idrak (hiçbir şey bilmeyen Türk)
Baki 'nin Kanun Sultan Süleyman ‘a sunduğu şiirden;
''Her tac olmaz fahr-u fena ehline sertac
Türk ehlinüney hace başı biraz kabadır.''

Türkçesi;

“Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olmaz
Ey Hoca, Türk toplumundan olanın başı kabadır,
sultan olma yeteneğinden yoksundur.”

Osmanlı yönetiminde Türk'e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden
kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

"Türk değil mi, Merzifon'un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı."

(Özer Ozankaya, a.g.y., s.121)

Ancak Türkün şiire verdiği yanıt !

“ Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eğeri kaltak Osmanlı,
Ekmede yok biçmede yok,
Yemede ortak Osmanlı “

(Özer Ozankaya, a.g.y., s.121), (Prof. Dr. Faruk Sümer’den aktaran Ş. Keçeli, 1995, s. 79 )

Son Padişahı Vahdettin'in yayımladığı bu bildirilerden birisinde su tümceler yer almıştır;

"Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk (kuşkulu...) ve mahlud beş-altı milyonluk cahil bir kitledir."

Türkçesi;

"Türkler; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür".

Osmanlı Devletinin Türklere hakaret ettiği, sövdüğü başka manzumeler mevcuttur. (Osmanlının arka perşeği)

Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır:

"Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler,
ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler,
fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar."
(Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.)

Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. (Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.)

Osmanlı Efendisine Türk demek hakaret sayılmış, "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur. Yani Türk kelimesi aşağılamak ve küfür yerine kullanılırmış. Irki bir anlam taşımıyor ve sadece cahil köylüleri aşağılamak söylenirdi. (Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s.1).

Osmanlı Hanedanı Türkmen halk ozanı olan Yunus Emre’yi yasaklamıştır.

Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır:

"Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok.” Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır.

Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır. (Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.)

Koçu Bey, 4. Murat'a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:

"...mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene, Tatar, Kurt, ecnebi, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler..."

"Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu." Bu sözler yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu. (Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145)

Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih Sultan Mehmet bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir.

Yine sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.000 insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucunun yanıtı

"Vurun şu pis Türkün başını" olmuştur.

Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu'nun evladı Türk’tür.

Son Padişahı Vahdettin'in yayımladığı bu bildirilerden birisinde su tümceler yer almıştır;

"Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk (kuşkulu...) ve mahlud beş-altı milyonluk cahil bir kitledir." Türkçe'si; "Türkler; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür".

(Vahdettin'in El Ahsam Gazetesinin 16 Nisan 1923 günlü sayısında Osmanlıca ve Arapça yayınlanan bildiriden.)

Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu:

"Türk adı nadiren kullanılır, onun iki şekilde kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın”.

Kendi anlayışlarına uyamayan, Temmannai, Ümmi, Figani, Nefi gibi şairleri de katlettirmiştir.

Fatih Sultan Mehmet “ Devrinde sevilen bir hükümdar değil, milletin canına okumus”
( Prof. Dr. İlber Ortaylı -Osmanlı Tarihçisi , Hulki Cevizoğlu-Ceviz Kabuğu Programı, Show TV, 23.07.1999)



OSMANLI DEVLET YÖNETİMİNDE TÜRKLER YOKOsmanlı hanedanı birazda saltanatının diğer soylu Türk ailelerince de tehdit edilmemesi için özellikle devletin üst kademelerine ve orduya Türk soylu halkın geçişini tamamen engelleme yoluna gitmiştir.

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. (Hikmet Bayur, a.g.y., s.15.)

Devlet-i Aliye Devri'nde, Başbakanlara, Sadrazam deniyordu.

Osmanlı tarihi süresince, 623 yıl toplamda 215 sadrazam oldu. Bunlardan 78’inin Türk asıllı olduğu iddia ediliyor! ki, bunlardan yalnız 4’ü Türk’tür.

Karamanlı Mehmet Paşa,
Çandarlızade İbrahim Paşa,
Piri Mehmet Paşa,
Manisalı Lala Mehmet Paşa.

Sadrazamların büyük çoğunluğu Türk soyundan değildi. Bu 78 Türk olduğu iddia edilen sadrazamlarda büyük olasılıkla uydurmadır. Böyle bir şey gerçek değildir. Son yıllarda yazılan tarih kitaplarında yer alır ancak. Eski tarih kitaplarında böyle bir şey yer almaz. Osmanlı vezirlerinin içinde tek bir Türk yoktur. (Hikmet Bayur, a.g.y., s.17.)

Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. Anadolu da tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu. (Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.)

Günümüz yaşayan en önemli Osmanlı Tarihçisi sayılan Ortaylının bizzat kendi sözleridir;

Osmanlı’da Türk ’lük hep köylülükle eşlendiriliyor, itaatkar olmayan, başına buyruk.
(Prof. Dr. İlber Ortaylı, Osmanlı Tarihçisi)

Ama Padişahların koruma ya da hassa kısmındaki askerleri, köle devşirme değildir.
Nedense işin için koruma girince bunlar birden Türk’lerden seçilmişlerdi.Karakeçili koluna ait olan özü Türk özel yetenekli insanlar bu kurumda yer almıştır. Bunların kayıtları yıldız sarayı defteri kayıtlarında bulunmaktadır. 2.Meşrutiyet ilanından sonra bu insanlar ve aileleri takibata uğramış birçoğu asılmış birçokları da canını kurtarmak için İstanbul’dan firar etmişleridir. Cumhuriyetin ilanından sonra sağ kalabilen bu insanların takibatları bizzat Atatürk tarafından kaldırılmıştır.



OSMANLININ TÜRK KATLİAMLARIYavuz Sultan Selim'in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk ulusu arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. Yönetime dayalı şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olur iken, Anadolu'da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili kendini koruma olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu'yu dil unsuru aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir.

Bu nedenle Anadolu'da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40.000 kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır. (Çetin Yetkin, Türk Halkı, S.161)

Yavuz Sultan Selim’in 40.000 bin Türkmen ‘i kesmiştir. Osmanlı devleti Türkleri teker teker kılıçtan geçirdiği halde nasıl olurda Osmanlı devleti 'nin Türk soyundan geldiğini söylerler. (Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.)

Kıyımlara fetvaları ile onay bile verilmiştir:

“Padişahım, bu Türkler at sırtında gezen bedevilerdir, çiğ et yemektedirler ve katilleri vaciptir” ( Hafız Hamdi Çelebi’nin fetvası )

Karaman Devleti yıkıldıktan sonra Osmanlılar tarafından, Enderun paşaları, ki bunların hepsi Balkanlıdır, Türk yoktur; 50 bin kadar Karamanlıyı katletmiştir ve hatta oradaki Karamanlı hocalar sormuştur, “ Bre efendiler “ demişler, “ nedir bu mezalmin şeyi?” “Biz intikam alıyoruz” demiş ( Prof. Dr. İsmet Taşdelen )

Yavuz Sultan Selim’in vahşiliğine bakın,

Yedi yaşından yukarı, yetmiş yaşından küçük yoksul 40 bin Anadolu insanını önce deftere kaydettiriyor ve bunları yalnızca bir kuşku üzerine katlettiriyor. Uzunçarşılı Hoca “Ne yapsaydı Yavuz, katletmese miydi” diyerek tarihe de not düştürüyor.

‘’Leş ve baş ile dolmuştu ordu yeri
Az bulunur çok eşyalar ele girdi
Kesti Türkmen boyunu Rum Padişahı
Kederlere düşen Uzun(Hasan) haddin bildi.’’
(Hoca Saadettin Efendi Tacü’t-Tevarih/ 3. cilt s. 133, adlı kitabında Otlukbeli Savaşı’nı anlatıyor.)

Yine Yavuz Sultan Selim katliamlarından bir örnek kaynak, İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı, Erzincan Kazası; diğeri de Harput Sancağı, 1521 yılında bu sancaklarda ve Anadolu’nun her tarafında bir arazi sayımı yapılmıştır. İsmet Miroğlu’nun kitabında, köylerin yüzde 74’ü boştur ve tek tek, isim isim o günkü isimlerini koymuş, bugünkü isimleri koymuş. Ve İsmet Miroğlu yorum yapıyor, diyor ki “ Bunlar Yavuz’un Çaldıran Seferinde (1514) ya da 15 Çaldıran Seferine giderken kıydığı, yok ettiği köyler ya da Çaldırana giden Yavuz’dan korkarak dağlara kaçan insanların köyleridir. Nitekim 1560’taki sayımda köylerde insanlar yaşamaya başlamıştır” diyor.

Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa, 8 yaşında masun bir çocuğu, sebepsiz yere boynunu kırdırtarak öldürtüp, kuyuya atmıştır. Aman dileyen insanlara Kuyucu'nun yanıtı ise "Vurun şu pis Türkün başını" olmuştur. (Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri ve Osmanlı Tarihçisi, Naima)

14 yıl sadrazamlık yapan, 2.Selim ve 3.Murat dönemlerinde devleti bir nevi tek başına idare eden Sırp bir papazın oğlu Sokullu Mehmet Paşa’nın da devşirme olması nedeniyle Türk düşmanlığı yaptığı tarih sayfalarında yer almıştır. Hatta Sokullu Mehmet Paşa’nın gerçek adı Uzun Mehmet Paşa’dır. Bu denli yetkilere sahip Sırp kökenli devşirme sadrazamın 14 yıllık saltanatı süresince asla serdar olarak ordunun başında harbe gitmemiştir. Osmanlı tarihçilerinin bile kabul ettiği diğer bir tenkit noktası ise kendi yakınlarını çok önemli makamlara getirmesidir. Kendisi pek bir Müslüman ama kardeşini de Pec Patriği yapıyor, Sırbistan’ın Patrikhanesi’ni yeniden ihya ediyor yani Fener’den kopartıyor!.



OSMANLI ANADOLUDAN ÇOK RUMELİYE DEĞER VERMİŞTİROsmanlının kuruluş yeri Bilecik’tir. Edirne Fetret Devri'nden sonra Osmanlı'nın başkenti olmuştur, 1413'den önce (daha doğrusu 1402'den önce) Osmanlı'nın başkenti Bursa'dır, Edirne 1413'e kadar sadece Osmanlı'nın Rumeli Beylerbeyliği'nin merkezliğini yapmıştır. Edirne'nin başkent olması Osmanlı'nın Rumeli'ye verdiği önemi, Rumeli'nin Osmanlı'nın anavatanı olduğu tezini doğruluyor. Osmanlının kökeni Rumeli dedir.

Zira bir batılı tarihçinin de dediği gibi Rumeli'deki toprakları Osmanlı İmparatorluğu için bir varlık nedeniydi, toprakları kaybedince o da çöktü tezi doğruluk payı içermektedir. (Balkan Savaşları ve sonrası)

Osmanlının başkentleri:

Bursa (1335-1365)
Edirne (1365-1453)
İstanbul (1453-1922)

Görüldüğü gibi başkentler Rumların nüfus olarak çoğunluk olduğu yerde kurulmuş. Başkentlerin Rumeli’de kurulması her şeyi anlatıyor. Osmanlı sadece Saraybosnada 232 han, 18 kervansaray, 10 bedeste ve 42 köprü yaptırmış diğer medreseler, binalar hariç. Yatırımlarda ve zenginlikte Rumeli her zaman Anadolu’nun ilerisindeydi.

Osmanlı Anadolu’ya pek yatırım yapmamıştır. Ne büyük çelişki.



OSMANLI SULTAN ANALARIOsmanlı padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan gelmiştir. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti.

Osmanlı yönetiminde birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım.

Osmanlı hanedanında yabancı kadınlarla ilk evliliği Orhan yaparak başlar, Yunan Theodora’yı eş olarak seçer ve bu gelenek devam eder.

İlk Osmanlı Padişahı Osman beyin annesinin Türk, Mo(n)gol veya Acem kökenli olduğuna dair rivayetler varsa da, bunlara ait bir kanıt bulunamamıştır. Osman bey denen birisinin olduğu da meçhul aslında.

Sözde Osman Beyin iki eşi vardı, Mal ve Bala Hatunlar. Her ikisi de Moğol asıllı olduğu iddia edilse de herhangi bir kanıt yok.

Orhan Bey: Osman Bey'in Mal Hatun isimli eşinden doğdu. Eşleri Rum asıllı Horofira (Nilüfer Sultan), Rum Asporçe ve Rum Theodora.

Murad: Horofira'dan doğdu. Eşleri Bulgar-Yahudi melezi Marya ve Bulgar Tamar.

Yıldırım Beyazıd: Marya'dan doğdu. Eşleri: Sırp kökenli Olivera, Devlet Hatun, Bulgar Olga, Maria, Angelina ve Anita.

Çelebi Mehmed: Olga'dan doğdu. Eşleri: Sofia, Anna, Veronica.

ll.Murad: Veronica'dan doğdu. Eşleri: Nache de la Bazory (Fransız), Mara Despina, Stella.

Fatih: Mara Despina'dan doğdu. Eşleri: Rum Zaganoz paşanın kızı Kornelya, Anna, Helen, Tamara.

2. Beyazıd: Kornelya'dan doğdu. Eşleri: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova.

Yavuz Sultan Selim: Annesi (Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova... tartışmalı). Eşleri: Polonyalı Helga (Havza Sultan), Sırp Aleksandra (Ayşe Sultan).

Kanuni Sultan Süleyman: Polonya'lı Helga'dan doğdu. Eşleri: Bir Rus papazının kızı Roksalan (Hürrem Sultan), Sicilya'lı Rozaline (Gülfem Hatun).

2. Selim (Sarı Selim Roksalan'dan doğdu. Yahudi Rasel (Nurbanu Sultan). Sarı Selim, kızı Esmahan'ı Hırvat kökenli Sokullu Mehmet Paşa ile evlendirdi.

3. Murat: Raşel'den doğdu. 130 cariyesinden 112 çocuğu oldu. Eşleri: Venedik'li Sofia Baffo (Safiye Sultan), Polonyalı Mona (Mihriban Sultan), Macar Ninuska ( Nazperver Sultan ), Rus Olga (Şahhüban Sultan), Romanyalı Meri (Fahriye Sultan).

3. Mehmet: Sofia Baffo'dan doğdu. Eşi: Yunanlı Helen (Handan Sultan), İspanyol Sinderella Violetta (Mahpeyker Sultan).

1. Ahmet: Helen'den doğdu. Eşleri: Rum Evdoksia (Mahfiruz Sultan), bir Rum Papazının kızı Anastasia (Mahpeyker Köşem Sultan).

1. Mustafa (Deli Mustafa 3'cü Mehmed'in eşi Sinderella Violetta'dan doğdu.

2. Osman (Genç Osman Evdoksia'dan doğdu.

4. Murad: Anastasya'dan doğdu. Eşleri:Keti, Anna (Atifet Sultan), Helena (Cihannüma Sultan).

1. İbrahim (Deli İbrahim 4'cü Murad'in kardeşi.

4. Mehmet (Avcı Mehmet Nadya'dan doğdu. Eşleri: Rum Evemia (Emetullah Gülnüs Sultan), Korsika'lı Bella (Afife Sultan), Romanyalı Cesika (Güner Sultan), Ermeni Flora (Gülbeyaz Sultan), Rum Helen (Hatice Sultan).

2. Süleyman: Katrin'den doğdu: Eşleri: Yok. Cariyeler: çok.

2. Ahmet: Lehistanli Yahudi Eva. Eşleri: Giritli Rum Yeremiye (Rebia Sultan), Mora'li Diana (Sayeste Sultan).

2. Mustafa: Evemia'dan doğdu. Eşleri: Rus Vera (Mahfiruze Sultan), Sırp Mari (Hafize Sultan), Giritli Rum Aleksandra (Saliha Sultan).

3. Ahmet: Rum Emevia'dan doğdu.

1. Mahmut: Aleksandra'dan doğdu. Eşleri: Fransız Julienne (Hatem), Sicilyalı Lili (Raziya), Macar Maggi (Tiryal), Rus Olga (Verdinaz).

3. Osman: Mari (Şehsuvar Sultan)'dan doğma. Eşleri: Sırp Olga (Ferhunde), Sicilyalı Olivya (Zerki). Cariyeler: Yok!

3. Mustafa: Gürcü Janet (Mihrisah Sultan)'dan doğdu.

1. Abdülhamid: İda (Rabia Sultan)'dan doğma).

3. Selim: Gürcü Janet (Mihrisah), Eşleri: Patricia (Afitab), Linda (Nefizar), Berti (Pakize), Alis (Tabisefa), Lisa (Hüsnümah), Rosa (Nurisems), Anna (Rafet), Magdalena (Ziybifer).

4. Mustafa: Bulgar Sonya (Seniyeperver Sultan)'dan doğma. Eşleri: Flora (Dilpezir), Adela (Seyyare), Sofi (Peykidil, Gloria (Sevkidil).

2. Mahmut: Fransız Aimee (Naksidil)'den doğma.

1. Abdülmecid: Rus Suzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz Ermeni, Bezmara (Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Şevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan - Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli.

Abdülaziz: Hamam natırı Çingene Besime'den doğma. Eşleri: Camelya (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis (Nesrin).

5. Murat: Fransız Vilma (Şevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone (Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Reşan) v.b.

2. Abdülhamid: Ermeni Verjin (Tirimüjgan Sultan)'dan doğma.

Mehmet Reşat: Rum Sofi (Gülcemal Sultan)'dan doğma.

Vahdeddin (5. Mehmet Abdülmecid'in karısı Henriet (Gülüstü Sultan)'dan doğma. Eşleri: Emine Nasik Eda ve saray bahçıvanının kızı Nevzut. Kökeni bilinmiyor; Çerkez olduğu iddiaları var.

(Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.), ( Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440)



OSMANLI TÜRKLÜĞÜ DEĞİL İSLAMİYETİ ÖNE ÇIKARMIŞTIROsmanlı döneminde bir Müslümanlaştırma politikası vardır, ancak Osmanlı devletinin Türkleştirme gibi bir politikası olmamıştır, çünkü Osmanlı zaten Türk değildi.

Osmanlı insanlara hurileri, gılmanları, vildanları vaat etmek yoluyla insanları Avrupa topraklarında, Asya’da, Afrika’da şehit ettiler. Bu şekilde yüzlerce yıl Türk kanını dökerek Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde genişlediler, bir emperyalist imparatorluk kurdular. (Prof. Dr. Ahmet Saltık )

Not. Huri: Huri kelimesi cennete kadın hizmetçi demektir.
Gılman: Gılman kelimesi ise yine cennette erkek hizmetçi demektir.
Vildan: Memeleri henüz daha yeni tomurcuklanmaya başlamış kız demektir.



OSMANLIDA HIRISTİYANLARA GÖSTERİLEN HOŞGÖRÜNÜN ZERRESİ ALEVİLERE VE ŞİİLERE GÖSTERİLMEMİŞTİROsmanlı’da Rumlara, Hıristiyanlara gösterilen hoşgörünün zerresi Anadolu’daki Kızılbaşlara, Alevilere gösterilmemiştir. Sadece bunlara değil Osmanlı’daki Türkmen, yani Osmanlı’nın hanedan dışındaki nüfusunun çoğunu oluşturan insanlara karşı Osmanlı Hanedanlığı’nın tavrı düşmanca olmuştur.(Hammer, Osmanlı Tarihi ve Hoca Sadettin Efendi,Tac üt Tevarih kitapları)

Osmanlı Anadolu’da şeriat dışı inanca sahip Hıristiyanlara, Rumlara karşı, Musevilere karşı hoşgörüyle bakılırken, şeriat dışı inanca sahip olan Anadolu’daki Alevilere karşı, Bektaşilere karşı yoğun bir baskı ve zulüm politikasının uygulandığını görüyoruz.

Ramazan’da oruç tutmadığı için insanların katledilmesi yönünde, cem yaptıkları için, semah döndükleri için, saz çaldıkları için insanların katledilmesi yönünde Ebussuud’a ait fetvalar var.

“Her nerede Kızılbaş taifesini görürseniz, orada katli vaciptir”.

Osmanlı hanedanı ayrıca Celali İsyanları adı altında 50 bin Şiileri katletmiştir (1606).



OSMANLI İSLAMİYETE AYKIRI DAVRANIŞI VE FATİH SULTAN MEHMET’İN HIRİSTİYANLIĞA EĞİLİMİOsmanlı İslamiyet’e de aykırı davranıyordu, “ Peygamberin “ Ben gidiyorum, benden sonra kendi idarecilerinizi kendiniz seçin” anlamında ki sözünün işaret ettiği nokta, bir çeşit cumhuriyet kastediliyordu. Osmanlı o kadar iyiydi de, niye Peygamberin bu, kendi idarecinizi kendiniz seçin anlamındaki sözüne uygun davranmadı, seçim yoktu da padişahlık devam etti bu kadar? Bu nasıl İslamiyet?.

Osmanlı Devletinin halifelerin göreve gelme usulünde tatbik ettiği saltanat usulü İslam’ın tavsiye ettiği usul değildir.

Fatih Sultan Mehmet’in Hıristiyanlığa merakı ve ilgisi olduğu tarih sayfalarında yer almıştır hatta Osmanlı Tarihçisi İlber Ortaylı tespitini dikkatinize sunmak isteriz. “Fatih'in şüphesiz itikadı olduğunu, fakat sofu derecesinde koyu bir Müslüman olmadığını belirtmiştir”.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in yanında sürekli Osmanlı veya Türk tarihçi değil de Rum tarihçisi Kritvulos bulundurduğu ise başka bir merak unsurudur.

Osmanlı, Sünniler dışındaki mezheplere ve Alevilere hoşgörü göstermediği gibi, hanedanının en önemli padişahlarından ve halifelerinden olan Fatih Sultan Mehmet’in kendisi Hıristiyanlığa meraklı ve hayrandı.

Fatih Sultan Mehmet’in açık açık Galata ’da ki genç rahibi tasvir ederek Hıristiyanlığı öven şiirini dikkatiniz sunmak isteriz.

Bağlamaz Firdevs’e gönlüni Galata’yı gören.
Selvi anmaz anda o selvi dilarayı gören.
Bir Frengi şiveli İsa’yı gördüm anda kim,
Lebleri dirisidir, diride İsa’yı gören.
Aklı fehmin dini, imanın nice zapteylesin,
Kafir olur mu Müslümanlar o telsayı gören,
Kevseri anmaz içtigü meyi nabı içen.
Mescide varmaz o vardıgu kilisayı gören.
Bir frengi kafir olduğun bilirdi Avniya,
Birini boynunda binnaru çelipayı gören.

Not. Avniya, Avni, Fatih Sultan Mehmet’in şiirlerindeki mahlası yani takma adıdır.

Şiirin Türkçeye çevrisi:

Galata’yı gören, gönlünü cennete bağlamaz.
Orada o gönüller açan selvi boyluyu gören, selvi ağacını anmaz.
Orada Frenk işveli bir İsa gördüm,
Hz. İsa’yı görmüş olanlar, onun hakkında,bu İsa’nın dudakları
Hz. İsa’yı dirilten dudaklardır dedi.
O eski efsaneye telmih var.
O Hıristiyan’ı gören Müslümanlar akıllarını, anlayışlarını, dinlerini,
imanlarını nasıl zapt edecekler,
Kafir olurlar mı bilemem, içtiği sarp şarabı içenler,
Cennetin şarabı kevseri anmaz, gittiği kiliseyi görenler mescide varamazla.
Ey Anvi ( yani Fatih Sultan Mehmet) Belindeki ve boynundaki zünnabı hacı görenler,
Onun bir Frenk kafiri olduğunu bilirler.

Not. Zünna: Papazların bellerine taktıkları kuşak.

Fatih Sultan Mehmet kendisi Müslüman olarak tanınmasına rağmen Hıristiyanlığa olan ilgisi de hiç yabana atılır gibi değildi.

Bakınız; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul Ortodoks Patrikhanesi lideri II. Gennadios ile görüşmesini betimleyen bir tablo, 1454 Fethin hemen ardından Fatih Sultan Mehmet şehrin onarımına başladı. Amacı Doğu Roma’yı yıkmak değil onu Osmanlı yapısı içinde diriltmekti. Kuracağı imparatorluk bir İslâm devleti olmakla birlikte Doğu Roma gibi kozmopolit bir yapıya sahip olacaktı. Bu amaçla şehirde Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi hahambaşı bulunması gerektiğine karar vermişti. 6 Ocak 1453’te Yorgo Skolaris'i yeni Ortodoks patriği olarak atandı. Bu yolla F.S.Mehmet Ortodoks kilisesiyle Katolik kilisesinin birleşmesini de engellemek istiyordu. Ayasofya camiye çevrildiğinden patriğe resmî makam yeri olarak Havariyun Kilisesi verilmişti. Aynı sıralarda şehirdeki yahudilerin hahambaşı olarak Moşe Kapsali atandı. 1461 yılında ise Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbulu fethettikten sonra İstanbulul’un tüm gelirlerini Türk olmayanlara vermiştir. (Prof.Dr.Halil İnalcık, İslam Ansiklopedisi ve Osmanlı Tarihçisi, Naima,Osmanlı Tarih Yazarı, Taner Timur)

Fatih Sultan Mehmet’in Hıristiyanlığa olan eğilimi apaçık görülmektedir.



OSMANLIDA BİLİME KARŞI DÜŞMANLIKYine Cihan Devleti olduğu öne sürülen hanedanın bilime, irfana, çağdaşlığa olan yaklaşımını gösteren bir kaç örnek vermek istiyoruz.

Tüm dünyanın en önemli haritacıların başında kabul edilen Piri Reis, Portekizlerden rüşvet aldı iddiası ile Osmanlılarca idam ediliyor, sadece bir iddia üzerine.

Yine Füzenin kaşifi olarak adlandırılan Lagari ya da Lagri Hasan Çelebi Osmanlılarca idam edilmiş!

Uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmet Çelebi yine 4.Murat tarafından idam ettirilmiş!.

3. Murat döneminde Astronom Takiyuddin tarafından yapılan İstanbul Rasathanesi, dönemin Şeyhülislam Kadızade Şemsettin Ahmet Efendi fetvasıyla top tutulmuştur!.

1812 yılında veba salgınını tedavi edilmek istenilirken Şeyhülislam‘ın fetvasıyla
“Allahın ilahi iradesine karşı çıkmaktır” diyerek engellenmiştir!.

1716 ’da savaşta şehit düşen Ali Paşa’nın kitaplarını, tarih, matematik kitabı var diye şeyhülislam Ali Paşa’nın vakfını yasaklıyor!.

Apaçık bir şekilde yukarıda verdiğimiz bir kaç örnekte de görüldüğü gibi Osmanlıların ilim irfana bakış açıları maalesef bundan ibarettir.



OSMANLIDA DEVŞİRME VE EĞİTİMMaalesef Enderun, Türklük açışından değil bir cümle, bir kelime dahi övgüye layık değildir.

Devşirme sistemi ile Hıristiyan çocuklarını ve dolaysıyla bunlara bağlı yer yer bazı halkları zorla asimile edilmiştir. Zorla Müslümanlaştırılmıştır. Dikkatinizi bir noktaya yoğunlaştırmak isteriz bu devşirilen çocuklar hep yoksul ve kırsallarda yaşayan çocuklardır, zengin, eğitimli ve şehirli -değillerdir. Daha kolay beyin yıkayabilmek için. Nerede Osmanlı hoşgörüsü, nerede insan hakları, nerede İslamiyet? Bu açıkça köleleştirme sistemi değimlidir? Osmanlı’da zaten kölelik sitemi mevcut iken devşirme ile kölelerine statü gereği bir kademe yükselterek yeni köleler katmışlardır.

Bu kölelik sistemi sayesinde Osmanlı Devletinde başta sadrazamlık olmak üzere üst düzey yönetimi, Hıristiyan kökenli devşirmelerin eline geçmiştir. Zoraki devşirmelerin ortak yönü şudur: Bu devşirmeler analarından, babalarından, kardeşlerinden, yurtlarından zorla sökülüp alınmış, mutsuz kişilerdir. Daha çocuk yaşlarında ailelerinden ve yurtlarından alınmış bu devşirmelerden çok az sayıda olanı Osmanlı’yı ve İslam’ı tam olarak benimsemiştir. Hayatları boyunca kin ve nefret duygularıyla dolu olarak bu nefretlerini Anadolu Türk halkına eziyet ederek açığa vurmuşlardır.

Osmanlı Devleti’ni yöneten devşirmelerin büyük çoğunluğu Anadolu Türklerini sürekli olarak aşağılamışlar, ellerine güç geçtiğinde asıp keserek, malını, canını, ırz ve namuslarını ellerinden alarak yapmadıkları rezillik bırakmamışlardır.

Bir örnek ile konuyu betimlemek gerekirse:

Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı Mehmet Paşa, Rum çocuğu bir devşirmeydi. Bu nedenle kendisi Rum Mehmet Paşa olarak anılırdı. Osmanlı’nın Karaman seferindeki kıyımın ve talanın durdurulması için padişaha yalvarmaya gelen yaşlı Türklere Rum Mehmet Paşa’nın verdiği yanıt aşağıdadır.

”Nice sızlanırsınız akılsız Türk’ler !
Vatanımın, Irkımın öcünü sizlerden Karaman ülkesinde almaya muvaffak oldum”

İlk 1481 yılından kurulan Galatasaray Lisesi 1868 yılında Abdülaziz tarafından Mekteb-i Sultani adında tekrar açıldı. Eğitim dili Fransızcaydı ve Türkçe yasaktı. Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi. Kurulduğundan beri Türkmenler hiç bir zaman alınmamıştır bu mektebe.

Gördüğünüz gibi Mektebi Sultanide Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi ama hiçbir zaman Türkçe öğretilmemiştir ve Türkmen öğrenciler hiçbir zaman bu mektebe alınmamıştır.

Bu nasıl Osmanlı ki Türkçe yasak ve Türkmen öğrenciler bu mektebe alınmıyor? Tarihte böyle bir şeye rastlanmamıştır. Osmanlının Türk olması mümkün değildir. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25.)



OSMANLI TARİHİNDE AİLE KATLİAMLARIOsmanlıda aile katliamları, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, babası Ertuğrul Bey ölünce, Kayı aşiretinin başına geçmek isteyen amcası Dündar Bey’i öldürmesiyle başlar. Tarih:1298

Ve sonu gelmeyen aile öldürtmeleri;

1.Murat, oğlu Savcıbey’in önce kızgın demirle gözlerini oydurdu, sonra da,astırdı. Tarih:1385.

Ayrıca iki de kardeşini öldürdü, Halil ve İbrahim’i. Tarih:1361

1.Beyazıt, Kosova Savaşı’nda babası I.Murat öldürülünce, o sırada savaşmakta olan kardeşi Şehzade Yakup’u hemen öldürdü.

1.Mehmet, kardeşi İsa Çelebi’yi boğdurttu. O sırada bir başka kardeşi Musa Çelebi de, ağabeyi Süleyman Çelebi’yi boğdurtmuştu. Sonunda I.Mehmet, kardeşi Musa Çelebi’yi de yenerek tahta çıktı. Tarih:1413

2. Murat, küçük kardeşi Şehzade Mustafa’yı boğdurttu. Öteki kardeşlerinin sadece kızgın demirle gözlerini çıkardı. Tarih:1421

2.Mehmet, 2 yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmet’i boğdurttu. Tarih:1444

1.Selim, kardeşi Şehzade Korkut’la Şehzade Ahmet’i ve 3 de yeğenini boğdurttu. Tarih:1512

1.Süleyman, büyük amcası Cem Sultan’ın oğluyla torunlarını boğdurttu. Tarih:1522. Kendi oğlu Şehzade Mustafa ile Şehzade Beyazıt’ı da boğdurttu. Ayrıca Şehzade Beyazıt’tan olma torunlarını da boğdurttu. Tarih:1553

3.Murat, 5 kardeşini boğdurttu. Tarih:1574

3.Mehmet, 19 kardeşini boğdurttu. Tarih:1566. Bir de oğlu Şehzade Mahmut’u boğdurttu.

2.Osman, kardeşi Şehzade Mehmet’i boğdurttu. Tarih:1621

2.Mahmut, tahttan indirilen kardeşi Sultan IV.Mustafa’yı boğdurttu. Tarih:1808


Biliyorsunuz ki Peygamberimiz 'Kim suçsuz bir kişiyi öldürürse o tüm insanları öldürmüş gibidir, kim de bir insanı kurtarırsa insanlığı kurtarmıştır diyerek Yaşama hakkının insan haklarından en önemlisi olduğunu söylemiştir.

Şimdi insaf ve akılla düşünün kundakta ki yavruları ve daha akil baliği olmamış çocukları dahi taht için, güya devletin selameti için öldürebilen insanların ilahi hükmü nedir?

Bunların cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerden ne farkı vardır? Böyle insanlar bırakın önder olmayı, İslami önderler kabul edilebilir mi?

Bu anlattıklarımız Osmanlının aile cinayetleridir. Osmanlının işlediği toplu cinayetleri anlatmaya kalksak sanırım yerimiz kalmazdı. Böyle bir saltanatı İslami kabul edipte özleyenlere ne buyrulur ki?

Osmanlı tarihi süresince toplam 64 tane kardeş katli gerçekleşiyor.

Elmalılı Hamdi Yazır, Bediüzzaman gibi Osmanlının son döneminde yetişen büyük alimler de bu konuda Osmanlı padişahlarının yaptıkları hataları izah etmişler, kabul etmişler ve bunun İslam hukukuna göre kabul edilemez olduklarını söylemişler. ( Prof. Dr. Ahmet Akgündüz )

Hiçbir Osmanlı tarihçisi, hiçbir Osmanlı seyhülislamı lll.Mehmet ve lll.Murat’ın yaptığı,gerçekten de katliam denebilecek olan bu uygulamayı tasvip etmiyorlar ( Prof. Dr. Ahmet Akgündüz).

Fatih Sultan Mehmet, 11 aylık kardeşi Ahmet’i boğdurtmuş ve babasını katlettirmiştir.
( Türk Tarih Kurumu, 1985 basımlı, Prof. Dr. Selahattin Tansel Kitabı)
Hatta Fatih Sultan Mehmet kardeş katlini meşrulaştırmak adına özel kanunname bile çıkarmıştır.

Yavuz Sultan Selim, ll. Beyazıt yani babasını zehirletti,

Yavuz Sultan Selim, Şehzade Ahmet’i kardeşini boğdurttu.

Yavuz Sultan Selim, diğer kardeşi Şehzade Korkut’u boğdurttu.

Yavuz Sultan Selim, kardeşi Mahmut’un oğlu, yeğen. Şehzade Musa’yı boğdurttu.

Yavuz Sultan Selim, kardeşi yine Mahmut’un diğer oğlu Şehzade Orhan’ı ve Şehzade Emir’i boğdurttu.

Yavuz Sultan Selim, kardeşi Alem Şah’ın oğlu Şehzade Osman Şah’ı boğdurttu.

Yavuz Sultan Selim, kardeşi Şehinşah’ın oğlu Şehzade Mehmet’i boğdurttu.

Yani uzun lafın kısacası Osmanlı tümden aile katilcileridir ancak hakkını vermek lazımdır ki


Yavuz Sultan Selim tam bir kasapmış!




OSMANLI’DA “İNSAN YAKMA” VE “İŞKENCE” VAR MIYDI?Her ne kadar günümüz Osmanlı tarihçiler inkar da etseler, Osmanlı Devletinde “ müsle ” tırnak çekme metodu ile işkence mevcut idi.

Şimd sizlere tarih kayıtlarından örneklerini ve yaşanmışlıkları sunacağız.

Kastamonu Bey’ine verilen bir ferman.

“Müslümanların çoğunluğu yaramazlığına şahadet edip haber verdikleri kayda geçip
( Türkçesini yazıyoruz) tutanak örnekleri ve hakkında verilen şerefli fetva yüce katıma arz olunup, kendisi bazı suçlularla Bursa zindanında tutukludur diye bildirmişin. İmdi, adı geçenin ateşte yakılmasını emredip buyurdum ki …” Tarih 13 Rebiyükevvel 975, Miladi 1567. ( Ahmet Refik, Osmanlılarda Rafızilik)

Devam ediyoruz;

Osmanlı tarihçisi Ortaylı’nın kendi ifadesi ile, “Mahmut Paşa’da ‘Hurufileri’ ” yaktırmıştı. (Prof. Dr. İlber Ortaylı)

Not. Hurufi: Kuran’ın ve hadislerin harflerinden hareket ederek, Batıni ve gizli manalar vermek.

Yine, Şakaik-i Numaniye’de belge var. Mecdi’nin Şakaik tercümesinin 81. Sayfasında geçer, “Alimi fazılı kamil Mevlana Fahrettin’i Acemi Rahmentullah Teala”.

Burada, Edirne’de üç şerefli caminin avlusunda, bunların, Hurufilerin diri diri yakıldığında dair fetvası da vardır, tasdik belgesi de mevcut olup gerekirse Başbakanlık arşivinden kolayca bulunabilir.

Bu diri diri yakılma öyle büyük olmuştur ki, o dönemimin şairlerinden Mevlana Hamidi’nin Divan’ında Mahmut Paşa’ya yazdığı kasidede bu göklere çıkartılmıştır. “ ne iyi ettin de yaktın” (Ertaylan Yayını, S.10)

Bu olayların teferruatını merak edenlere kaynak; (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, numara 2418, varak 102 ve 103 a. Kitabın ismi Vefayatı Puriberlil Ulil Erbabıl El Mukteber)

Afyon Sandıklı ilçesine bağlı Emre kariyesindeki köylüler, o köydeki Bektaşi tekkesine Kadın, kız, çoluk çocuk sığınırlar ve Afyon Valisi, bu köylüleri diri diri, canlı canlı yakar.

Belgenin son bölümü “Hala Karahisar Sancağı Mutasarrıfı izzetlu, rifatlu Paşa Hazreti, şeriatmeap, faziletnisap Karahisar’da niyabeten” vesaire; “hakimüşerri” diye yazar …

Bu belgenin tarihi ise Recep 1196 dır, İstanbul Hükümetine gönderilen rapordur bu, bu belgede de, kadınlarla çocukların, 100 ün üzerinde insanın diri dir yandığını söylüyor. (Afyonkarahisar’da Meçhul Halk Tarihi, Edip Ali Bakı, 1951 Afyon, Afyon matbaasından çıkma)

Fatih Sultan Mehmet döneminde Sinan Paşa’ya işkence yapılmıştır.

“Sinan Paşa’ya yapılan işkence üzerine alim heyeti toplanıyor,Fatih’in ülkesini terk etmekle tehdit ediyor. Fatih buna ara veriyor,fakat hıncını alamıyor, Seferihisar’a sürgün ettiği Sinan Paşa’ya, arkasından doktorunu yollayıp “deli” dedirterek, tekrar işkence ediyor.Fatih öldükten sonra Sinan Paşa ancak İstanbul’a dönebiliyor.” ( Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl adlı kitabı)

Fatih Sultan Mehmet İsfendiyaroğlu ile olan bir gelişmeyi “ Fatih hadiseyi duyunca çok hiddetlenmiş ve tahkikata, incelemeye bile lüzum görmeden o köyün halkının öldürülmesini emretmişti. Yani 40 kadar Rum öldürtmüştü” ( TTK, Dr. Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynakları, Dukas’ın eserlerini de kaynak gösteriyor)

3. Murat, “Kadınlara işkence yaparak büyüden kurtulacağına inanıyordu” (Naima Tarihi)



OSMANLI’DA PADİŞAHLARIN SAPKIN CİNSEL TERCİHLERİBu başlıkta Osmanlı hanedanından gelme bazı padişahların cinsel tercihlerini ve davranışlarını göreceğiz.

Yavuz Sultan Selim, 1514 teki Çaldıran Seferi sırasında Şah İsmail’i savaş meydanında yendikten sonra, oralarda gördüğü 14-15 yaşında bir oğlan çocuğuna da diz çöküp ilanı-ı aşk etmiştir.

Fatih Sultan Mehmet, Patrik Natruras’tan oğlunu kendisine istemiştir

Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar,
(Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt 114.s., Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207.s, Çağatay Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda Karşıt Düşünce ve İdam Edilenler kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabında)

“Padişah yakınlarında bulunan ve iç sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe ile kapatılırdı“ ve bunu İslam hukukunda şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı;

“Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabbemret denilir”.

Cevdet Paşa kendi ifadelerine dikkat buyurunuz:

“İstanbul’da bizim delikanlı sevgililerimiz vardı”

“Tanzimat sosyal hayatta birçok değişiklikler getirdi ve erkeğin yerini kadın aldı”

“Ve bazı kişiler bu huylarından vazgeçmediler, gizli gizli erkek sevgilileriyle bir arada oldular.

Bunların en başında gelen Sadrazam Ali Paşa’ydı,” diyor. Hatta cümlesi şöyle geçiyor:

“Bu cihetle Ali Paşa’nın dairesi mesarifi şehriyye (yani aylık) üç dört bin altına vardı ve Ali nam çare bu delikanlısının mesarifi ( yani sevgilisinin masrafları ) efendiden bir ademin hanesini kibarane surette idare edebilirdi” diyor.

Padişahlar Cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı
(Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 1, S:114)

Fatih sıkı bir oğlancıydı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)

4. Murat'a annesi oğlan bulurdu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel hareminde bulunan ve cinsel ilişkide olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü ( St. Shaw, 1, S:203)

3. Murat'ın 130 çocuğu vardı (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:43)

3. Murat'ın annesi bulabildiği kadar oğluna günde bir bakire kız veriyordu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)

3. Murat, annesinin bulduğu iki cariye ile ilişkiye giremeyince, annesi büyü yapıldı sandı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:161-162)

Padişah 1. Ahmet beşikteki öz kızını sadrazamla evlendirdi (Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 2, S:587)

Paşa İbrahim, kızını 4 yaşında evlendirdi (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:63)

Padişah 3. Ahmet 5 yaşındaki kızını sokakta görüp beğendiği daha sonra da sadrazam yaptığı Ali Paşa'ya verdi (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:289)

Osmanlılar, Karaman kadınlarına tecavüz ettiler (Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Aşıkpaşaoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, S:40)

Sultan 4. Ahmet'in 700'den fazla cariyesi vardı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:244)

600 küsur yıl cihan devleti, şerri devleti olduklarını iddia eden Osmanlı hanedanının sapkınlıkları ortadadır.



OSMANLILARDA MÜZİK VE MUTFAK KÜLTÜRÜOsmanlı hanedanının Türk’lükten ne denli uzaklaştığını mutfak ve müzik kültürüne bakınca apaçık ortadadır.

Osmanlının mutfak kültürü orta Asya ’dan çok farklıdır. Osmanlıda zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı Bizans mutfağıdır. (M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)

Türk musikisi, sanat müziği denilen şey Bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. (Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.)



MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE OSMANLITürk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.

"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"

diye haykırıyordu.

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler.

Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır: "Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....

Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu.

İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; "Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali."( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25.)

İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk’e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul'dadır.

Atatürk de bir hatırasını şöyle anlatıyor:

”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, s.19).

Atatürk Halifeliği kaldırarak egemenliği gerçek sahibine, ulusa armağan etmiştir.

Atatürk hilafeti kaldırarak İslamiyet’e uygun davrandı aslında. Peygamberin sözü “ Benden sonra hilafet 30 sene devam edecek” nitekim aslında Hz. Hasan’ın hilafetiyle bu iş bitmiştir, Osmanlı neden devam ettirmiştir? Osmanlının çoktan beri kaldırması geren Hilafeti Mustafa Kemal Atatürk kaldırmıştır.

Atatürk “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlının reddi mirası temelinde kurduk”


Hazırlayan ve Derleyen: Mete Biricik ( İstanbul, Temmuz 2012)
Resim "Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor."
Cevapla

“Salon” sayfasına dön