Değerli arkadaşlar sitemizi ziyaret ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Forumu güncel tutmaya ve olabildiğince ilgilenmeye çalışıyoruz. Sitemize girince üye olup ilgilendiğiniz manga konularına mesaj atarsanız seviniriz.

Ölülerin Bekçisi 3. Kısım Kurdun Savaşı

Müzik, yazı, fotoğraf, resim, sinema, televizyon, opera vb ilgilendiğiniz sanat dalları hakkında yazabileceğiniz yer.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Ölülerin Bekçisinin Önceki Bölümlerinde

Greece ve Nickoy ekibiyle birlikte İlkdoğan Are'den kaçmak için son hızla lanetli olarak bilinen Büyük Carvith Kanyonuna doğru ilerlerler. Myrcid ile Falcon'un savaşına önce De Vion ardından da Hududun Bekçisinin devreye girmesi en sonunda da Diğer bir Tanrı olan Toran'ın da dahil olmasıyla iyice karışır. Falcon bilekliği Toran'a kaybeder. Bekçi ile Toran dövüşürken, Myrcid fırsattan istifade edip, Falcon'u öldürecekken Falcon'un dostlarından Bruno gelerek, Büyü gücü bekçi tarafından nerdeyse tamamen mühürlenmiş olan büyü Tanrısı Myrcid'İ öldürür.

Ve Tanrılar ilk kurbanını verir. Hükümsüzlerin ise başka planları vardır.



Bölüm 16 Özel Bölüm 1. Kısım Ouderbaque


“Solgun yapraklar geceleri düşmez derlerdi, ama o yapraklar ayrılmaya yüz bulduğunda kimin hükmü onların orada tutmasına izin verir ki. Bu hükmün bir sahibi yok bunu uzun zaman önce öğrendim. Biz bu hükme ne ulaşabilir, ne de varsa o hükmün sahibinden medet umabiliriz. Biz ancak, doğanın kuvvetini onlara aktarıp umut edebiliriz."

“Aktardığımız şey, onların yanlışa sürükleyecek kararlar içindeyse Ozan o vakit ne yapacağız.” dedi Greece, içindeki nefreti kusuyor gibiydi. “ Umut etmekmiş, Sthis’in halini gördün, Torano’nun halini gördün, Hükümsüzleri ve onların suretlerini de, hala umut var mı sence? Arz üzerinde Mycid’e saldırılırken dur da bir bak kendine bir bak bize, düşün biz bu savaşın taraftarı değiliz. Yüce Kedfith bize bu gücü bahşetmedi.”

“Kedfith’in bahşetme gücü yok.” dedi Ozan ağzındaki pipoyu sağa sola doğru sallarken “Hiçbir zaman da olmadı, Greece. Çocuklarda güçlü bir yan var, evet ben güçlü olmayan sıradan bir Ozan’ım ama hepsinin arkasındaki o yaşlı ama bencil düşünceyi görebiliyorum. Hükmetmek. Geçen konuşmamızda çocukları güçlü olmaları için damızlık gibi yetiştirmeye gönlün elvermediğini söyledin bana. Bu doğruydu, onlar bunun için yetişmeyecekler.”

“Ya ne için yetişecekler peki?” dedi Greece öfkeyle, “Walger’ı ya da diğerlerini hükümsüzlerin üzerine salmak için Elrohir bize o sözleri söylemedi mi Yüce Kedfith bize bunları iletmedi mi?”

“Onlar öyle söyledi, çünkü onlar öyle yapardı.” dedi Nickoy yüzü ciddi bir ifadeyle gerilmiş mavi gözleri kısılmıştı. “Bu bencillik insanları kullanmaktır, yıllarca Sendarlılar bu yüzden düşmanın önüne sürüldüler bu yüzden ya sonuçsuz meyvesiz galibiyetler için canlarını feda ettiler ya da Falcon gibi kibre bulandılar. Biz bunları yapmak yerine kendi düşüncesi kendi gücüne hasıl olan senin disiplin ve dirayetinle benim geçmiş ve gelecek derslerimle, Torano’nun büyüsü ve aklıyla yetişecek bu çocuklar.”

“Sonra” dedi Greece aksi bir tavırla, “Sonra ne olacak, yine yenilecekleri bir savaşa girecekler, Hükümsüzün önünde dikilmek, bunlar kolay mı sanıyorsun?”

“Kolay değil.” dedi Nickoy başını önüne eğdi. “Dediğim gibi sadece umut edebiliriz ama bu uğurda öleceklerse de seçme şansı sunularak bunu yapmalılar, Kedfith ve diğer yaşlı ilkdoğanlar ya da iktidar olmak isteyen diğerleri için değil korumaları gerek halklar için, masum çocuklar, yitip gidecek bir çok can için. Walger bunu yapabilir, Greece. O, babasının oğlu.”

Greece bir an Nickoy’a doğru sinirle baksa da onu öldürmemek için öfkeli bir hamleyle atını ileriye doğru sürdü, O bir keşişti, o uzun hayatı boyunca Kedfith’e tapınmış onu tanrısı olarak bellemişti. Son ana kadar halkını kurban eden tanrısının adaletli olduğunu savunmuştu aksine bu doğruydu da yine de Ozan, kelimeleri süslü olsa da içinde gerçekler vardı. Aklına o eski harabelerde çarpışırken Robin Harwart’ın bir sözü geldi.

“Biz özgür halklar bir çiçeği yaratmaktan acizken onlarca tanrı yarattık.”

Kaşlarını çatıp atını daha da hızlandırırken, yaşadığı o uzun hayatı getirdi gözlerinin önüne, Urier ile Estebon ile Keşiş akademisinde oynayışları, Nizoshnari Akademisinde gördüğü o uzun boyuyla ilk gördüğü andan itibaren vurulduğu Annebelia’yı. Gün geçtikçe şiddetini arttıran hocasını arkadaşlarını bir bir yutan İblislerin melun yaratık ordularını, diğer halklar bir bir düşerken İblislere dayanmalarını dayanırken her seferinde Tapınakta Kedfith’e ettiği dualar, buna rağmen Kralının Nodier El Mirharch’In giderek artan çaresizliği ve çaresizliği arttıkça onun kulağına zehir fısıldayan adamları, Kadiff Kardo’yu Kara El Evanir’i, Büyük Üstad’ın Urier’i ve diğer bir çok kişiyi kullanmasını, hepsi geçti bir bir gözlerinin önünden en sonunda ise Silvan’ın o alevler halinde altın kılıçla durması geldi aklına derin bir korku kaplamıştı o an içini.

Gökyüzündeki o kızıl işarete o yoğunluğa tekrar baktı, o gün halkı yok edilmişti, Ne için? Bunun cevabı belliydi, Nickoy’un sözleri bu yüzden vuruyordu onun yüreğini hakimiyet, o gün canlı canlı gördüğü şey Tanrıların hakimiyetine kast etmeye çalışan nerdeyse delirmiş bir adamı, tüm halkını yok edecek şekilde cezalandırmasıydı.

Bunu içinden atamıyordu Greece, çok denemişti unutmaya çalışmıştı ama insan hayatının bir kalemde silindiği günü nasıl unutabilirdi ki…

Güney Justisar, Asuka

Mar Toroch Şehri.

Yıl: 1997 3. Çağ

İç saraya hiç duraksamadan girdi Greece, iç içe kemerlerle süslenmiş olan iç sarayın halkı akın akın dışarıya doğru çıkıyordu. Kalabalık o kadar yoğundu ki Greece bir anlık hızlı adımlarla kemerlerin arasındaki demirlere sıçrayıp kendini ay şeklinde dizayn edilmiş veranda balkonuna doğru fırlattı. Balkona doğru tutunup hızlı bir şekilde onun tepesine çıktığında önünde ana kabul salonunun merdivenlerini gördü. Merdivenlerin başından yukarıya doğru çıkan golemnleri kabul salanunun kapısında duran Silan oku ve yayıyla engel olmaya çalışıyordu.

Enerji okları Golemlere çarpıp birkaç kaya parçasının düşmesine neden oluyor ama duraksamıyorlardı. İç sarayın çatısından aşayıdan yukarıya doğru ilerleyen merdivene geçmek için Golemin sırtına atladı Greece Silan’nı gördüğü anda sol yumruğunu sıktı. Ne olurdu çekip gitseler sanki ama Sendar kibri ve Üstad’In fısıltıları bu felakete sepep olmuştu. Sıktığı Yumruğunun titreşen enerjisi belirginleştiğinde Hızlı bir sıçrayışla Silan’nın üzerine atıldı.

Silan etrafından gelen Golemlerle uğraşmaktan Greece’İn darbesini görememişti bile ancak yine de geriye doğru bir adım çekilmesi onu kurtarmıştı. Greece’in yumruğu ona isabet emese de onu uzaklara doğru savurdu.

Silan’nın yayı bir tarafa kendi bir tarafa fırladığında, Greece kemik saplı hançerini çıkarıp hızlı bir tavırla Sendar’lının gırtlağını kesip yoluna devam etmek istedi.

“Bırak onu.” diye kükreyen bir ses, hançerine darbe vurdu. Bu beklenmedik darbeyle hançeri bir kenara doğru savrulurken Greece duruşunu bozmadı. Karşısında, ilk kez ve ilk kez o çelik parıltıları hissettiği gözleri gördü. Robin Harwart’ın gözleri.

“Karım…” dedi Greece derinden soluyarak, “Yolumdan çekil Sendarlı.”

Robin kaşlarını çattıktan sonra, birden ona doğru saldıran koyu mavi zırhlı bir adam geldi. Beyaz saçlı ama genç olan bu adam Mar Umman yöneticilerinden Eric Ri Kanton’dan başkası değildi. Robin ile kılıçlarını çarpıştırırken haykırdı. , “Git Greece, Annabelia’yı, kardeşimi kurtar.Onu o cehennemden ancak sen çıkarabilirsin.”


O sırada “Ölülerin Bekçisi.” diye haykıran bir ses kafasının içindeki tüm düşüncelerden azade etti onu, Atını hızlı bir hareketle döndürünce Kanyona doğru inmeden çok çok uzaklardan yükselen ince bir toz bulutu gördü. Ama onların kim olduğunu anlaması için sese ihtiyacı yoktu.
Bu Are’den başkası değildi.

Nickoy, haykırışı duyduğunda. Önce, sol elindeki kehribar yüzükte, sonrada zihninde beliren parlamayla uğraşmaktaydı. Brave Falcon’un sesi kafasının içerisindeydi. “Yardım edin, Myrcid, Toran hatta tuhaf bir Bekçi dövüşüyorlar, büyü gücü kısıtlandı Yardım edin.”

Bir an parmağındaki İz yüzüğünü kırmak için hareketlendi. Kehribar taşlı bu yüzüğü uzun yıllar önce Kahrun’un mezarında bulmuştu. Çok uzun zaman önce, gerçekler yüzüne vurmadan önce ölümü yenmek için bir yolculuğa çıkmıştı. Kardeşi için, yitip giden kardeşinin hayatını önce uzatabileceğini sonrada ölümden geri getirebileceğini sanıyordu. O günden itibaren, dolaşmadığı çayır geçmediği çöl, sürmediği hayvan, yelken açmadığı deniz kalmamıştı. Falcon uzun yaşamın anahtarının yüzüklerde olduğunu söylemişti. İlkdoğanların İz yüzüklerinde.

Eski çağlarda ilkdoğanların dokuzu bu yüzükleri, gizli buluşmalarında gizli konuşmalarında birbirlerinden bağımsız olarak kullanırlardı. Dokuz iz Yüzüğü, Falcon’un yeni ilkdoğanlar olarak kabul ettiği ekibinde toplanmıştı. Hepsini bulmak özellikle sonuncusunu Elrohir’den almak büyük zahmete patlasa da.

Şimdi o yüzüğe baktığında Falcon’un ihanetlerini, kendi suçunu örtme çabasını görüyordu. Bir an da bu tok derinden gelen haykırış onun düşüncelerini bozdu. Are’nin her şeyi daha da ne kadar berbat edebileceğini merak ediyordu doğrusu. Are’nin tek bir zaafı vardı, ama o zaaf onu Falcon’un yoluna da sokabilir, ya da Robin’in yolunda kalmasını sağlayabilirdi.

Yine de Are’ye şimdilik ihtiyacı yoktu.

O sırada Helm kafasını dışarıya doğru uzattı, Siyah saçlarını arkadan toplamıştı, yüzü babasına benzese de kahverengi özlerinin ifadesinde annesi, yani kardeşi vardı. “Ne oluyor Dayı bu haykırış da ne?”

Nickoy acelesiz bir tavırla ayağa kalkarken, “Dizginleri tut Helm, Ben arabanın üzerine çıkacağım.”

Helm hafifçe kaşlarını çatıp pek bir şey sorgulamadan dizginlerin başına geçti, Nickoy arabnın üzerine çıktığında Greece atıyla dönmüştü.

“Ne yapıyorsun?” dedi öfkeyle “Arabayı sürsene.”

“Are’nin bindiği Ayı seni yarım saate varmadan yakalayabilecek bir hıza sahip.” dedi Nickoy cebinden ufak bir kese çıkarıp işaret parmağını ağzına sokup ardından havaya doğrulttu Ardından şapkasının üzerinden yan gözle Ölülerin Bekçisine doğru baktı. Yüzünde ince bir gülümseme belirmişti. “Neyse ki Rüzgar bizden yana.”

Rüzgar hızla Nickoy’un arkasından eserken Ozan’ın şapkası boynuna iple bağlı olduğu için dalgalanıyordu. Akşam güneşinden gece serinliğine akan havada piposundan derin bir nefes çekti, piponun dumanını havaya bir kere savurduktan sonra hızlı hızlı birkaç kere daha çekti. Piposunun haznesi közle dolduğu zaman elindeki küçük deri keseyi pipo haznesine doğru dikkatlice boşalttı.

“Arabayı sabit tut Helm. Maithun sen de arabanın arkasından çekil.” diye haykırdı Nickoy, ciddileşmiş bir tavırla pipodan derin bir nefes çekti, ardından hızla yoğun mor bir dumanı arabanın arkasından gerideki yola doğru üfledi. Sonra tekrar çekti pipoyu tekrar üfledi, mor duman giderek yoğun bir kıvam alıyor nerdeyse havada asılı kalıyordu. Nickoy dört defa daha çekip, bıraktı. Ardından hafifçe öksürüp nerdeyse ıslanmış olan piposu savrulan pelerinin içine koydu.

“Onlara zehirli bir duman mı attın?” dedi Greece nerdeyse aşağılayan bir tavırla.

“Bazen bu kadar aptal olmanı anlamıyorum Greece,” dedi Nickoy çevik bir hareketle arabanın ön tarafına yerleşti, dizginleri Helm’in elinden alırken Helm’e gülümseyerek omzuna hafifçe vurdu. “Dumanını içine çektiğim bir şey nasıl zehirli olabilir, bu sadece onun büyük, iri ve vahşi ayısını sakinleştirebilecek ya da daha da agresifleştirecek sadece hayvanları etki edebilen özel bitkisel bir karışım.”

“Bu tuhaf bulutu Are durdurabilir mi peki bir barbar sonuçta?” dedi Greece, sinirlenmişti ama bir yandan da atının arkasından buluta bakıp duruyordu.

“Onun kafası öyle şeylere basmaz.” dedi Nickoy alaycı bir sırıtmayla “ Böyle etkileyici bir karışımı durdurabilmesi için yanında binlerce yıldır karşılaşmadığı Ormanın Hanımı olması lazım.”

Buna Helm ile Nickoy ve o sırada kafasını arabadan çıkarmış olan Scart kahkahlarla gülerken, sol yanlarında at süren Maithun sırıttı. Greece ise ciddi bir halde atın sağrısına tekmeyi vurdu.

“Yine de hızlı olmalıyız.” dedi aksi bir tavırla


******


“Kimse hükmettiği şeyin ötesine geçemez.” dedi Zacharias, elinin üzerindeki ucunda geniş ağızlı hançerler bulunan zincirini şöyle bir sallayarak. “Geçtiğini sansa bile bu bir yanılgıdır, bir ilizyon.”

Yerde ölü barbarların ölü Arkonların çevresinde yatan kan revan içinde kalmış insandan çok hilkat garibesine benzeyen adama doğru baktı. O yaratık ona başkaldırma cüretini gösteren onlarcası belki de binlercesinden biriydi. Zacharias zincirlerinin üzerine doğru basarak yükselip adamın tepesine doğru dikildi. Bir heykel gibi yükselirken, Zacharias’in zincirden kanatları ağaçların arasından vuran az sayıda ki gün ışığını da kapatıyor gece karanlığının üzerinden sadece parlayan kara gözleri görünüyordu.

“ Bu derece, eksik bilgiyle ölüleri diriltmeyi başarmak, oldukça etkileyici…” Diye konuşmasına devam edip, bir akbaba gibi adamın üzerine eğildi. Artık konuşamayan adamın üzeri nerdeyse gece kadar karanlıktı. “Justisar’daki bu gelişim hayranlık uyandırıcı ama yine de bu güç, hükmedenin elinde olunca bir mana kazanır. Yani benim elimde.” Siyah pelerininin altından kara tırpanı hızlı bir şekilde çıkardı adamın çenesinin altına sertçe dayadıktan sonra hızla çekerek kafasını uçurdu. Çirkin kafa havada ince bir kan parıltısı yayarak cesetlerin arasına yuvarlandı. Zacharias ise cesetleri umursamayarak göğe doğru baktı uzun yağlı siyah saçları yüzünün iki yanına doğru düşerken kanca burnunu ve hafif kambur duruşuyla Zacharias, ölülerin arasında kara bir Azrail gibiydi.

Etrafta yükselen kan kokusu duman duman tüterken. O gökyüzündeki Kedfith ve uşaklarının ortaya çıktığı yeri gösteren yere tekrar bakıyordu. Demek Üstad başarmıştı. Ölümden kararlılıkla kaçan Üstad Valerion tehlikeli ve gaddar bir adamdı. Üstelik o, bu lafı herkese söylemezdi. Üstad ‘ın emriyle kendini öldüren birçok adam görmüştü, kendi elleriyle gırtlaklarını parçalayacak kadar kör fanatikleri. Emrinde ölüme yollayacağı birçok güçlü adamı tutan Üstad’In kendisi asla ortaya çıkmazdı, bu yüzden fırsat eline geçtiğinde onu bizzat öldürmek istemişti hatta tırpanını neredeyse beynine saplayacaktı ki Legistas onu durdurmuştu. O gün, Legistas, Üstad’ın hayattayken daha çok acı çekeceğini bir kişinin sadece bir kere öldüğünü söylemişti.

Legistas, haklıydı ancak bir kişiyi tekrar tekrar öldürmek için onun akıbeti senin ellerinde olmalıydı. Bir gün kaçabilme ihtimali olan her mahkum kaçamayacağı tek bir noktaya götürülmeliydi. O da Ölüme… Hükmün tek geçilemeyeceği nokta orasıydı, Tırpanının kudretiyle yüzleşenler asla ölümlüler arasına dönemezdi.

Baktığı gökyüzünde gördüğü şey de buydu: Ölüm. Onu binlerce yıldır hükmünden azade hapsedenleri, piyon olarak kullanacaklarını sananların hepsinin sonu buydu. O, geçmişin kalıntılarını üzerinde taşıyan Alsderio Auwach’ı yani “Lich” ‘i öldürüp ruhunu tırpanına gömdüğü gibi diğer hepsini de tırpanının içine gömecekti. O gün onu öldürmediklerin için yaşadıkları her güne lanet edeceklerdi.

O sırada ormanın içinden, Yüzünün yarısından fazlasını uzun kızıl saçlarıyla gizleyen, siyah zırhlı bir adam çıktı. Rüzgarsız bir sessizlikle gelmişti. Zacharias başını kaldırmadan gelen adamı gözleriyle süzdüğünde. Mağrur, orduların adını tekrar tekrar seslenip kanlı ovaların çığlıklarla buladığı Komutan Akirama’nın gözyüzündeki bu akıbet karşısında bile mağlup bir edayla hareket ettiğini gördü. Görünen mavi gözü yerdeydi, üzerindeki kara-kızıl ateş simgeli, Panter armalı zırhı yer yer toz toprak biraz da kan içinde kalmıştı. Zırhının karın boşluğu paramparça olmuştu. O ünlü kızıl mızrağını bir baston gibi kullanmaktaydı.

Önündeki bir Ared cesedini tekmeleyerek kendine yol açtı. Zorlukla soluklanıp kesilmiş ağaç kütüğünün üzerine yığılmış olan bir cesedin üzerine sertçe oturdu. Ceset Hiandar’ın ağırlığı altında ezilip kemik çıtırtıları duyulduğunda. Akirama’nın görünen tek gözü Zacharias’a doğru döndü.

“Dughia nerde?” dedi Kızıl Salamender, koyu kırmızı nerdeyse parçalanmış olan büyük yakalı pelerinin arasından büyük pipo çıkarıp derin bir üflemeyle alevlendirdi pipoyu

Zacharias’ın gözleri kısıldı. “Küçük çöpleri hallediyor.” dedi sakince ardından ekledi. “ Clamente becerebildi demek? Sonunda kurtuldun.”

Akirama yavaşça ve öfkeli bir halde başını kaldırdı, Sol tarafını örten saçları kenara doğru ilerlerken, yüzünün sol tarafının nerdeyse parçalanmış pelteye dönmüş olduğu açığa çıktı. Sol elmacık kemiği ve üstü neredeyse tanınmaz haldeydi sol gözü bu et yığınları arasında kaybolmuştu. Sağlam olan nadir yerlerinden biri olan ağzından derin bir duman tabakası çıkartıp Ölümün Hükümdarına baktı.

“Kurtuldum mu?” dedi Akirama alayla, “Sen buna kurtulmak mı diyorsun?”

“Yakalanman, senin hatandı.” dedi Zacharias umursamazca, “Ölülerin Bekçisini Öldürmek için oradaydın onu elinden kaçırdığın gibi, Üstad’In eline düştün.”

“Yaşadığını bile bilmediğimiz bir adamın eline düştüm.” diye düzeltti Akirama, “Üstad Valerion, yaşıyor Zacharias. Yaşıyor ve bizi o serbest bıraktı, bu ne demek biliyor musun?”

“Bizi mi...” dedi Zacharias ardından hızlı bir hareketle zincirleri dağılarak toplandı ve Zacharias’ın bileklerinde küçük bir zincir halini alarak küçüldü. Elindeki koca kara tırpan bir anda kaybolmuştu. “Clamente’yi diğer Yıldoğanları bulmaları için yollamıştım. Sana nasıl ulaştı?”

“Bana emir mi verdiğini sanıyorsun Zacharias?” dedi boğumlu bir kadın sesi, öfkeli geliyordu, gölgelerin arasından birdenbire belirmişti. Akirama gibi yaralı görünmüyordu ama yüzünde ondan daha çok dağılmış birinin ifadesi vardı. “Üstad Valerion bu çarkı ilmek ilmek örmüş her şeyin farkında bizi Kedfith ve diğerlerinin önüne atacak.”

“Üstadın etkisi altında korkuyla titremek bize bir şey kazandırmaz.” dedi o sırada Dughia ormanın içinden Tessia ile birlikte gelmişlerdi. Göğsündeki yara buz tutmuş saçları diken dikendi. “Deniz de fırtınalar olur, dalgalar büyük gemileri yutar yine de bazıları hayatta kalır. O da bizim gibi hayatta kalan biri, Evet biz onların ihanetiyle sınandık ama ondan önce biz Üstad’a ihanet ettik. O yüzden biz kendi intikamımıza odaklanmak zorundayız, ondan sonra becerebiliyorsa bizden intikam almayı deneyebilir.”

“İkimizi bir anda etkisiz hale getirdi, anlamıyor musunuz?” dedi Clemente yüzü yoğun bir panik halindeydi. “Hiçbir şey yapamadık, HİÇBİRŞEY!”

“Çünkü aptalca ve doğrudan saldırdınız.” dedi Zacharias küçümsemeyle, “Üstad’ı o çukura gömenlerin arasında ben de vardım. O kadar darbeye mağruz kalan bir adamın ayakta durması bile müzice o delikten nasıl kaçarsa kaçsın. Sizden önce Üstad bize farklı bir bedende saldırdı, bizi maşa olarak kullanmayı düşündüğü çok beliliydi. Bırakalım da öyle düşünsün Gökyüzüne bakın.” dedi gökyüzündeki karanlığı işaret ederken. “ Üstad bize bizim ona yardımcı olduğumuzdan daha çok yardımcı oluyor. Görmüyor musunuz?”

“Bu bir tuzak Zach,” dedi Akirama piposundan tüten dumanı cesetlerin olduğu tepeciğe savururken, “Bizi birbirimize düşürdükten sonra en zayıfladığımız halimizde bize saldıracak, onun hedefi için bir piyon olacağız sadece. Bu bizim iç-”

O sırada, Akirama’nın sözünü kesen büyük bir gürültü duyuldu Ormanın içinde. Ağaçları parçalayıp ilerleyen beş metre uzunluğunda iki buçuk metre yüksekliğindeki dev bir timsah, etrafındaki cesetleri dağıtıp ortaya çıktı. Dev timsahın bir gözü kördü üzerinde derin çok eski bir yara vardı. Pul pul olmuş derisinin üzerinde yer yer yosunlar göze çarpıyordu, Yaşlı Timsahın tek genç gözüken yeri cam gibi parlayan sarı gözleriydi.

“Guariang” dedi Dughia, Buz ve kan kaplı yüzünde müşfik bir gülümseme belirmişti, Ardından keskin gözlerini Akirama’ya doğru çevirdi yüzündeki sırıtma genişlemişti. “Eski Dostun buraları pek boş bırakmamış anlaşılan?”

Akirama anlamazca ona doğru baktı, Sağlam olan tek kaşı kalkmış gibi görünüyordu. Bunun üzerine Dughia, Dev Timsah Guariang’a işaret etti.
Guariang kocaman ağzını açtı, sivri sarı dişler içerisinde zarar görmemiş bir şekilde baygın bir halde yatmakta olan kızıl saçlı bir kadın vardı.

“Bu da kim böyle?” dedi Clemente, yavaş ama kedi gibi adımlarıla yaklaşıp, kızı iyice bir inceledi,

“Bize saldıran Are’nin uşaklarından biri ama Guariang bildiği çok şey olduğunu söyledi,” dedi Dughia kaslı kollarını göğsünde kavuştururken. “Ama en önemlisi bize Are’nin adamıymış gibi saldıran, Fuena adındaki bu kadın, eski bir dostumuzun casusuymuş meğersem.”

“Legistas?” dedi Zacharias, kısılmış gözleriyle kadına bakarken.

Dughia kafasını sallayarak onayladıktan sonra, Clemente, çömelerek, kızı daha fazla incelemeye başladı.

Akirama’nın ise sağlam olan mavi gözü parlayarak, yüzünde bir gülümsemeyle piposunu sertçe ısırdı.

“Bu her şeyi değiştirir.”


******


“Hayır!!!” diye kükredi, Toran, Myrcid’İn kafasının yerde yuvarlandığını görünce. O sırada güçbela kaçabilmiş olan Hududun Bekçisi toz toprak ve kan içindeyken kılıcını kınına koydu.

“Buradaki işim bitti.” dedi sakince, “Sana gelince Dagron Toran sen yeminin ölçüsünde davrandın, bu hududunu aşmak sayılmaz. O yüzden senin hayatını bağışlıyorum.”

Toran’ın gözü öfkeyle deliye döndü. “NE DEMEK BİTTİ!” diye kükredi hızla kalkanını kaldırdığında kolunu yeşil auralı kaslı bir kol tuttu. Toran öfkeyle arkasına doğru döndüğünde, ciddi bir ifadeyleyle ona doğru bakan gözleri bembeyaz olmuş yeşil ruh aurasıyla kaplanmış olan Aikroth’u gördü.

“Sakin ol Dag,” dedi Aikroth sertçe, “Bekçiyle savaştın ve hayatta kaldın, bu yeterli.”

Toran’ın öfkesi bir an içinde silinir gibi olduğu an. Aikroth’un yeşil aurası KaleMuhafız’ı da kapladı ve ardından gözle görünmeyen bir hızla yeşil bir parıltı halinde kayboldular. Hududun Bekçisi bir kaybolan parıltıya doğru baktı. Ardından aşağıya doğru kaymış yine de tozdan kandan azade kalmış olan atkısını düzeltti bağını sıktı.

“Hükmün sonucu dolaylı olsa da verildi.” dedi kendi kendine. “ Myrcid Ouderbaque , Fozkitiliarın en güçlü yirmi birinci varlığının sureti bu arz üzerinden silindi.”



Akik Zaman Döngeci, Hiandar Takvimi 1218. Gün. Porsuk Yılı.

Günümüzden 18 bin yıl önce

Muadlig Şehri , Eos Bölgesi, Hiandarik Cumhuriyeti

Eos Bölge Vekil Sarayı


Myrcid Ouderbaque, gözlerindeki derin acıyla kıvranıyordu, Kufdir dağının eteklerinde gördüğü şeyler gözlerini neredeyse kör etme noktasına getirmişti. Karanlığın dehşeti vücudunu tir tir titretirken, sağ elini kaldırmaya çalıştı. Sağ eli niyeyse hareket etmiyordu, panikle gözlerini açtı gördüğü soluk bir ışıktan başka bir şey değildi.

“Abi.” dedi titrek bir sesle kırılgan ince bir ses tonu vardı.

“Burdayım.” dedi üzgün ve yorgun bir ses tonu, Nephilium Ouderbaque kardeşine benzeyen ince uzun yüzü ve mor saçlarıyla Myrcid’in biraz daha yaşlı haline benziyordu. “Buradayım kardeşim.” dedi kardeşinin nerdeyse parçalanmış derisine bakıp kopmamış olan kavrulmuş elini tuttu. Ardından odadaki diğer kişiye doğru baktı. “Ne yapacağız?”

Lüks yapılı varaklarla süslenmiş, meşe ağacından mobilyalarla dolu odada bir oraya bir buraya volta atan, diğer beyaz tenli adamların aksine gri teni odadaki mum ışıklarıyla parıldayan, siyah saçlı ince sakallı bir adam, Gümüş manşetli mavi çizgili uzun gömleği ve kuvars rengi kısa ceketiyle dolaşmaktaydı. Adam sol elini başına götürdüğünde parmağındaki safir yüzük ışıldadı, “Düşünüyorum.”

“Vücudundaki ruh hasarını temizledik ama hala ölüyor.” dedi Nephilium fısıltıyla gri gözleri bir çelikti. “Bir şey yapmalısın.”

“Hissi duygularla hareket edersen bir şey yapamayız.” dedi karşısındaki adam sinirle kesip atarak. Siyah gözleri düşünceyle kısılmıştı, bir an için duraksayıp kafasını kapıya doğru çevirdi. Çevirdikten beş saniye sonra da kapı yumuşakça üç kere kısa iki kere uzun çalındı.

“İçeri gir Legistas.” dedi sakince adam sol kolunun düğmesiyle oynadı. Nephilium sinyali almıştı. Myrcid acı içinde olsa da abisinin yaptığı ilizyonu fark etti, muhtemelen kendilerini olmamış gibi gösterecekti onları misafir eden kişi.

İçeri genç bir adam giydi, siyahlar içindeydi uzun siyah saçlarını arkadan bağlamıştı, girer girmez duraksamadan dizlerinin üzerine çöktü. “Efendim, Üstatlar özel ırk projesini reddetmenize sinirlendiler. Senatörün böyle bir hakkı olmadığını bu projeyi yirmi üçler konseyine getirmenizi istiyorlar.”

“İstesinler, isteyeceklerdir de.” Dedi adam sakin bir sesle geniş kolçaklı bir koltukta otururken. Elini şöyle bir hareket ettirdi. Legistas hızla dolaptan adama Bir içki doldururken adam sakince konuşmasına devam etti “Din, doğası gereği bağnazdır. Kendinden olmayanlara saldırılmasıyla büyür ve güçlenir bu beklediğim bir şeydi.”

“Hepsini zamanında yok etmeliydik.” dedi Legistas sesi öfkeli de olsa bardağı kibarca adama doğru uzattı.

Adam hızlı bir hareketle Legitas’ın eline vurdu bardak Legistas’ın elinden kurtulup duvara çarpıp parçalara ayrılırken karşısındaki adam hızla ayağa kalktı. “Aptal! Senin gibi düşünmeyen herkesi yok etmeye kalkarsan karşında hükmedecek kimseyi bulamazsın.” Ardından adam derin bir nefes aldı sertçe ona doğru baktı. Birbirine benzeyen iki siyah göz buluştu. Legistas gözlerini hemen indirdikten sonra, karşısındaki adam konuştu “Bir kişinin bu kadar hissi aynı zamanda bu kadar hırsı olması tehlikelidir Legistas. Hırs zekayla güçlenir, oysa sen körleşmiş olan duygularını tek bir yere bağdaştırdın, bu sana şimdi güç veriyor ama bu sonsuza kadar sürmeyecek.”

“Haklısınız Efendim.” Dedi Legistas hızlı bir biçimde.

Karşısındaki adam, ona şöyle bir baktı öyle derin bir bakıştı ki bu Legistas’ın tedirginliği her halinden belli oluyordu. Hiandar Yüksek Konseyinin Baş Senatörü Antonio De Le Vaq elini çenesine doğru götürdü. “ Yine de bu V.R’cilere bir yem atmamız gerek. İlk denek projesine başlatılacağına dair bir kararname hazırla, bu şartta güvenlik ölçeğini belirlememiz gerekecek. Hazırlıklara başla.”

Legistas kısa bir kafa selamı vererek çıkarken Antonio De Le Vaq onu durdurdu. “Ve nereden geldiğini unutma Legistas, hangi çöplükten geldiğini sakın unutma.” dedi sertçe Legistas’ın gri yüzünün benzi attıktan sonra hızlı bir biçimde çıktığında Nephilium öfkeyle ayağa kalktı. “Neden bahsediyorsun Antonio, bu projenin engel olunması için uzun yıllardır çalışmıyor muyuz?”

“Öyle.” dedi De Le Vaq sessizce, “ İktidarı elimde tutmak istiyorsam, rahiplerle de uzlaşmam gerekli Nephilium, hem bu kardeşini kurtarmamız için bir şans olabilir.”

“Ne demek istiyorsun?” dedi Nephilium soluk olan teni iyice bembeyaz kesilmişti zor nefes alan kardeşine bakarken.

Antonio De Le Vaq’ın karanlık yüzünde camdan ışıltılar vardı. “Onu bir Hiandar yapacağız.”

“Hiandar mı?” dedi Nephilium ayağa kalktı, “Saçmalıyorsun.”

“Karanlığın çocuklarını ben yetiştirdim Nephilium.” dedi Antonio De Le Vaq, gözlerinde ani bir ışıltı belirmişti. “ Otoboroshi’nin yok ettiği Ruh Akademisindeki öğretilerdeki karanlığın ruh gücünden oldukça farklılar. Bu yüzden biz ruh hasarını temizlesek bile içten içe karanlığa gömülüyor çünkü olay sadece ruhen karanlığa dönüşmek değil bu bedenini de etkilemekte.. O yüzden sizin ırkınızın dayanıklılığına güvenmemiz gerekecek.”

Nephilium kaşlarını kaldırdı. Öfkeliydi. “Benim ırkımın dayanıklılığı olmasa Myrcid hayatta kalamazdı bile! Şimdi bunu öne sürerek ne yapmaya çalışıyorsun. Ben kardeşlerimi sizin ucube deneklerinize çevirmem.”

“O halde ölecek.” dedi Antonio De Le Vaq “Ölümün kesin olduğunu hayatın olasılıklarla dolu olduğunu biliyorsun. Kardeşin bir olasılığa sahip bunu yok mu edeceksin.”

Nephilium cevap verecekti ki duraksadı. “ Peki Antonio düşüneceğim, izin verirsen kardeşlerimle konuşmalıyım.”

Antonio De Le Vaq, gözlerinde anlayan bir bakış belirdi ve hızlı adımlarla meşe ağacından yapılmış kapıyı açarak dışarı çıktı. Myrcid ‘in abisi derin bir iç çektikten sonra havaya bir rün çizdi. Mavi simgeli antik büyü dilinde yazılmış olan rünler parladıktan sonra hemen yanı başında biri belirdi. Nephilium Ouderbaque Yüksek Büyü Loncasında Mekansal ve düzlemsel büyülerde ustalaşmış bir çok yeni büyü keşfetmiş, kendi okulunu açabilen sayılı on iki büyücüden biriydi. Kendi keşfettiği kısa ve uzun mesafe düzlemsel yolculuk büyüsü asrın en büyük büyü keşfi olarak söyleniyordu. Kendi tabiriyle ışınlanma büyülerini o bulmuştu o ve kardeşleri.

Şimdi ışınlanma büyüsüyle yanına çağırdığı en küçük kardeşiydi. En küçük kardeşi teorik ve büyü yazımı konusunda muazzam yeteneği vardı. Ama büyü gücü yoğunluğunu düzgün kullanabilme kapasitesinden yoksundu. Zayıf, beyaz tenli ağabeylerinin aksine mor saçlarını kısa kestirmişti. Diğer iki kardeşten en toy olanı ama en yakışıklı olanıydı.

“Endimiyon konuşmaları duydun.” dedi Nephilium dedi küçük kardeşinin dinleme büyüsünü kast ederek. “Sen ne diyorsun bu işe?”
Endimiyon konuşmadan, Myrcid güç bela başını kaldırarak fısıldadı. “Ben razıyım, acım çok fazla ne olacaksa olsun artık.”

“Antonio De Le Vaq’ın dediği şey teorik olarak mümkün,” dedi Endimiyon Myrcid’in başını tutarak yavaşça yastığa doğru yatırdı ardından hızlıca odada volta atarken, “Ama onun bu hamlesini öngörebiliyor olman lazım abi.”

“Görebiliyorum tabi.” dedi Nephilium, aralarında en zeki olan oydu, en cüretkarları da Myrcid’di “Legistas gelene kadar böyle bir fikri bile yoktu. Üstadların baskısından kurtulmak için, asla onaylanmayacak bir şeyi yapacak, yeni ırk oluşturmak, ırklar üzerinde tasarruf sahibi olmaya çalışmak bizi felakete götürecek.”

“Tehlikeye girecek olanlar Hiandarlar abi. ” dedi Endimiyon ciddi bir ifadeyle, “Ne yaparsak yapalım, Myrcid’ibu durumdan kurtarmamız lazım.”

“Araştırdın mı peki?” dedi Nephilium o da gerginlikle ayağa kalkmıştı. “Bu derece deri değişimini vücudu kabul edecek mi?”

“Eder muhtemelen, deri nakli belli ölçekte çeşitli karışımlarla hazırlanmış, ekibin başında Shark Snaga var, Ayrıca Hiandar nakli için gerekli olan doku örneklerinde bir dezenformasyon göremed-“

Myrcid, kardeşi Endimiyon’un sözlerini daha fazla duyamadı. Karanlığın Evlatlarının dölleyicisiyle yaptığı savaşta aldığı ağır yaraları artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Soluğu canını yakıyordu artık, içinde kötü nefret uyandırıcı bir şey büyüyordu sanki tüm kemiklerinde ince kıymıklar vardı. Gözlerindeki bulanıklık hiç geçmemişti, Abisi ile kardeşinin soluk mor saçlı silüetleri yavaş yavaş yerini karanlığa bıraktı ve bilincini kaybetti.



Akik Zaman Döngeci, Hiandar Takvimi 1942. Gün. Oğlak Yılı.

Shiliak Şehri , Vasgondag Bölgesi, Hiandarik Cumhuriyeti

Arcane Boyut Büyüleri Kulesi



Myrcid Ouderbaque, büyü kulesinde aynaya bakıyordu. O kadar zaman geçmiş olsa dahi hala aynadaki suretine alışamamıştı. Gri teni ona hala yabancı geliyordu, kendisininkine değil başka bir tene dokunmak gibi rengi kokusu her şeyi değişmişti. Yıllar yıllar sonra bile, abisinin o kararının bir alternatifi var mıydı diye düşünüyordu kendi kendine , O sırada kapısı çalındı.

Küçük bir masadaki cam kürelerinin etrafında dolaştıktan sonra kapıya doğru ilerledi. Myrcid yavaşça kapıyı açtı, gecenin kör karanlığında onu kim ziyaret ettiğini merak ediyordu. Kulenin orta katındaki kapısının önündeki merdivenlerde siyah kukuletalı bir adam yanaşmıştı. Hızlı bir hareketle kukuletasını açtıktan sonra içeriye doğru girdi.

İçeri giren adam Kukuletanın altından siyah saçlarını at kuyuruğu şeklinde toplamış ince sakalı yüzünü kaplayan, gri tenine uyumlu keskin gri gözleriyle bir Hiandardı. Geniş alnından elmacık kemiğine kadar uzanan eski yarası mum ışığında parlıyordu ve Gri gözleri dolu doluydu, kenarda bir tabureye güç bela çöktüğünde derin bir nefes alarak konuştu.

“Babamı öldürmüşler.” dedi sadece üzerindeki siyah cüppeyi bir kenara fırlattıktan sonra sağ elini siyah parlak saçlarının arasından geçirdi ve ağzından derin bir fısıltıyla ekledi. “Şerefsizler.”

Myrcid ‘in şaşkınlıkla olduğu yere çöktü. Gözlerine taktığı çift katlı ay merceğinden odadaki meşalenin ışığı yansıyordu. “İmkansız! O, ölemez.”
Karşısındaki tabureye oturan, adam ona acı acı baktı. Gözlerinden yaş süzülüyordu. “O…O orospu çocuğunu hiç sevmiyordum biliyor musun? ”
Myrcid, dalgın ve düşünceli bir halde ayağa kalktı, büyü akademisinde tanıştığı , Hiandar kimliğinden önceki halini de bilen eski dostunun omzuna elini koydu. “Nasıl olmuş?”

Genç yaşında, büyücülük okulundan atılan, Hiandar askeri kuvvetlerinde koruyucu olarak yetişen, Swen Corp’ta büyünün mekanizmik sistemlerini araştırma konusunda doktorasını yapmış olan Arturo De Le Vaq, yüzünde büyük bir öfkeyle Myrcid’e baktı. Myrcid bir an karanlık yüzünde babası Antonio De Le Vaq’ın kararlılığını gördü.

“Bilmiyorum.” dedi öfkeyle, “Kimin öldürdüğünü de bilmiyorum ve bilmediğim şeyler çoğaldıkça ben sinirleniyorum.”

“Sakin ol.” dedi Myrcid, “Babanın ölümü kimlere fayda sağlar onu düşünelim. Kim ya da kimler bu işten fayda sağlayabilir.”

Arturo cevap vermek için başını kaldırdığında birden arkalarında kara bir siluet belirdi. Arturo hızlı bir biçimde sol elinin yeninden makaralı arbelet çıkarıp hızlı bir biçimde kara gölgeye ateş etmeye başladı. Kendi tasarımı olan bu makaralı küçük arbelet, kısa sürede yirmi ok birden atabiliyordu. Oklar hızlıca gölgeye doğru giderken, Myrcid hızlı bir biçimde mavi asasını çıkardı ve abisinden öğrendiği vücudun elektrik sistemini çökerten büyüsünü fısıldadı.

“Korou Lightaoun”

Asasının ucunda birden sarı siyah bir yıldırım belirip hızla, gölgeye doğru savruldu. Gölgeden kemikli bir el çıkıp vücut hasarını yoğunlaştıracak büyüyü elinin tersiyle yok etti. Üzerine gelen oklar metal bir kalkana çarpar gibi sektiler. Ve Karanlığın içerisinden yavaş adımlarla biri ilerlerken Myrcid ile Arturo korkuyu yüreklerinin içerisinde hissettiler.

“Eski bir hikaye, oğullar babalarının yansımasıdır der.” dedi korkunç bir ses, karanlık bir silüet gölgelerin arasından belirmişti. Myrcid gerginlikle geriye doğru çekilirken masadaki asit kavonozlarını yere düşürdü. Kalın mermere düşen asitler ince bir tıslamayla ilerlerken. Hissettiği korku nerdeyse öldüğü gün yaşadığı korku gibiydi, Ölümün Gölgesinden bile kötü, Karanlığın Dölleyicisiyle yaptığı o karanlık savaşın hatırası kendisinin ki gibi Arturo’yu da sarmıştı.

Arturo De Le Vaq, elini sırtındaki kılıca götürürken bir kedi gibi çevik hareketlerle geriye doğru çekiliyor, sol eliyle de yarasını yokluyordu. O gün, kendisiyle birlikte Kufdir Dağında Arturo ‘da vardı. Çeşitli işkencelerden geçmiş, dölleyicinin gazabına o da uğramıştı yine de o lanetli dağdan onu çıkaran Arturo’nun kendisiydi.

Karanlığın içerisinden sarışın mavi gözlü yakışıklı bir adam çıktı, gülümserken otuz iki dişini de gösteriyordu. “İkiniz de babalarınıza benziyorsunuz. Myrcid Ouderbaque, Quadrim senin gibi pervasızdı, ölümün üzerine giderdi. O yüzden de halkınızın yok olmasına sebep olmadı mı?”
“Bunları nereden biliyorsun?” dedi Myrcid şaşkınlıkla geriye doğru giderken artık sırtını yek pare kulenin taş duvara dayamıştı. “Babam halkına, bize ihanet etti. O organizasyona katılmak için her şeyi yaptı. Benim ona benzer hiçbir yanım yok.”

“Babalarınıza o kadar çok benziyorsunuz ki, ikiniz de ondan nefret ediyorsunuz.Onların da babalarından nefret ettiği gibi. ” dedi Gölgeler içerisindeki sarışın adam. “ Değil mi Arturo De Le Vaq, Antonio senin gibi zekiydi, kararlıydı ve kendinden emindi. Kendinden bu kadar emin olması onun sonunu getirmedi mi?”

“Sen Karanlığın Bekçisi misin?” dedi Arturo, temkinli bir adımla geriye doğru çekildi. “Gurabba El Nasr, babamı öldürmeye çalışmıştın.Sıra bize mi geldi.”

“Bekçiler mi? Ben onlardan daha eskiyim.” dedi adam, görüntüsünün şekli bir anda değişti, Yakışıklı sarışın adamın yüzü bir iskeletti artık boş göz çukurlarından çıkan kavun içi alevler, kemiğe dönmüş olan ellerinden yansıyordu. Siyah cüppesi bir karanlık bulutuydu adeta “Kadim günlerden bu güne gelmiş olan gerçek tek bir hak vardır. Kan Hakkı; bu hakkı reddedebilirsiniz, kabul de edebilirsiniz.” Myrcid’e doğru döndü. “Abin Nephilium öldü.” Ardından Arturo’ya doğru döndü kavuniçi bakışları, “Baban Antonio öldü. Şimdi onların mirası size geçecek.”

Myrcid, şokla dizleri üzerine çökerken, Arturo öfkeyle ona doğru baktı, sol eli birden bulanıklaşıp titremeye başladı gri gözleri öfkeyle kısılmıştı. “Sen mi yaptın?”

“Hayır!” dedi Adam karanlık bir edayla, “Ben zorda kalmadıkça bilinçli varlıkları öldürmem, Karanlığın bir sureti olarak görünmem beni onlardan biri yapmaz, yapamaz. Zira karanlığın iyi aydınlığın kötü olduğu zamanları da bilirim. Size geldim çünkü atalarınızın yaptığı hatalardan ders çıkaracağınızı umut ediyorum.”

“Sen de kimsin böyle?” dedi Arturo,

O sırada Myrcid’in gözleri, öfkeyle adama doğru döndü. “Abimi kim öldürdü? Söyle!”

“Ben Alsderio Auwach etrafınızdaki ırklar daha emekleme seviyesindeyken bile bu arz üzerindeydim. Yine de bana varlık formumun ismi olan Lich diye de seslenebilirsiniz.” Lich, vakur bir edayla yükseldi, ellerinde iki farklı rün içeren parşömen belirdi, “İntikam, bu arzda en gereksiz şeydir
Myrcid Ouderbague, unutma sen de birilerinin abisini birilerinin kardeşini öldürdün. Ölüm hepimizi bekleyen bir son ama o ana kadar yaptıklarımız bizi biz yapacak şeyler. Şimdi, bu rünleri inceleyin ardından Huldself Hududuna gelin orada size Fozkitiliar’In gerçeğini anlatacak birini bulacaksınız.”

Myrcid, şaşkınlık ve şoktan bir şey söyleyemezken. Arturo hemen söze atladı. “Kimi bulacağız biz orada?”
“Onu tanımasanız bile varlığını duydunuz.” Lich, karanlığın içine karışmadan önce “ Huldself’de Otoboroshi Roshirou’yu arayın muhtemelen siz oraya geldiğinizde o sizi bulacaktır.”

Bunu der demez, kulenin içindeki gölgeler kayboldu. Arturo ile Myrcid şaşkınlıkla ellerinde mühürlü rünler ile birbirlerine baktılar, sonra gözlerinde yaş ile birbirlerine sarıldılar.


Devam Edecek...
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 16 Özel Bölüm 2. Kısım Roshirou

Yakut Zaman Döngeçi Hiandar Takvimi 536. Gün Şahin Yılı

Tounga, Hudself Hududu, Kufdir Dağı Yakınları

Şimdilerde Şüpheli Ama Boş Topraklar


Otoboroshi Roshirou, bağdaş kurmuş oturuyordu. Oturduğu yer ufak bir tepenin üzerinde eski çağlardan kalma bir sunak sütunun kalıntısıydı, eski gül motifli sunak zamanın rüzgarına fırtınalarına yenilmiş, eskimiş ve yıpranmış olsa da hala sapa sağlamdı.

Oturduğu sunağın etrafına dikilmiş dört sütündan ikisi yıkılmış, diğerinin yarısı zamanın şartlarına dayanamamıştı, sonuncusu ise burada bir zamanlar bulunan kubbeyi hatırlatırcasına üst pandantif kalıntısı hala durmaktaydı.

Eski bir kalenin eski mabedinin yıkıntıları arasındaydı şimdi, Hudself Hududu diye geçen bu yer aslında Ruh Krallığının, Kufdir Dağı’ndaki Karanlığın Evlatları tehditleri gözlemek için kurduğu bir üs, ufak bir kaleydi. Yıllar, zaman ve bütün şartlar kalenin yıkılmasına içerisindeki Ruh Adamların ölmesine ve bütün bu yerin yokolmasına sebep olduysa da, Şimdilerde ne Karanlığın Evlatları Ne de Ruh Adamlar kalmıştı bu arz üzerinde, kendisi ve kardeşlerini saymazsa tabi.

Otoboroshi Roshirou, kendi ırkının verdiği güç ile Ruh gücünü kullanmayı öğrendiğinden beri bu arz üzerinde uzun zamandır yaşamaktaydı. Rüzgar uzun arkadan bağladığı beyaz saçlarını tel tel ayırarak içinden geçti, burnuna yeni çıkan çimenlerin kokusunu doldurdu. Kenarları kırışmış gözlerini kapadı, ellerini avuçları birbirine dönecek şekilde birbiriyle birleştirdi.

Birleştirdiği anda vücudunun etrafında beyaz bir aura oluştu, dışarıdan görülebilen ince bir aura hafif titreşim halinde dışarıya yansıyor yansımanın üzerinde ince gölgeler dans ediyordu. Bu her Ruh Adamın yapması gereken Ruh Meditasyonunun bir tezahürüydü, etrafında kaybolmuş yok olmuş ruh parçacıkları, kendi kullanmaktan dezaformasyona uğramış olan ruh gücünü onarıyor, onu yeniden yapılandırıyordu.

O ise kısacık huzuru, ilk meditasyon anında hissettikten sonra içi kedere boğuluyordu. Buranın yakınlarında, oğullarını kaybetmişti, buradan çok uzakta ise kızını. Kendi kurbanı olacağını düşündüğü ama başkalarını kurban verdiği savaşlarda savaşmıştı.
Yıllar sonra öldürülen Ustaları, Mitashi ve Yadamoru’nun söyledikleri hep aklına takılıyordu. “Savaşlar önemsizdir çocuk, önemli olan içindeki masumiyeti kaybetmemektir, sen ise çoktan kaybetmişsin.”

Evet,masumiyetini çok önce kaybetmişti, bundan hiç şüphesi yoktu ama çocuklarının masumiyetini koruyacağını ummuştu, lakin başaramamıştı. Kendi gücünün Kranlığın gücünün suretlerinden halkları koruyacağını sanmıştı başaramamıştı. Mutlu bir yuva, sevdikleriyle çocuklarıyla torunlarıyla bir aile olabileceği sade bir hayat arzu etmişti. Yakasını geçmişi ve geleceği hiç bırakmamıştı.

İnce dudakları kasıldı, yanağındaki çizgiler derinleşti, çok çok az siyah yerler kalmış olan sakalı gerginleşti, çocuklarını koruyamamıştı. Koruması için, onları bir güç hastasının yanına vermişti, O ise onları bir canavar yapmıştı ve bilinirdi ki bütün canavarlar en sonunda ölümle kucaklaşırdı.

Sol gözünden bir damla yaş süzüldü, çizgili yanağından sakallarının arasına karıştı, hala ruhlarının çığlıklarını duyabiliyordu, Oğulları, evlatları acı bir çığlıkla onun ismini haykırıyorlardı. Ruh Duvarının ötesinde olsalarda, onların sorduğu tek bir soruyu cevaplayamamak onun içini hep yakıyordu.

“Bizi niye korumadın baba?” sözü yerine başka bir söz duydu.

“Babamı niye korumadın?” dedi bir anda karşısındaki ses, Otoboroshi Roshirou birden karşısında beliren iki adamı görünce şaşırmadı. Bir tanesi Nephilium ‘un kardeşi idi uzak mesafe ışınlanmalarını yapabiliyor olmalıydı.

İki adamı görüp ayağa kalkmadan önce onlara doğru kurşuni gözlerinde derin bir sertlikle baktı se sertçe konuştu; “Oğullarımı niye öldürdünüz?”
Karşısındaki iki genç adam, bir an panikle birbirlerine baktılar, İki Gri tenli Hiandar’ın birbirlerine bakarken, Mor saçlının Nephilium’un kardeşi olduğunu anladı hemen, ruh özellikleri birbirlerine oldukça benziyordu. Bu deri değiştirmeyi duyunca, Lich’in nasıl öfkelendiğini çok iyi hatırlıyordu Otoboroshi, Antonio De Le Vaq’ın yaptığı şey Nephilium’un duygularını kullanarak iktidarını sağlamlaştırmaktan başka bir şey değildi. Sonuçta o iktidar onun da mezarı olmuştu.

“Sen neden bahsediyorsun?” dedi Antonio’nun oğlu Arthur, “Bizim öldürdüğümüz zebani ile senin oğlun muydu yani?”

“Evet,” dedi Otoboroshi ayağa kalkarken, ona soru soran çocuğa baktı çocuktan bir baş boyu kısaydı, Çocuk hafif yapılı, uzun arkadan bağladığı siyah saçları ve ve keskin gözleriyle babasına oldukça benziyordu. “ Oğullarım bir zebaniye bir canavara dönüştü, ve onları öldürmenizi izledim, birini derin çukurlara attınız diğerini büyülerinizle kılıçlarınızla deştiniz.”

Myrcid tam bir şey diyecekti ki elini kaldırdı.

“Hayır,” dedi sakince ama sesinde gizleyemediği bir hüzün vardı. “Sizi suçlamıyorum, canavarların öldürülmesi gerekir, canavarları birileri öldürürken engel olmaya kalkmazsınız.”

“Peki bunun benim babamla ne alakası var?” dedi Arturo De Le Vaq öfkeyle

“Sen de çok iyi biliyorsun ki baban da bir canavardı.” dedi Otoboroshi, “Ve canavarların öldürülmesi gerekir, o yüzden babanı korumadım ki kendini koruyabilecek seviyedeydi. Babaların günahlarını oğullara yükleyemem ama oğulların günahları babalarınındır.”

“Bize Lich denilen bir yaratık buraya gelirsek seni bulabileceğimizi söyledi.” dedi Arturo De Le Vaq “Babamın nasıl bir insan olduğunu biliyorum ama buraya babamın suçlarını dinlemeye gelmedim.”

“Hayır, mirasını almaya geldin.” dedi Otoboroshi sertçe, “Bütün bunları dinleme sebebin ise, babanın kimin öldürdüğünün öneminin olmaması, Kim öldürdüyse öldürdü, ölümü yaptığı davranışlarla hak etti. Tıpkı oğullarım gibi, ben nasıl size kin gütmiyor şurada ikinizi öldürmüyorsam. Siz de o ölüm düşüncesini intikam düşüncesini kafanızdan atacaksınız.”

“Hadi Antonio De Le Vaq konusunda haklısın diyelim, ya Nephilium ya abimin suçu neydi de onu korumadınız.”

“Sensin.” dedi Otoboroshi, “Senin geçirdiğin dönüşüm Hiandarik’de bir çok olanağın kapısını açtı, seninle birlikte Haindar çoğu halkın yok olacağı bir çukurun içine düşmek üzere o da Tanrı yanılgısı, halkların üzerinde tasavvur sahibi olmaya giden yol, ırksal deney başlangıcının senatodan geçmesiydi. Bu olanlar henüz başlangıç, yeni santör eskisinden daha fazla bir şekilde bu olanağı kaşıyacak.”

“Bir dakika bir dakika,” dedi Arturo, “Bu ölümlerin hepsi bundan mı kaynaklı, yani Myrcid’in hayatının kurtulması bu yolla olduğu için mi? Hiandar tampon bölgesi inşa ediliyor, yeni ırk denekleri yapılıyor.”

Otoboroshi derin bir iç çekti. “Lich size hiçbir şey anlatmamış anlaşılan. Size mirasını anlatayım, Fozkitiliar arzı üzerinde bir çok halk ve medeniyetler geldi geçti, çoğu yaşam kayboldu yenileri ortaya çıktı. Lich bu eski yaşam formlarından biri, onun anlatımıyla size aktarıyorum;
Yıllar yıllar önce, eski insanlar denilen yaşam formları Fozkitiları gelişebileceği en son seviyesine getirmişler bunu da, Büyü, Bilim, Ruh ve Silah alanında yaptıkları özel materyeller ile tamamlamışlar, Ancak bu güç, içlerinde bazılarını Tanrı Yanılgısına, Tanrı komplekslerine itmiş. Ancak buna karşı olanlar da varmış. Bu karşı olanlar ellerindeki silahları bu tanrı yanılgısına sahip olanları yok edecek bir organizasyon oluşturmak için kullanmışlar Bu Organizasyonu tanıyorsunuz, Herkesin eski değişle adlarını lanetlediği bir organizasyon: Bekçiler Organizasyonu.”

“Bekçiler ortaya çıktığında felaketler onların ardından gelir.” dedi Myrcid nefretle

“Doğru.” diye onayladı Otoboroshi “Bekçiler organizasyonu safi mantıkla hazırlanmış bir orgaziasyondur. O yüzden halklar birbirini kırıp geçirirken müdahalede asla bulunmazlar, ta ki Hudud dedikleri kanun sınırlarını aşıncaya kadar. O zaman ortaya çıkıp, temizliklerini yapıp, Fozkitiları bir sonraki felakete kadar rahat bırakırlar.”

“Nasıl yani, Tanrı Yanılgısına giren kişiler hududunu aşmış olmuyor mu? Ya da Irksal deney yapanlar?” dedi Arturo kırık sütunlardan birine oturmuş Otoboroshi’yi dinliyordu.

“Tam olarak, değil Hududunu aşma kısımları güç arayışındaki kişilerin boyutsal düzlemsel ve genelde kendi potansiyelinin üstüne farklı yollar ile çıkmasını kapsayan bir şey. Örneğin Vibranium adlı metal eski insanların oluşturduğu bir metaldir bununla büyük güce kavuşabilirsin ancak hududunu aşmış olmazsın.”

“Neden?” diye sordu Myrcid merakla

“Öncelikle bu eski insanların geliştirip oluşturduğu bir şey ve Bekçiler de bu tip silahları kullanılyor, eğer bu durum hududunu aşmak olsaydı öncelikle kendilerini yok etmeleri gerekirdi. O yüzden Bekçiler halkların yükselişini izler, Tanrı yanılgısına kavuştuklarını görür bu yanılgı onların gözlerini boyamasını ve halkları yerlebir edişlerini izledikten sonra Hududunu aşmalarını bekler ve hududunu aştıkları o vakitten sonra onları yok eder ve Fozkitiliar kalan halklarla sıfırdan başlar. Bu düzen birçok kez böyle ilerlemiş. Bu gidişatta onu gösteriyor. Lich özellikle bunu engellemek için bu söylediğim dört etkeni korumak için bizi seçti.

Ben Ruh Adamım, Beyaz Ruh özünü kullanırım, Ruh gücünün simgesel gücünü korumakla ve yanlış ellere geçmemesi için uğraşıyorum. Grubumuzda Silahın gücünü korumak için çalışan başka bir kişide var. Siz ise Biriniz Teknolojiyi diğeriniz de Büyüyü korumak için atalarınızın mirasını devralmak için buradasınız. Bunları korumamızın sebebi, bu silahlara ulaşan kişilerin tanrı yanılgısına kapıplıp halkları felaketlere götürmelerine engel olmak. Daha önce bir Ülkeyi yıkan biri olarak, bunun doğru bir şey olmadığını söyleyebilirim. Ne diyorsunuz? Atalarınızın mirasını devralacak mısınız?”

İki adam şaşkınlıkla tekrar birbirlerine baktılar, Soracakları çok soru dinleyecekleri çok cevap vardı daha…


****

Safir Zaman Döngeci, Hiandar Takvimi 243. Gün. Panter Yılı.

Graeteldal Şehri , Hakimiyet Bölgesi Başketi , Hiandarik Cumhuriyeti

Vicneto Roushka Katedrali


Çift kemerli kapılarla, rolyeflerle süslü cilalı parkelerle döşenmiş Hiandar’ın en büyük Katedralinin giriş avlusunda bekliyorlardı. Etraflarındaki duvarlarda nişler içine işlenmiş V.R rünlerinin altında sunulan sümbüller sürekli, gri pelerinli rahipler tarafından değiştiriliyordu. Myrcid bu anlamsız ritüele önemsemezcesine bakıyordu, gerçi etrafındakiler onun gözüne duyarlı olarak yapılan merceklerinden ne tarafa baktığını görmeleri olası değildi.

Çift katmanlı ince ayarlı yüzünün burnundan üzerisini alnındaki mor saçlara kadar kapatan bu mercekler, onun geçmişten bir hatıra üzerine yapılmıştı. Karanlığın Dölleyicisiyle yaptığı o savaş gözlerini nerdeyse kör etmesine rağmen ışığa duyarlı bu mercekler onun hem görmesini hem de görüş açısının genişlemesini sağlamıştı. Aynı anda iki farklı yere bakabiliyor, görüntüleri kafasında belli ölçekte tutabiliyordu. O yüzden etrafındakilere uzun uzun bakmak yerine kısa bir göz gezdirdi.

Buraya toplanmalarının nedeni seçilen yeni senatörün, başrahip tarafından kutsanma ayiniydi. Kendisinin çağrılma nedeni artık Bir Bölgedeki büyü temsilciliğinden daha üst mevkiide olmasıydı. Abisinin ölümünden yaklaşık on yıl sonra Yüksek Büyücü Şuarasında, yer değişimi büyülerini geliştirme konusunda çığır yapan, uzak ölçümlü ışınlanma ve doku büyüleri konusunda yaptığı çalışmalar ve yeni büyü teknikleri onu önce Hiandar Büyü Geliştirme Departmanı Başkanı ardından, Hiandar Üç Yol Büyücüleri Sözcüsü yapmıştı. Üç yol Büyücülerinin üç lideri Hiandarik Cumhuriyetinin Karar Mekanizması olan yirmi üçler konseyinde üç koltuğa sahipti. Şimdi o koltukların sahiplerini temsil etmek için gelmişti.

Sol tarafında duran, uzun beyaz saçlarını arkadan bağlamış, gümüş siyah üç büyük ordunun amblemlerini, ortadaki merkez kuvvetine çizgilerle bağlanmış büyük bir üçgen öşeleri sırasıyla Panter, Aslan, Ayı ve Kurt Figürleyile işlenmiş, kırmızı pelerini omzundan gümüş tokalarla tutturulmuş, Hiandar Orduları Başkomutanı İsfendiyar Buykal umursamaz bir edayla karşıdaki kapıya bakmaktaydı. Kapı sütün başlarının üzerine oturtulmuş geniş kemerli bir yapıydı üzerinde Hiandar Metal işlemeciliğinin en güzide örneklerinden biri sergilenmekteydi Güller içinde ilerlenen yollar kapının ortasındaki açma kollarında birleşiyor adeta bir labirant gibi o kolların etrafını sarıyordu. Kapı kişilerin dikkatini çekmesi ona odaklanması için yapıldığının çok bariz olduğunu anlayan Myrcid sağ tarafına doğru çevirdi merceklerini,

Kendisinin sağ yanında ise uzun boylu turuncu saçları ve temiz yüzüyle kendisi gibi genç yaşında Hiandarik Cumhuriyetinin BaşYargıçının Yargıç BaşKatipliğine yükselen, Dariod Kedfith’di Kedfith sabit kıpırtısız bir heykel gibi durmaktaydı. Eos Bölge BaşYargıcıyken yaptıkları işler onu üst mevkilere taşımıştı. Şimdi o da kendisi gibi yirmi üçler konseyindeki bir kişiyi temsil ediyordu.

Derken dış kapının oradan, bekledikleri kişi geldi. Senatör orta boylu siyah saçlı simsiyah giyimli yakışıklı sayılabilecek bir adamdı. Kendisi kadar genç olmasa da yanındaki Kedftih kadar genç olması şaşırttı onu. Giyimi sadeydi, siyah kıyafetinin üzerine taktığı pelerinin iki yakasını tutturan gümüş broşu dışında bir takısı yoktu. Antonio De Le Vaq’ın eski şatafatlı kıyafetlerinden sonra, soluk siyah bir gölge gibiydi yeni senatör. Fakat Myrcid karşısındaki adamın siyah gözlerinde parıltıyı gördüğünde, bu adamın rahiplerin gölgesinde bir kukla senatör olarak kalmayacağını anladı.
Antonio De Le Vaq’ın ölümünden sonra geçen on yıl içinde, bütün kararnameler rahiplerin onayıyla yapılıyordu, Yirmi Üçler konseyinde iki oy hakkı olan, Baş Rahiplik, Baş Komutanlık Baş Yargıçlık ve Senatörlük makamlarından hepsini ele geçirmişlerdi. Hiandar BaşRahibi, Meiou Rahgou bir çok kişinin bildiği gibi yeraltı örgütleriyle ülkeyi yönetmekteydi. Antonio De Le Vaq, görünüşte Oligarşik bir Cumhuriyet olan Hiandar ülkesinin Meiou tarafından yönetilmesine karşı çıkmaya, Eos bölgesindeyken başlamış Senatör olarak da birçok görünürde Devlet kademelerinde olan ama aslında yer altı örgütündeki “Kara Kral Meiou” ya çalışan adamları yok etmişti yine de kendi de yok olmaktan kurtulamamıştı.

Şimdi, kukla bir Baş Yargıç, yeni seçtikleri kukla bir Senatör onların tarafındaydı, Baş Komutan İsfendiyar Buykal ise bu konulara bulaşmamayı tercih ediyordu. Myrcid’in düşünceleri karşılarındaki çift kanatlı kapının açılmasıyla bölündü. Kapının ardından iki kişi yavaşça içeriye girdiler. Uzun boylu olan Rahibin elinde, Siyah kutsal pelerin durmaktaydı, kendisi gibi ama biraz daha koyu renk olan mor saçları kısa kesilmiş ancak arkadan toplanmıştı, yaşı çok genç olmasa da yanındaki adam kadar yaşlı görünmüyordu.

Hiandar Baş Rahibi “Kara Kral” Meiou, Uzun fırça gibi bıyığının altında uzanan gür sakalları belinden aşağıya inerken, duruşu iyice kamburlaşmış, Koyu kestane rengi saklları bıyığı dışında nerdeyse ağarmıştı. Kulağının üzerindeki kısa kesimiş birkaç tutam haricinde saçı yoktu. Yüzünde, yaşadığı yüzyılların çizgisi bulunmaktaydı. Henüz baston kullanmasa da adımlarını nerdeyse sürünerek atmaktaydı.
Herkes bir an için daire şeklinde durdu, Senatör bir adımla halkanın içerisine doğru ilerledi, Baş Rahipde bir adım ilerledikten sonra, yaşıyla beraber olgunlaşmış gür sesiyle konuştu.

“Bugün burada, Senatörümüzün Kutsal V.R inancıyla beraber, hüküm sahibi olmasının önünü açmak için toplanmış bulunuyoruz.” dedi başparmaklarını göğsüne koyup işaret parmaklarını V şeklinde karnında birleştirirken.

“Legistas Ilya, Haindarik Cumhuriyetinin çıkarlarını V.R’nin huzurunda korumayı kabul ediyor musun?”

“Kabul ediyorum.” dedi Legistas kara gözlerinde bir alevle

"Kabul ediyor musun?" diye tekrarladı Baş Rahip

"Kabul ediyorum." dedi Legistas her söylediğinde gözleri daha da alevleniyordu sanki

"Kabul ediyor musun?"

"Kabul ediyorum."

“O Halde göklerdeki yeminler, rüzgardaki fısıltılar, inancımızın kuvveti, seni doğru yoldan ayırmasın. Gökkubbenin her ışığı altında yazılan V.R nin adı gözlerinden, onun adına edilen duaların sesi kulaklarından silinmesin.” dedi Başrahip, arından elini göğsünden çekip yanındaki adama siyah kutsal pelerini vermesi için uzattı.

Adam büyük bir saygıyla pelerini uzatırken, Legistas’a diz çökmesi için işaret etti. Legistas kısa bir an boyunca duraksadı. Myrcid, adamın yumruklarını iyice sıktığını fark etti, yanındaki Kedfith ufak bir fısıltıyla onaylamaz bir ses çıkardı. En sonunda diz çöktüğünde, Legistas’ın kara gözlerinin alev alev yanarak yere bakmakta olduğunu fark etti. Başrahip Büyük Üstad Meiou pelerini yavaş hareketlerle yeni senatörün sırtına geçirdikten sonra onu elinden tutarak kaldırırken Myrcid, bu kutsanma yapılırken Antonio De Le Vaq’ın nasıl bir tavırda olduğunu merak etti.

“Yeni görevin V.R’nin ışığıyla sürsün. “ dedi müşfik bir tavırla Başrahip, anlaşılan kendine bağlı bir senatörü seçmenin huzuruyla rahatlamış görünüyordu. Ancak Legistas’In gözlerinde kara parıltıyı gören Myrcid bu yeni Senatör’ün bir kukla gibi davranacağını düşünmüyordu.


Kambahtou Hududu, Louh Kulesi

Hiandar Tarihinin Bitişinin 90. Yılı,

Boş yüzyıllar

Günümüzden Dokuz Bin Yıl Öncesi


“Seni öldürecekler Alsderio.” dedi Otoboroshi gözlerinde derin bir hüzünle karşısındaki adama bakarken derin bir iç çekti, karşısında ondan bir baş boyu uzun karanlıkla örtülmüş, yüzüne büyüyle geçirdiği o sarışın mavi gözlü adam suretinde ona bakmakta olan Lich’e elini uzattı. “Saklanabilirsin.”

Lich’e uzattığı eli ölümün soğukluğuyla donarken, Alsderio Auwach bir adım geriye doğru çekildi. Eski Antik büyü kulesinin önündelerdi şimdi, Binlerce yıldır ayakta olan Fozkitilar tarihi boyunca hep gözlerden ırak bir şekilde durmuş olan bu kule en sonunda keşfedilmişti. Hem de kendini Tanrı ilan eden bir grup Hiandarlılar tarafından.

Uzun yıllardır, yürüttükleri plan başarız olmuştu. Otoboroshi uzun yıllardır tandığı Lich’in omuzlarının ilk defa bu kadar çöktüğünü, gözlerinin ilk defa bu kadar soluk olduğunu görmüştü. Alsderio Auwach uzun yüzyıllar, binyıllar boyunca ilk kez kaybettiğini kabullenmiş gibiydi.

“Rahiplere odaklandığımızdan, bu olasılığı göremedik Ogri.” dedi Lich, yavaş yavaş konuşurken Otoboroshi’nin adını kısaca söylemişti. “Başarısız olduk, artık saklanmanın bir manası yok.”

“Kuleyi binlerce yıldır başka yerlere ışınladın görünmez hale getirdin.” dedi Otoboroshi öfkeyle, “Yenilmiş olabiliriz ama hala hayattayız. Yeniden başlayabiliriz, tekrar birlikte.”

“Yeniden başlamaya yoruldum Ogri.” dedi Lich amansız bir tükenmişlikle, “Tekrar tekrar kaybetmekten, küçük halkların büyüyüp kendini tanrı ilan etmesinden yoruldum.” Bunu dedikten sonra hafifçe gülümsedi ancak gülümsemesi soğuk bir kış gününde açan güneş gibiydi kısa ve soğuk. “Hem beni o kadar kolay öldürebileceklerini mi düşünüyorsun.”

“Onlarla dövüştük Alsderio.” dedi Otoboroshi, iç çember halkasının dışında bekleyen iki kardeşini göstererek. “Üstelik üçümüz birlikteyken dövüştük, canımızı zor kurtardık, İridium’u kanlarına zerk etmişler, O kadar güçlüler ki…”

“Kıtaları ayırabiliyorlar, evet.” dedi Lich sakin bir biçimde “Bunu daha önce de görmüştüm,ırksal avantajları da var kabul ediyorum. Ancak, yeterince yaşadım. Ben, uzun zaman önce öldüm Ogri, gökyüzünden sarı yapraklar düştüğünde İlk İnsanlar mezarlarına döndüğünde, ancak tekrar dirildim, bunu bu kıtanın geleceği, var olduğunu bildiğim tek atamın adı adına yaptım. Küçük bir kapsüle tıkılan bir oğlan cocuğu koynunda Kıtamızı kurtar diye bir not bulduğunda ne yapar Ogri? Onu kurtarmak için her şeyi yapar. Çünkü uyandığında atalarından bir elinde o kalmıştır."

"Ben denedim, ölümün kollarında yaşayıp, hergün ölememek artık ağır geliyor bana Ogri, her eğittiğimin bana sırt çevirmesi, düşman olması. Her büyüttüğün çocuğu öldürmek artık zor geliyor bana, beraber çıktığım binlerce yoldaşın ülümü yüzleri geliyor aklıma, bak bir sen hayatta kaldın. Antonio, Nephilium, öldü, Alesendier ölmekten daha beter hale geldi. Atalarının mirası için gelen çocuklar, bize ihanet etti. Ne oldu şimdi, binlerce halk öldü, binlerce can yok oldu. Hepsi bir halkın hırsına kurban gitti, değişmiyor Ogri hiç değişmiyor."

"Güç söz konusu olunca ihanet kural oluyor. Onlar gücü seçtiler, bir gün o güç onları tükettiğinde bir kılıç darbesi işlerini bitirdiğinde anlayacaklar ancak çok geç olacak.”

Otoboroshi bu söylenen sözler karşısında söyleyecek kelime bulmakta zorlandı, derin bir yumru boğazına takılmıştı sanki, ellerini yumruk yaptı. Gözleri öfkeden bembeyaz kesilmişti, kendi halkını yok etmenin acısı henüz yüreğinde tazeyken, büyük yıkımdan çok az kişiyi kurtarabilmişti. Hiandarların üst karar meclisi Senatör Legistas’ın başkanlığında, Tanrı olma kararı alığ kendi halklarını yok etmişler, koskoca Fozkitilar kıtasını üçe bölerek paylaşmışlardı. Üzerinde yürüdüğü toprağı, halkları kim oluyorlardı ki paylaşıyorlardı. Öfkesi giderek artarken haykırdı;

“Rokushi! Venessa!”

Otoboroshi’nin bir erkek bir kız kardeşi hızlı bir biçimde yanına geldiler, “Savaş poziyonu alın.” Dedi Otoboroshi hızlı bir biçimde.

“Hayır!” dedi Lich kesin bir edayla “ Benim savaşımda yeterince yer aldın Ogri, sen git kendi savaşında savaş artık benim gibi eski çağ kalıntısını korumaya çalışırken ölmeni istemiyorum.”

“Hayı-“

“BU SAVAŞTA ÖLÜRSÜN!” diye kükredi Lich öfkeyle kendi eski iskelet formuna dönerken bir anda sakinleşti. “Git, kurtarabildiğin kadar hayat kurtar ben yaşama sebebimi kaybettim. Belki sen onlarda bulursun, günahlarımızın bedelini başka nasıl ödeyebiliriz. ”

Otoboroshi Roshirou, durgunlaştığı anda, bir anda dört yüz metre ilerlerinde bir grup Hiandar belirdi, içerinde Myrcid ‘in olduğunu da gören Otoboroshi gözlerini kıstı ardından Lich’e doğru bir kez daha baktı. “Bizimle gel.”

Lich ise bir parmak hareketiyle arkasındaki kuleyi havaya uçurdu, kulenin parçaları gökyüzünde dağılırken üzerlerine gelen kule parçaları Lich’in görünmez büyü kalkanında parçalandı, Lich’in iskelet yüzünde korkunç bir gülümseme vardı.

“Merak etme, o kadar kolay ölmeyeceğim.” Dedikten sonra bir parmak hareketiyle, Otboroshi ve iki kardeşini oradan uzaklara ışınladı. Otoboroshi ağzında dolu dolu kalan sözlerle etrafına baktığında karların uçuşmakta olduğu, soğuk bir yere geldiklerini fark etti.

Kendisine benzeyen ancak uzun siyah saçlarıyla oldukça genç görünen kardeşi Rokhishi Roshirou sorarcasına ağabeyine baktı. “Şimdi ne yapacağız.”

“Hayatta kalacağız.” dedi Otoboroshi sakince arkasını dönerek ileride canlı varlıkları hissettiği mağaraya doğru ilerledi. Bir an arkasına döndüğünde ona sorarcasına bakan kardeşlerine hafifçe gülümsedi ve ekledi. “Alsderio umudunu kaybetmiş olabilir, ama ben kaybetmedim.”


Günlerin Başlangıcı...

İlk Justisar – Eski Roujseld Hududu

Sekiz bin yıl önce


“Kimse ölüp terki diyar eylemeyecek.” dedi Toran Kurt başlı Miğferini çıkarıp koltuğunun altına almıştı. “Siz, bizim arkamızdan cebren vireye başvurmanıza rağmen, bu kıtaya ayak basmama şartıyla gidebilirsiniz.”

Toran bir adım öne çıkmış olmasına rağmen arkasında sekiz kişi daha vardı. Kendisi gibi dört tanrı arkasında duruyordu. Uzun Mor pelerini ve mor saçlarıyla mavi asasını aşağıya doğru tutan Myrcid’İn gözlerinde acımasız sert bir ifade yüzünde bir bıçak gibi belirmiş bir sırıtma vardı. Toran’nın hemen arkasındaydı. Bir an havaya bakıp havayı kokladı Büyü Tanrısı

Etraflarındaki geniş boş topraklar halkların olmadığı ıssız bir yalnızlıktı. Rüzgar etraftaki tozları uçuştururken. Dughia öne doğru çıktı. Üstü çıplaktı gri teni gün ışığında yıkanırken altında bol bir peştamal vardı.

“Vire mi?” dedi önce sakin bir sesle yosun yeşili gözlerinde derin bir öfke okunuyordu. Ardından öfkeyle kükredi “ VİRE Mİ? NEYİN VİRESİNDEN BAHSEDİYORSUN TORAN BİZİ BURAYA BİR TUZAĞA ÇEKER GİBİ GÖTÜREN SİZ DEĞİL MİSİNİZ?”

“Tuzak mı?” dedi Shark Snaga yarı siyah yarı beyaz saçları ve arkasında ona saç renklerinden başka her şeyiyle benzeyen ikizleriyle en arkadaydı. Soluk gri eliyle Zacharias’ı gösterdi. “ Şu Lağım gardiyanının ne planladığını bilmiyor muyuz zannediyorsun? Bir it gibi kıtanıza sahip çıkamadınız şimdi ise onun yerine burayı ele geçirecektiniz öyle mi?”

Zacharias cevap vermeden hızlı bir biçimde Akirama’nın elinde birden alevli kızıl bir mızrak belirdi, kızıl saçları sakalsız yüzüne doğru düşerken mavi gözleri Shark Snaga’daydı. “ O çatallı dilini dişlerinin arasında tut yoksa onu keserim.”

Shark Snaga’nın yüzü sert bir gülümsemeyle genişlediğinde elinde kalın yarı metal yarı ağaç bir asa belirmişti, Arkasında duran Simarios ile Rubingard Snaga’da asalarını çıkarmışlardı bile.

Zacharias, kara gözlerinde keskin bir ölümle başını kaldırdı, “Ölüme mahkum olup, korkak bir tavırla hareket ettiniz. İhanet sizin lügatınızda olan bir şey, cesur değildiniz. Dagron bize başkaldırdığında konsey bir şey yapmadı yardım istediğimizde bizi Arkonları önüne sunarak oyaladınız. Şimdi ise ihanetten bahsederken nasıl da kendinizden eminsiniz.”

“KESİN BE!” diye kükredi Dughia, yeşil gözlerinin kenarları grileşmeye başlamıştı öfkeyle yumruğunu “GLAROTH NERDE? KEDFİTH NEREDE? TORAN! AİKROTH! ŞU SÜMSÜK BÜYÜCÜLERİN NE YAPMAYA ÇALIŞTIĞINI SÖYLEYECEK MİSİNİZ HA?”

“Sümsük büyücüler öyle mi?” dedi Myrcid, mavi eliyle kafasındaki merceklerden birini düzeltirken oldukça rahat görünüyordu.

“Bize gerçek planınızı anlatan da o idi.Glaroth sizin ihanet içerisinde olduğunuzu söyledi ” dedi Toran hala sabit ve hareketsiz bir biçimde durmaktaydı, Beyaz saçları, arkaya doğru taranmış olsa da yüzünde sakal namına bir şey yoktu, Sert geniş çenesi ve gri gözleriyle ve ona uyumlu gri teniyle granitten bir heykel gibi duruyordu. “ Beni silahıma davranmaya mecbur etmeyin, yeminli olduğum konseyden bu karar çıktı, Dughia.”

Aikroth, öfkeyle yere tükürdü. “Duydun işte konseyden bu karar çıktı Dughia, Toran haklı bu işi zorlaştırmaya gerek yok.”

Sarı saçlarını arkasında toplamış olan Soraya, sol eliyle ince yuvarlak gözlüklerini düzeltirken “Bu karar bize niye tebliğ edilmedi. Baş Yargıç bu kanunu unuttu mu yoksa ya da o yüzden mi cevap vermemek için buraya gelmedi?”

“Ne o ne de Glaroth?” dedi Akirama ciddi bir biçimde Siyaha yakın, panter armalı geniş tokalı zırhını bir sırt hareketiyle esnetti. “Hüküm çoktan verilmiş belli.”

“HAİN!!!” diye kükredi Dughia vücudu pullarla kaplanmaya başlamıştı, Vücudu hafifçe büyümeye başlarken, elleri giderek pençeye dönüşmekteydi. Omurgasının üzerinde dikenli çıkıntılar çıkarken dişleri sivrileşiyor sesi giderek daha da kalın bir hale bürünüyordu. Pençeli eli Toran ile Aikroth’a doğru döndü. “HADİ ONLAR HAİN YA SİZ! BERABER KILIÇ SAVURDUĞUMUZ, DENİZ KALYONLARINDA SIRT SIRTA VERDİĞİMİZ, ORMANLARDA VİETH’LER AVLADIĞIMIZ GÜNLERİ NE ÇABUK UNUTTUNUZ!”

“İşler çirkinleşecek, katman büyülerini yaptım.” dedi Endimiyon ciddi bir ifadeyle Myrcid’e fısıldadı, Büyü Tanrısının eşi olan mor saçlarını arkaya doğru taramış çenesinde ince bir sakal bırakmıştı.

Myrcid, sinsice gülümseyip kafa salladı ardından asasını bırakıp kollarını göğsünde kavuşturdu, Asa havada bir o yöne bir bu yöne Mycid’in etrafında dolanırken o oldukça rahat görünüyordu. Aikroth gerginlikle kaslarını esnetti. Gözlerinde hüzün vardı. Shark Snaga ise öfkeli ve dövüşmeye aç görünüyordu. Karanlıkların arasında kızıl gözlerinde küçümsemeyle bakan Choros, hemen yanındaki beyaz saçlı ilk doğanı Cho ile birlikte elini kaldırdığında Kara kumlardan bir rüzgar havada esti. Ardından Myrcid ve Snaga ile bakıştılar.

Karanlık bir aura Hükümsüzlerin etrafını sardığında. Shark Snaga ilkdoğanlarına dönerek fısıldadı.. “Büyüleri doğru düzgün yapmazsanız ikinizi de şişe takar ateşin içinde kızartırım.”

Siyah sakalları yeni çıkmaya başlamış olan Simarios ile Rubingard ciddiyetle asalarını belli bir ahenkle çevirmeye çevirmeye başladılar. Myrcid, bir baş hareketiyle Choros’a işaret verdi. Bunu gören Endimiyon ellerini birleştirip hızlı bir şekilde ayırdığında parmağındaki on yüzük etrafa dağıldı. Choros hiç zorlanmadan sol elinde soluk bir turuncu alev çıkardı. Shark Snaga’nın elinde parlak yeşil bir alev belirdi. En sonunda Myrcid’in mavi elinde parlak beyaz bir alev belirince

İkizler, çevirdikleri asadan çıkan kırmızı ve mavi auraları belli yüzüklere doğru aktardılar. Bu süre zarfında Astgarlıların ilk doğanı Cho, vücudundaki kanı sol eliyle çekip havada bir kan topu yaparak yüzüklere yolladı. Eski Hiandar Büyü Loncaları Başkanları Myrcid, Snaga ve Choros ellerindeki alevleri yüzüklere yolladılar.

Daha Hükümsüzler, ne olduğunu anlayamadan havada dönen yüzüklere ulaşan büyüler, yüzükleri dev elemantallere dönüştürdü. Beş metrelik, golemlerden devşirilen bu alevli elemanteller, özel büyülerle nerdeyse kanlı canlı her elementi kullanabilen ölüm makinelerine dönüşmüştü.
Zacharias ciddi bir ifadeyle tırpanını kaldırıp karanlık bariyeri tırpanının içine hapsettiğinde Hükümsüzler etraflarını bu büyük elemantellerle sarılmış buldular. Onları gören Clemante ile Soraya geriye çekilse de. Zacharias, Akirama ve Dughia sadece gülüyordu.

“Yazık!” dedi Akirama alevli yaratıkları durdurmak için parmağını şıklattı. Yaratıkların alevleri sönmeyince şaşkınlıkla kaşlarını çattığında gülme sırası Myrcid’deydi.

“Senin gücünün nasıl çalıştığını bilmiyor muyuz zannediyorsun. Sen sadece standart alevleri kullanabilirsin. Bizim kullandığımız alevler senin asla ulaşamayacağın alevler. Sizin eski Haindar Pars Lejyonu biraz güçlü olması için bahşettiğimiz yetenekten ibaretsin.”

“Bitti Dughia.” dedi Toran sakin bir sesle. “Varın gidin, Justisar’dan uzak durun. Bir şansınız kalmadı.”

Dughia, öfkeyle kaşlarını çattıktan sonra bir anda hızlı bir sıçrayışla, önündeki elemanteli delip geçerek, ellerindeki kılıçlarla Toran’a doğru atıldı. Yaratık bu ani sıçrayışı fark etmemişti sadece göğsündeki yarığın etrafında buz kalıntıları vardı. Yaratık göğsünü tutarak yere yığıldığında Aikroth hızlı bir hamleyle elindeki gürzü Dughia’ya doğru savurdu. Havada darbeyi geriye doğru eğilerek savuşturan Dughia, kılıcının yönünü değiştirip Aikroth’u hedef aldı.

“SİZ KARDEŞİMDİNİZ!” dedi öfkeyle, gözlerinden yaş süzülüyordu.

“Yapma.” dedi Aikroth darbeyi, sol kolunda beliren yeşil auralı kalkanla durdururken. “ Şimdilik, gidin daha sonra çözeriz şu meseleyi.”

“BENİM HALKIM YOK EDİLDİ AİKROTH!” dedi Nehirşarkısı, kılıcını tüm gücüyle bastırdıktan sonra, Aikroth’un ruh kalkanında çatlaklar oluştu, Aikroth şaşkınlıkla çatlayan kalkanına bakarken Dughia sivri dişlerini açığa çıkarak çekilde gülümsedi.

“Ruh gücünü bir tek senin mi kullandığını sanıyordun.”

Bunu der demez, vücudunda mavi bir ruh aurası belirdi, kalkanı iyice çatlayınca Aikroth sıçrayıp, dev gibi gürzünü tek eliyle savurdu hükümsüze , Nehirşarkısı Aikroth savuruşunu bitirmeden, mavi auralı pençesiyle Aikroth’un kolunu yakalayıp, kayalığa doğru savurdu. Aikroth kayalığa doğru uçarken. Toran, hiç kıpırdamadan, Dughia’ya doğru baktı. Kurt simgeli miğferini başına geçirmişti. Gri gözleri cam gibiydi.

“ Üzgünüm.” dedi, sadece ardından Kabartmalı Kurt simgesiyle dövülmüş kalkanı sarı bir hare ile parladıktan sonra Dughia’ya doğru savurdu. “Selebrio’nun Ulu Kurdu.”

Hareli kalkanın darbesini vücudu ile karşıladı Dughia, kollları zangır zangır titrerken, hareli gözleri ciddileşmişti. Başını geriye doğru atıp, Timsaha dönüşmüş olan ağzından yoğun köpüklü tazyikli su fışkırdı. Toran, darbeyi durdurmak yerine iki tur yarım atarak Dughia’nın sırtına kalkanının tersiyle kesik açtı. Ancak Nehirşarkısının öfkesi dinmiyordu. Dev Timsahsı vücudu buzla kaplanmaya başlarken ağzından buz buharı yükseliyordu.

“İşler ciddileşecek.” dedi Endimiyon, Artık giderek daha tehlikeli bir hale bürünmüş olan Dughia’ya doğru bakarken. Myrcid’e doğru döndü. “Bunları tutabilmek istiyorsak Dughia’yı indirmemiz şart.”

“Toran dövüşüne karışılmasından hoşlanmaz.” dedi, Myrcid yüzündeki mercekler savaş alanını izliyordu. O sırada Zacharias, tepesindeki elemanteli indirdikten sonra onlara doğru döndü. Elindeki tırpan karanlık bir hale bürünmüştü. Myrcid, karanlığa doğru bakınca derin bir iç çekti.

“Ölüm, hepinize gelecek.” dedi Zacharias, zincirlerinin üzerinde yükselmeye devam etti. “Hak ettiğinizi bulacaksınız.”

Bunu der demez, tırpanla zincir salvosu Myrcid ile Endimiyon’un üzerine doğru gelirken, bir den olduğu yerde durdular, zincir ve tırpanın etrafında inceden bir gölge belirmişti. Karanlıkların arasından kızıl gözüyle ilerleyen Choros’un yüzünde büyük bir küçümseme vardı.

“Babamı öldüren adamı korumak istemiyorum ama,” dedi Kara Büyücü, “Elindeki çalıntı tırpana baktıkça midem bulanıyor, Mahkum zabiti.”

Zacharias sırıttı. “ Karanlığın son evladı, şansına anne tarafından Hiandar doğmuşsun, yoksa Kufdir Dağı sana mezar olurdu.”

Choros hızlı bir şekilde gölgeler arasından Zacharias’a saldırdı, Gölgeden beliren elden çevik bir şekilde kaçan,Zacharias tırpanı Choros’a doğru savurduğunda, tırpan titreyerek duraksadı. Zacharias acıyla tırpanın siyahlaşmasına bakarken. Choros bir elinde kara bir alev belirtti.

“Ben Karanlığın Son Kralıyım.” dedi tehlikeli bir sesle Zacharias’a doğru eğildi, “Seninle Lichi yendiğimiz günü hatırlıyorum da Zacharias, O gün benim gücümün ne boyutlara ulaştığını görmüştün, buna rağmen ihanet ettin. Bunu olabileceğini göremedin mi?”

“Çok konuşuyorsun.” dedi Zacharias, hızlı bir biçimde bedeninini değiştirerek yılanımsı bir şekle büründüğü gibi hızla Choros’un omzunu ısırmak için hamle yaptığında Choros kenara çekildi, soğuk bir edayla kolları olan yarı bir yılan a dönüşmüş olan Zacharias’a doğru baktı ardından gölgelerin içinden siyah kabzalı çift taraflı kılıcı belirdi.

“Arbion.” dedi Myrcid fısıltıyla, eski karanlığın silahlarından biriydi Choros’un elindeki, Karanlığın Evlatlarının babasından yadigar kalan, eski, antik bir silahtı. Silah geçmişin acılarıyla, karanlıkla ve dehşetle o kadar yüzleşmişti ki, üzerindeki kurumuş kan leke leke halinde kapkara siyah üzerinde koyu izler halinde durmaktaydı. Myrcid bu eski silahı karanlığın evlatlarının atasında görmüştü, ne kadar kudretli olduğunu biliyordu.

“Coupha” diye kükredi Zacharias, artık yarı yılan yarı insan formundaydı, tırpanı kara bir alev gibi havada zinciriyle dalganırken kara ruhsal bir ateş onun etrafında uyandı, kapkara gözlerindeki öfkeyle tırpanını Choros’a doğru savurdu.

Kara Tırpanın saldırısını çift taraflı kılıcını tek eliyle döndürerek durdurabildi, Kara Büyücü tırpan ile Antik kılıcı Arbion birbirine çartığı an etrafta kıvılcımlar parlar bir biçimde uçuştu hava giderek kararmaktaydı. Myrcid, bir el işaretiyle birkaç metra geriye doğru ışınlandı Endimiyon’a da onunla beraber gelmesi için işaret etti.

Tırpanın darbesini savuşturan, Choros’un saçları rüzgarda uçuştu kızıl gözleri kısıldıktan sonra boştaki elini kaldırdığınde elinde karanlık bir top belirdi, elindeki karanlık topu sertçe kırdığı an etrafta ani bir güç patlaması gerçekleşti. Kara bir nefes herkesi etkileyecek şekilde etrafa bir güç dalgasıyla yayıldı.

Bir çokları geriye doğru savrulurken, Dughia amansızdı hızla Toran’ın üzerinde belirdi çift korsan palası ışıldayarak Dughia ‘ya doğru saldırdığında “ Karanlığın Evladıyla birlikte savaşmaktan onur duyuyor musun Slembrio Şövalyesi?” diye kükredi.

Dughia’nın ağır güçteki saldırısını kalkanıyla durduran Kalemuhafız Toran, darbenin etkisiyle birkaç santim toprağın içine doğru göçtü ama gri gözleri ışıl ışıl parlamaktaydı. “Slembrio’nun Ulu Kurdu” diye kükredi Toran ve Ardından beyaz bir hareye bürünerek kalkanı yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Mavi Ruh gücüyle fiziksel gücünü kat kat arttırmış olan Dughia şaşkınlıkla ona doğru bakarken. Sol tarafından gelen sert bir darbeyle kenara doğru uçtu.

Elinde kocaman bir balyoz belirmiş olan Aikroth yeşil aura ile sarılmış bedeni ve tüm gücünü gösterir şekilde beliren tanrısal Gri gözleriyle, bir anda karşısında belirmişti. “Benle dövüşüyordun.” diye kükredi Savaş Tanrısı.

Dughia hızlı bir biçimde ayağa kalkarken, ağzının kenarından akan kanı elinin tersiyle sildi bir yandan da gülümsüyordu. Myrcid geride durup bütün olayları izlerken, Özel Golemlerle Svaaşmaktan yorgun düşmüş Soraya ile Clemente’ye doğru baktıktan sonra Endimiyon’a doğru döndü.

“Büyüklerle diğerleri uğraşırken biz şunları indirelim Endi.” dedi gülümseyerek, Eski çocukluk lakabını duyan Endimiyon ise gülümsemekle yetindi.

Devam Edecek...
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 16 Özel Bölüm 3. Kısım De Le Vaq

Akik Zaman Döngeci, Hiandar Takvimi 452. Gün. Ayı Yılı.

Günümüzden 18 bin yıl önce

Muadlig Şehri , Eos Bölgesi, Hiandarik Cumhuriyeti

Lonca Kısmı Tüy Ticaret Hanesi


“Bu çocukları ben buldum Otoboroshi,” dedi Antonio De Le Vaq kara gözlerinde öfkeli bir ışıkla karşısındaki adama bakarken kükredi “KÖLE PAZARINDAN BEN SATIN ALDIM!”

Otoboroshi’nin yüz çizgileri derinleşti, yüzündeki hüzün elle tutulabilir bir hale geldi adeta, yolculuklarla lekelenmiş uzun, kirli pas yeşili kıyafetlerinin arasında yaşlı bir dilenci gibi görünüyordu. Öte yandan Antonio De Le Vaq maun masasının ardında dikilmiş koyu lacivert tuniğinin üzerindeki gümüşi işlemeler, ve Thengu tüyünden yapılma yarı kürklü peleriniyle bir kral gibiydi İfadesi acımasızdı, bakışlarında öfke de vardı biraz, ellerini gerginlikle evraklarla dolu masasının iki yanına koymuştu.

“Bilmiyordum.” dedi Otoboroshi çaresiz bir fısıltıyla

“Bilmiyor muydun?” dedi Antonio De Le Vaq sinirli bir alaycılıkla gülümserken kafasını salladı “Aptal bir adam değilsin Otoboroshi, Bugünlerin geleceğini biliyordun, bütün o yaptıklarından sonra küçük bir adada evli mutlu çocuklu bir hayatın olacağını mı sanıyordun?”

Otoboroshi, sırıttı tehlikeli bir sırıtmaydı bu “Dedi, evli ve çocuklu bir Tüy Tüccarı.”

“ Onların bir rol olduğunu biliyorsun.” dedi De Le Vaq “ Tırnak içinde bir “ Tüy Tüccarı” olmak için bir rol, Senin gibi, aranan son Ruh Avcısıyla Tüy Tüccarı olmak aynı seviye bir şey değil!”

“Onlar benim evlatlarım Antonio.” dedi Otoboroshi, beyaz ruh aurası etrafında oluşmaya başlamıştı, “Şansını zorlama istersen.”

“Onları bir kafeste yetiştirmişsin.” dedi Antonio De Le Vaq, gözü korkmamıştı, masanın üzerinde doğruldu, oturan Otoboroshi’ye tepeden baktı. “Bana geldiklerinde pençeleri çıkmamış yavru bir kedilerdi, onlara acımadım ama boşlamadım da, hayallerle değil gerçeklerle eğitildiler, ölümler kokuşmuşluklar zalimlikler gördüler ve hiçbirine hazırlıklı değillerdi.”

“Senin pis yeraltı işlerindeki getir götür yapa- “

“Karanlığın evlatlarını biliyorum Otoboroshi.” dedi De Le Vaq sözünü keserek tuniğinin bir düğmesini açarak boynuyla omzu arasındaki iyileşmiş bir yarayı gösterdi. Otoboroshi şaşkınlıkla ayağa kalktı.

“Gurabba El Nasr,” diye devam etti. Antonio De Le Vaq “Az daha ölüyordum, Nephilium olmasa kurtulacağımda yoktu zaten.”

“Emin misin?” dedi Otoboroshi ruh aurası kaybolmuştu. “Nasıl?”

“Bu senin cevaplayacağın bir soru,” dedi Antonio De Le Vaq tuniğini düzeltirken “ Gurabba, yok edilmiş ırkına bir varis arıyor. Kısacası çocukların Karanlığın Evlatları, ve bildiğim kadarıyla sen o soydan değilsin.”

Otoborshi tabureye çöktüğünde hala “ Nasıl?” diyordu, “Defalarca kontrol etmiştim, o zaman Charkan…”

“Charkan da karın oluyor herhalde.” dedi Antonio De Le Vaq, masanın etrafından dolaşarak Otoboroshinin omzuna dokundu. “ Çocuklar anlattı, ölmüş. Üzgünüm.”

Otoboroshi, sertçe De Le Vaq’ın omzuna dokunduğu eline vurarak uzaklaştırdı. Gri gözlerinde yaşlar tomurcuklanmıştı, “Çocuklarımı ver.” dedi sesi titriyordu.

Otoboroshi’nin uzaklaştırdığı elindeki tozları temizleyen De La Vaq katı bir ifadeyle, “Git o halde… Al çocuklarını, ama o çocukları ben yetiştirdim, yanlızlık ve korkuyla öğrendiler, kavgayla yoğruldular. Onlar artık tanıdığın çocuklar değil. Onları tekrar o kafese tıkamazsın.”

“Göreceğiz.” dedi Otoboroshi, hızla ayağa kalkıp kapıya doğru yönelirken Antonio De Le Vaq ekledi.

“Bir de şu var tabi, çocukların Ortak Pazar’dan Hiandar’a getirilmiş bir köle statüsünde, Benim iznim dışında şehirden dışarı adım attıklarında kaçak kölelere dönüşecekler.”

“Umrumda mı?” dedi Otoboroshi arkasını bir an De Le Vaq’a doğru dönerken gri gözleri ruh gücüyle doluydu.

“Belki peşinizde Gurabba varken, büyük ödül avcılarıyla uğraşmak çocuklarının işine gelmeyecektir, biliyorum çünkü onları ben yetiştirdim.”

Otoboroshi, hızlı bir iki adım atarak, Antonio De Le Vaq ile mesafesini kapattığında De Le Vaq’ın yüzünde hiç şaşkınlık yoktu. Otoboroshi sağ elinde biriktirdiği ruh gücüyle De Le Vaq’ın kafasını parçalayacaktı.

O anda sol tarafına doğru gelen sert bir yumruk köşeye vitirinli kitaplığın oraya savurdu. Vitirini parçalayarak yere düşen Otoboroshi, şaşkınlıkla ona doğru yumruk savuran iki buçuk metrelik dev yaratığa bakıyordu.

“Nasıl ruh gücünü hissetmedim? Diyorsun değil mi kendi kendine” dedi Antonio De Le Vaq, vücudu dikiş içindeki yaratığın yanına doğru yavaş yavaş adım atarken. Yaratık kıpırtısız duruyordu, aynı başlangıçta köşede hiç dikkat çekmeyen heykel gibi. “Çünkü onun bir Ruh’u yok teknoloji büyü ve bilimle yaratılmış bir prototip. Ona Korlak ismini verdim.”

“Bir zombinin beni durdurabileceğini mi sanıyorsun?” dedi Otoboroshi dizleri üzerinde doğrulurken ellerini kaldırdı, avuç içlerini birleştirecek pozisyona getirdi.

“APTAL!!” diye kükredi De Le Vaq onunda etrafında mor ruh aurası belirmişti, kendisi Ruh Adam olmayıp, Ruh gücünü kulanan sayılı hiandarlardan biriydi. “ O çocukların başına bu zamana kadar neden bir şey gelmediğini sanıyorsun! Onları ben koruyordum!”

“Koruyormuş.” dedi Otoboroshi öfkeyle, “Kendi küçük siyasetin için onları kullanman mı koruyormuş onları.

“Gurabba onları arıyor Otoborshi.” dedi Antonio De Le Vaq, “Issız Bozkırda onları saklayabileceğin bir yer yok, burada basit tüccarlar onlar dışarıda ise ya karanlığın evlatları ya da Ruh Adam olacaklar, burada karşılaşacakları en kötü şey Baron Tusk olur. Dışarda ise….”

Antonio De Le Vaq sözü havada bırakınca Otoboroshi, birleştirdiği ellerini iki yana ayırdı. Kaşlarını çatsada itiraz edebilecek gibi görünmüyordu. Omuzlarını düşürüp kapıya doğru ilerledi, ahşap tokmağı sağ eliyle kavradıktan sonra gri gözleri karşısındaki adamı buldu.

“Gene geleceğim.” dedi sert bir sesle ve kapıyı çarpıp çıktı.

Antonio De Le Vaq ise yüzüklü sol elini masaya iki kez hızlıca vurdu, yüzünde ince bir gülümseme vardı.


****


Kambahtou Hududu, Louh Kulesi

Hiandar Tarihinin Bitişinin 90. Yılı,

Boş yüzyıllar

Günümüzden Dokuz Bin Yıl Öncesi



“Onu kolayca öldüremeyiz.” dedi Arturo De Le Vaq ,uzun bir tepenin ardından havaya uçmuş olan yıkık kulenin altındaki siluetlere bakarken. Uzun boylu, uzun saçlarını arkadan at kuyruğu şeklinde toplamış ince sakalları yüzünü çevirmiş genç bir adam gibi gözüküyordu ama gözleri bilgelikle doluydu, gökyüzünün sonsuzluğunu görmüş, kubbenin dışarısını tatmıştı.

“Doğru.” dedi elini çenesine koyup düşünen Myrcid, mercekleriyle Lich’in Otoboroshi ve kardeşlerinin ışınladığını gördü, rahatladı. Zaten çok acı çekmiş olan yaşlı adamı öldürmek istemiyordu. O sırada Lich’in kavun içi gözleri parlayarak onun merceklerini buldu bakışlarının nazarı on iki merceğinden birini çatlattı. Otoboroshi, yaşlı nispeten güçlü bir adamdı ama Alsderio Auwach bambaşka bir şeydi. Geçmişin yıkıntılarından kalma bir adam yıllardan ve çağlardan eski, çok daha kudretli…

“O yüzden hepimiz birlikte geldik.” dedi Legistas, bastonunu yere sertçe geçirdi, siyah kıyafetleri batmakta olan gün ışığında yıkanırken sol tarafında Kedfith kıpırtısız bir heykel gibi durmaktaydı, sağ yanındaki Glaroth yavaşça değdiği her yeri kesebildiği söylelen kılıcını kınından çıkardı. Arkasındakilere hafifçe dönerek

“Onu sakın hafife almayın.” dedi ciddi bir sesle

Glaroth ile nerdeyse aynı anda silahlarını çeken, Aikroth, Akirama, Dughia ve Toran sertçe kafalarını salladılar.

“Önce savaşçılar mı geliyorlar?” dedi Alsderio Auwach, sesi ne kadar uzak olsa, yakından geliyor gibiydi. “Yaşlı bir büyücü için beş savaşçı sizce de fazla değil mi?”

Glaroth, hızlı bir hareketle rüzgar kadar hızlı bir biçimde Lich’e ilk saldıran oldu, her şeyi kesen kılıcın hamlesini Lich, elinde beliren gümüşi asayla durdurdu, Glaroth’un şaşkın bakışları arasında Lich kemikten parmağının birisini başkumandana doğru doğrulttu.

“Converdium.”

Soğuk mavi alevler, iç içe halkalar halinde Glaroth’un zırhını parçaladığında başkumandan geriye savruldu. Akirama alevli mızrağı Dughia buzdan kılıçlarıyla sağdan ve soldan saldırdıklarında ikisinin arasından birden bire kaybolup, Aikroth’un karnına asasını gömdüğünde Dughia ile Akirama birbirlerine vurmaktan kendilerini son anda kurtardılar,
Akiroth darbeyle nerdeyse kendinden geçerek yere yığıldığında, Toran karşısındaydı ama Lich öfkeyle ayağa kalkan Glaroth’a doğru çevirdi başını hemen arkasında Legistas ile Kedfith vardı.

“Çok güçlenmişsiniz.” dedi Lich nerdeyse tembelce üçüne bakarken “Sizi hududumu aşmadan öldürmem oldukça zor, normalde o saldırıda atomlarına ayrılman gerekiyordu, Moleküler ışınım dedikleri şey işte.”

“Bekçilerden mi çekiniyorsun.” dedi Legistas, gözü korkmamıştı. “Senin gibi birinden böyle bir şey beklemiyordum doğrusu.”

“Ailevi bir mesele.” dedi, Lich bu sefer sesi ciddileşmişti, sertçe elini kaldırdı, Aikroth ile Kedfith, hızlıca ona doğru çekilirken. Legistas eline asasını alıp yan bir şekilde tuttup savurdu

“Arzın 3. Kuvveti.” dedi kaşları çatılmıştı, asasının üzerinde elektriklenen akımla birlikte hareketlenen, çekim kuvveti. Kedfith ile Aikroth’u Legistas’a doğru yönlendirdi, Lich ise ona doğru savrulurken, havada ışınlanıp Legistas’ın arkasına ışınlandı, Legistas tepki veremeden önce Myrcid kara şimşekli asasıyla Lich’in arkasında belirmişti.

“Kurou Lighthoun.” dedi kükrediği zaman Lich’in yüzünde bir gülümseme belirdi, acı dolu bir gülümsemeydi kavun içi alevle parlayan gözleri kısıldıktan sonra ortan kaybolup bu sefer de Myrcid’in yanında belirdi,

Myrcid, acıyla dişlerini sıktı, darbenin nasıl geldiğini anlamamıştı bile asayı tuttuğu sağ elini kolunun bir kısmıyla beraber kopmuştu, Lich boştaki eliyle Myric’in kanlı kolunu toprağa attı.

“Yazık…” diye mırıldandı, Myrcid birden kopmuş kolundan omzuna doğru ilerleyen acılı soğuk dalgasıyla sarsılırken, Lich umursamazca Myrcid’İn kanıyla kirlenmiş elini boş havaya pençe gibi savurdu.

Boş alan bir perde gibi yırtılıp, Swenstein ile Leginando’yu ortaya çıkartı, “ Çok basit bir ilizyon kumarbaz.” dedi sakince elini bir çark gibi çevirirken Swenstein ile Leginando’un olduğu bölge yamulmaya başladı, Leginando ile Swenstein kan kusarak yere yığıldığı anda Kedfith’in çekici sıcaklık dalgasıyla Lich’in üzerine geldiğinde kavun içi gözleriyle oraya doğru dönerek, çekicinin darbesini eliyle sakince durdurdu. Kedfith’in sıcaklığı bir anda yoğun dumanla birlikte, kaybolmuştu.

“Ölümün soğukluğu yanında ne kadar sıcak olabilirsin ki Darihond.” dedi sertçe, ancak Kedfith cevap veremeden, Legistas eliyle sopasını çevirerek Lich’İn diğer yanından fırladı, “Arzın 2. Kuvveti.” Diye kükrediğinde, Lich parmağının bir hareketiyle “Konveksiyel Saptırma.” diye fısıldadı, Legistas’ın darbesini, kendisi yerine sol tarafına doğru yönlendirdi. Kendilerine tanrı adını verenlerin bir çoğu bu darbeden kaçarken, Glaroth rüzgarın hızıyla, gelip kılıcıyla Lich’in sol göğsünden sol kol kısmına kadar olan yeri kesip çıkardı.

Her şeyi kesen kılıcın ucunda sarkan, Lichin göğsünün bir kısmıyla kolunu sert bir hareketle yere atan Glaroth’un üstündeki zırh paramparçaydı, zırhının altından görünen gri derisi pul pul olmuştu ve nerdeyse hiçbir çizik yoktu, Gözleri bembeyaz kesilmişti.

"Üç büyük tanrı ha.” dedi Lich geriye doğru savrulurken, Kedfith, Legistas ve Glaroth’a doğru baktı. Parçalanmış bedeninin içerisindeki ateş gözle görülür seviyeye ulaşmıştı, “Siz yok oluşun son temsilcileri, son günahkarlarsınız.”

Legistas, acınası ifadeyle Lich’e doğru baktı. “Bu lafları, daha önce de dinledik.” dedi asasını kaldırırken, “Şimdi ait olduğun yere toprağın altına gömül tarih kalıntısı.”

Arturo De Le Vaq’ın keskin gözleri Lich’in el hareketini fark etti. “ Durun!” diye haykırdı, ancak çok geçti, Legistas darbesini yapmış, darbesi Lich’in bir hareketiyle Kedfith’e doğru yönlendirilmişti. Kedfith yoğun güçle yere doğru gömülürken, Lich ışınlanarak, asasınını Glaroth’un böğrüne geçirmişti, Asanın gücüyle Glaorth’un kaburgaları çatırdayıp yere yığıldığınd, Legistas hızlı bir biçimde ileri atıldı. O anda yerde kıpırtısız duran Lich’in kopmuş kolu onu boğazından yakalayarak olduğu yere çiviledi.

Yerde kalmış, üç büyük tanrı arasından Lich, karanlıklar içerisinde dimdik ayaktaydı, Yerdeki Tanrılara küçümseyici bakış attığında, karşısına üç kişi dikildi, Kendileri belki de yerde kalan Tanrıların en güçlü yardımcıları değillerdi, Ancak en farklı güçte olanlarıydı.

Sağda, Kadim ırkların son temsilcisi, Baba tarafından Karanlığın Evladı, olan Choros vardı, Simsiyah saçlarının arasında parlayan kızıl gözleri etrafındakı karanlık aura ile Lich kadar korkutucu görünüyordu.

“Zaman değişiyor Lich.” dedi o soğuk sesiyle, “Bu sefer ırkları birbirine düşman edemeyeceksin.”

Solda, ise uzun boylu ve kambur duruşuyla, Zacharias vardı, Kara Tırpanı sırtında soğuk bir kara duman ile parlıyordu. Derisi pul pul olmuştu, gözleri ölüm gibi kapkaraydı.

“Ölmediğini duydum.” sesi fısıltılı bir tıslamaydı. “Gerçekten öyle mi acaba?”

Arturo De Le Vaq ikisinin ortasındaki isimdi, Gökkubeyi keşfeden alemleri gören bir adamdı, Üzerinde, deri bir tünik ve başında bir kapşon vardı. Sol elini tamamen açmış, sağ elini yumruk yapmıştı. Gri gözleri Lich’in üzerindeydi.

“Bunun ne anlama geldiği biliyorsun.” dedi sakince başıyla etrafını gösterirken, Myrcid güç bela ayağa kalkmıştı, Nenyal yanında onu iyileştirmekteydi. Lich gözlerini ondan ayırıp etrafına baktığında, ona saldırmayan 8 tanrının etrafında, olduğunu, gördü.

“Ölüm Mührü mü?” dedi Lich duruşlarına bakarak.

“Ölmeyen biri nasıl ölür çok araştırdık.” dedi Korlak, mühür noktalarının birinin başındaydı biçimsiz vücudunun arkasında kıskıs gülerek Lich’e bakıyordu.

“Bunun beni öldüreceğini mi düşünüyorsunuz,” dedi Lich, “Bu Mühür beni etkilemez bile.

“İridum özleriyle yapılmış bir büyü olduğu vakit etkilenirsin.” dedi Myricd başıyla işaret verirken Mühür başındaki tanrılar İridium özlerini çıkardılar ve ellrinde özlerden bir büyü rünü belirdi. Lich ciddi bir hareketle elini kaldırdığında Choros bir kan rünü ile saldırdı, Lich bir kalkanla onu durduduktan bir büyüle onu geriye doğru savurdu. O anda Zachariasın zincirleri onu sarmaya kalktığında onun arkasına ışınlandı, Darbe vuracakken görünmez bir titreşim dalgasıyla iki metra ileriye savruldu.

“Burada biz varken başkasıyla ilgilenemezsin.” dedi Arturo, elini kaldırmış Lich’in ışınlandığı yere doğru doğrultmuştu. “Her ışınlanma bir titreşim yayar, kaçaçacağın bir yer yok.”

Lich, karanlık bir ruh haletine büründü, Ölümün soğukluğu etrafı sardığında ölümden soğuk bir duman Arturonun üzerine doğru uçtuğunda, kara bir duman Arturonun önüne geçerek onu durdu. Choros, kızıl gözlerinde bir parıltıyla Lich’in önüne dikilmişti. Siyah kanatları sırtından bir pençe gibi çıkmış Lich’in üzerine bir gölge gibi düşüyordu.

“Karanlığın gücünü sadece sen kullanmıyorsun.” dedi gözlerinde bir parıltıyla, Karanlığın gerçek velihattı benim.”

Lich, karanlık dumanları Choros’un üzerine yolladı kavuniçi gözleri alev alevdi. “Ben, karanlığın nasıl yaratıldığını gördüm, velet. Bütün bunların beni öldüreceğini mi düşünüyorsunuz.”

“Sadece bu mühür, ne kadar da iridium ile gücünü arttırsak da seni öldürmez.” dedi Myrcid, ardından Merceklerinin üzerinden bakarak ekledi, “Sadece gizli kulene sakladığın kendi ruhunu bedenine geri getirir.”

Lich, kısa bir üsre duraksadı, O anda kalan tanrılar, büyüyü aktifleştirdiler. Lich, ani bir acıyla sarsılırken, Zacharias, tırpanı ile ortaya çıktı, saldırısını yapacaktı ancak Lich amansızdı hızlı bir hareketle çıplak elle Zacharias’ı tuttuğu gibi yere çiviledi. Kopan kolunu geri çağırıp vücuduna geri takan Lich öfkeli gözle onlara bakarken. Soğuk ısırmasından boğazı mosmor olan Legistas kükredi;

“ARTIK ÖLÜMSÜZ DEĞİL! SALDIRIN.”

“Siz de değilsiniz.” dedi Lich elini gökyüzüne doğru kaldırdı, Gökyüzünde dev alevli meteorlar belirdi, Ardından ellerini iki yana açıp fısıldadı, “ Lichtiona” önünde karanlık-kırmızı alevler belirdi, Alevlerin içerisinden karanlığın yaratıkları uluyarak çıkmaya başladı. Yaratıklar çeşit çeşit büyüklükteydi, alevler hem gökyüzünde meteorlardan hem de karşılarında uluyan yaratıkların tepelerinden geliyordu.

“Kufdir’in lanetleri” dedi Toran Karalığın çeşit çeşit yaratıklarına bakarken kalkanını kaldırdı.

“Onları geçmişten getirdi.” dedi Choros elindeki çift taraflı silahı Arbion’un aynısını tutan kanatlı dev gibi yaratığa doğru bakarken. Yaratık simsiyah bir gölgeydi gözlerindeki kızıllık dışında hiçbir şey yoktu. Kükremeyle Choros’a saldırdığında, Choros ona doğru gelen soğuk karanlık ve sis darbesini zorlukla durdurdu.

“Karanlığın velihattıymış.” dedi Lich küçümsemeyle ona doğru hızla saldırmaya çalışan Korlak’ı elinin tersiyle ikiye bölerken, bir an duraksadı “ Özür dilerim Otoboroshi, lakin bu velede bir aile dersi verilmesi gerekiyordu. ”

“Hududunu aştın.” dedi Myrcid, şaşkınlıkla yüzü alevlerin yansımasıyla kıpkırmızıydı. “Başka boyuttan yaratıklar getiriyorsun.”

Lich bir şey demeden arkasında duran yaratıklara eliyle işaret etti. Yaratıklar kükreyerek saldırdığında karşılarına ilk Toran çıktı, Karanlığın içinde bir meşale gibi yanan eski Slembiro Şövalyesi Işıl Işıl parlayan Kalkanıyla onları karşıladı, ancak yeterli değildi. Dughia ile Akirama da yanında belirmişti, Shark Snaga kükreyerek Alev toplarını yaratığa yolluyor, Zacharias zincirleriyle Lich e ulaşmaya çalışıyor ancak

O sırada Legistas soğuk yanması geçirmiş olan boynunu tutup öfkeyle ayağa kalktığında Gök yüzünden tepelerine inmekte olan Meteorlara bakıp hayıkırdı;

“GÖKYÜZÜ!” diye kükredi Bastonunu hızlı hızlı onlara doğru gelmekte olan Meteorlara doğru çeviren Legistas, Asasını onlara doğru savurdu.

“ Arzın 5. kuvveti,”

Meteorların bir kısmı Legistasın gücüyle yok olduğunda yanında Gümüşi bir ejderha formunda Glaroth belirdi, Glaroth kükreyerek derin bir nefes aldı, ağzından büyük bir rüzgar topu fırlayarak meteorların bir kısmını parçaladı. Ardından Kedfith hızlı bir şekilde gelirken elini geriye doğru çekerek havadakıisıcaklığı topladı.

“3. Isı Darbesi.”

Sıcaklık darbesinin gücü kalan meteorların çoğunu yok ettiğinde, Başla boyuttan gelen yaratıklar Akirama ile Dughiya yı bir köşeye savurmuş. Büyük kanatlı yaratık Choros’u altına almıştı. Nenyal baygın olan Aikroth’u kendine getirmeye çalışırken, Soraya da Leginando ile ilgileniyordu. Lich hepsini gözleriyle süzdükten sonra elini pençe gibi kıstırıp bakışlarını Myrcid’e doğru yöneltti, diğer elinde bir fare belirdi.

“Ruh değişimi. Celiegon.”

Myrcid, bu tür büyülerin var olduğunu dahi bilmiyordu, Ruhunun farenin ruhu ile değişeceğini anladığı şokla bir büyü yapmaya çalıştığında göğüsüne beyaz bir bir ışığın girdiğini kendisiyle fareyi bağladığını fark etti. Acıyla kükrerken, bir el havadaki ışığı tutarak kırıp parçaladı.

Lich’in gözleri kısıldığında, siyah kıyafetli uzun siyah atkısını koluna bağlamış, bir adam ona doğru baktı. Pis pis sırıtıyordu. “Son anda engel oldum baksana.” Lich öfkeyle tısladı.

“Tougrin…” dedi sonra Myrcid’in arkasına doğru kaydı gözleri. “Bu sefer hepiniz mi geldiniz.”
Myrcid arkasına doğru baktığında, farklı renkli atkılı, on bir kişinin daha orada olduğunu gördü, şaşkınlıkla mercekleri büyüdü Myrcid’in Bekçilerin hepsini ilk defa görüyordu. Hepsinin çeşitli ırklardan oluşmasının yanı sıra hepsinin ellerinde çeşitli boyda kılıçlar göze çarpıyordu.
Turuncu atkısı gözlerine bağlamış olan Hududun Bekçisi bir adım öne doğru çıktı.

“ Alsderio Auwach. Organizasyonun 24. Ve 39. Kuralları olan, Boyutlar arası geçişin niteliklerini ve Ruhlar Bütünlüğü kurallarını çeşitli büyülerle ihlal ettiğin için hududunu aştın ve Bekçiler Organizasyonunun 1344. toplantısında hakkında ölüm kararı verildi. Söyleyecek son bir sözün var mı?”

“Yok Kouzuka.” dedi Lich kavun içi alevler kemikli başının üzerine ve omuzlarına dağılmıştı. “ Beni öldürebilirsiniz Ancak benim şu veletlerin hepsinin kökünü kazımama izin vereceksiniz.”

“Daha fazla Hududunu aşmana izin veremeyiz Alsderio, Arzın dengesini bozuyorsun.” dedi Kahverengi atkısını geniş beline bağlamış Arkon ırkına mensup olan Arzın Bekçisi, Kocaman Kılıcını omzuna dayamıştı. Kalın kolları bir ağacın gövdesinden büyüktü. “Onları da Hududunu aşmadan yenemeyeceğin aşikar en azından hepsini.”

“Peki, siz bilirsiniz.” dedi Lich alevler halinde yanarken, sağ elinde Asası sol elinde belirdi, hızlı bir biçimde bu sefer asasının ucundakı mor bir ışıltıya yaratıklarla uğraşan Arturoya saldırdı, onu bu sefer engelleyen ise Sarı Atkılı Değişimin Bekçisiydi. Lichin Saldırısını, Lich’e doğru yönlendirmişti ama saldırı bir anda başka tarafa doğru dönerek uzaklardaki bir dağı yer yüzünden sildi.

“İkinci büyüyü yaptığını bile fark etmedim.” dedi Arconian ırkına mensup, Değişimin Bekçisi ciddileşmişti. “Beni nerdeyse öldürüyordun.”

“Saptırmayı bir tek sen yapmıyorsun Curvik.” dedi Lich alevlerinin her yana yayılması onu oldukça korkunçlaştırmıştı. Gene de paçayı kurtardın, hızlıymışsın.”

Birden Lich’in arkasında Ruhların Bekçisi Tougrin belirdi. “İhtiyar Ruh Adam ile birlikte olursun zannediyordum sahi onlar neredeler Alsderio.” Dedi gülümseyerek Sol elinde küçük siyah elektrik gibi parlayan bir top vardı. Hızlı bir hareketle topu Lich’e doğru savurdu. Lich kaşlarını çatıp hayeletimsi bir süzülmeyle Tougrin’in içinden geçerek saldırıyı savuşturup asasının köşesiyle onu uzaklara savurdu.

“Seni öldürme zevkini, Otoboroshi’den alamam Tougrin.” dedi katı bir sesle, Togrin uzklarda kaburgalarını tutarken. Kırmızı atkılı Adeletin Bekçisi önünde belirdi, Lich ellerini iki yana açtığında kendi kopyaları etrafa dağıldı.

“Artık üzerimde bir sınırlama yok.” diye konuştu kopya Lichler hep bir ağızdan, “Bekçi Organizasyonu zayıflıklarınızı biliyorum, beni burada öldürürseniz, zayıflıklarınızı bu Tanrıcıklar da öğrenecek. Gün gelip ters düştüğünüzde bunları size karşı kullanacaklar. Bana izin verin onları öldüreyim ondan sonra beni yok edersiniz.”

“Mantıklı konuşuyorsun,” dedi Arzın Bekçisi, “Ancak Alsderio, bir kural bir kere esnetilirse o kural olmaktan çıkar, bunu bize Baban söylemişti. Dövüşmeyi bırak Yeni Tanrıları biz uzaklaştıracağız.”

“Zaman ve Çağlar değişir, Alsderio.” dedi Değişimin Bekçisi, “Denizler dağları yutar, halklar yenilir kişiler ölür. Değiştiremeyeceğin tek şey budur.”

“Sana saygımız var.” dedi Hududun Bekçisi, “ Bunu bizim için yitirme.”

“Öyle güçlüsün ki,” dedi Ruhların Bekçisi, ayağa kalıp ağzındaki kanı silerken. “Korumaya çalıştığın şeyleri de yok edeceksin.

“Beklediğin Adaletse.” dedi Adaletin Bekçisi, “Adalet kördür belki ancak sağır değildir. Hiçbir çığlığa sessiz kalmayacak.

Lich bir an duraksadı, Tanrıların çoğu hala karanlığın yaratıklarıyla savaşıyordu, güçsüz düşmüşlerdi Kedifth ile Glaroth kan içindeydi, Legistas morarmış boynuyla asasına güçlükle dayanıyordu. Myrcid bekçilerin arasında kopmuş kolunu tutarak titiriyordu. Choros’u ölümün elinden kenine gelmiş Aikroth ile Nenyal zor bela kurtarmaktaydı. Tanrılar yeniliyordu.

“Çok yakın.” dedi Lich önce kendi kendine sonra Bekçilere dönerek “Çok yakın.” diye tekrar etti sesi kopyalarından dolayı korkunç bir koro gibi çıkıyordu. “Bu kadar yakınken vazgeçemem, Üzgünüm. Ettiklerinin bedelini ödeyecekler, ihanetlerinin.”

Bu sözleri söylerken kavuniçi gözleri Myrcid, ile Arturo’daydı, Bekçiler bu söz üzerine ses çıkarmadılar, Hududun Bekçisi kılıcını kaldırdı ve sözünü söyledi

“Batıni Ölçek Yedi Bölü Sekiz Maksimum Sınırlama.”

Bu sözlerle başlayan Dövüş, on beş gün sürdü. Dövüş büyü sınırlamalarına rağmen o kadar yıkıcıydı ki Justisar’daki Vepriln Denizi, bu dövüşten sonra oluştuğu tahmin ediliyor. Sonunda ise Dünyanın en güçlü varlığı Alsderio Auwach, Nerdeyse tüm Bekçi ve Tanrıları ağır yaralasa da sonunda kaybetti.

Akik Zaman Döngeci, Hiandar Takvimi 231. Gün. Şahin Yılı.

Günümüzden 18 bin yıl önce

Muadlig Şehri , Eos Bölgesi, Hiandarik Cumhuriyeti

Eski Şehir, Ara sokaklar


“Sen zayıfsın.” dedi Antonio Del Vaq, yüzü gaddarlıkla boyanmıştı, siyah saçları meşale ışığında parlıyor, siyah gözleri cam gibi ışıldıyordu.

Ayaklarının dibinde yerde kanlar içinde yatan henüz yirmisine varmamış bir çocuk acıyla ve öfkeyle ona doğru bakmaktaydı. Onunda siyah saçları vardı, o da tepesindeki adam gibi zayıftı ama yüzleri çok farklıydı. Antonio De Le Vaq, uzun siviri yüzü, kibar asil burnuyla bir soylu gibiydi. Yerde yatan çocuğun burnu hafif kemerliydi, yüzü yuvarlakçaydı.

“Acı veriyor.” dedi çocuk gözleri dolu doluydu, gözlerindeki acı yediği dayaktan değil daha da yürektendi belki. “Onu benden aldınız, yaşam nedenimi yok ettiniz.”

“Yani beni bu yüzden mi öldürmeye çalıştın.” dedi Antonio De Le Vaq, yumruklarını sıkarken,
“İntikam için. Yazık. Bak evlat, adın neydi, senin?”

Çocuk bir an duraksadıktan sonra “Legistas.” diyebildi ağzındaki kanı tükürerek, “Bir gün seni öldürecek olan adam.”

Antonio De Le Vaq gülümsedi, uzun yüzünü daha da sivri hale getiren bir gülümsemeydi bu.
“Bak evlat, bir adamı öldüreceğini asla yüzüne söyleme. Son ana kadar onu öldürebileceğini düşünmemeli, buna güvenmeli, güven zafiyet doğurur. Zafiyet ise kullanılır.”

Çocuk ona doğru bakarken gözleri kısıldı De Le Vaq’ın “Legistas, bir demirhane işletmesinin adıydı diye hatırlıyorum.”

Legistas dirsekleri üzerinde doğrulurken, “Eski yıkık demirhane.” dedi acıyla, dişlerini sıkıyordu ve dişlerinin arası kan doluydu. “Okumayı öğrendiğim ilk şey oydu.”

Antonio De Le Vaq’ın gözleri kısıldı, siyah gözlerinden bir bulut geçti. “Senin içinde bir cevher var Legistas, gözlerinde. Yere düştüğünde, kalkmayı herkes düşünmez. Bir şansın var evlat. Bunu burada yokta edebilirsin, yaşamayı da seçebilirsin tercih senin.”

“Beni öldürmeyecek misin?” dedi Legistas şaşkınlıkla. “Ama ben seni öldürmeye çalıştım.”

“Evet çalıştın, çocuksu bir bahaneyle; sevgiymiş, intikammış bunlar zayıflıktır.” dedi Antonio De Le Vaq gözleri bir mercek gibi Legistas’taydı. “Seni burada öldürebilirim, evet ama ölümünden elde edebileceğim hiçbir şey yok ama yaşamın benim işime yarayabilir.”

“Sen bu hayatta en çok sevdiğim kişiyi İlya’yı öldürdün.” dedi Legistas zor bela ayağa kalkarken. “Madem öldüremiyorum seni, öldür beni yaşamanın bir anlamı yok.”

“Ben kimseyi gereksiz yere öldürmem.” Dedi Antonio De Le Vaq, “Hele senin yaşında olabilecek bir kız çocuğunu, kulaklarını aç da beni iyi dinle bu hayatta faydasız yapacağın her iş senin felaketin olur. Büyürken bıraktığın küçük şeyler senden daha fazla büyür ve ben buna izin vermem.”

“Sen öldürmediysen kim öldürdü onu?” dedi Legistas, acıyla dişlerini sıkmaktaydı. “Sokak çetelerini sen kontrol etmiyor musun?”

Antonio De Le Vaq acı acı gülümsedi, “Bir şey bildiğin yok. Muadlig’te sokak çetelerini ve diğer çeteleri tek bir adam yönetir.”

“Kim?”

Antonio De Le Vaq, siyah kaftanını geriye doğru sıyırarak elini Legistas’a uzattı. “ Neden bu bilgiyi hak edip etmeyeceğini öğrenmiyoruz? Gel, sana bu dünyada çöp yiyen çocuklardan daha kötü şeyler de olduğunu göstereyim.”

Legistas, bir an duraksadıktan sonra De Le Vaq’ın elini tuttu. Legistas’ı kanlı elinden tutup kaldıran Antonio De Le Vaq’ın gözleri ışıl ışıldı.



Günümüz…



Gökyüzünün alacakaranlığı karanlığı yaran kızılımsı işaret onu rahatsız ediyordu. Ruhlar huzursuzdu, akıbet belirsiz. Uzun beyaz sakalların şöyle bir okşadı, ardından elindeki kemikleri yere attı. Kemikler iki tur döndükten sonra kendi şekillerini belirlediler.

“Ruhlar ne diyor Han’ım.” Dedi Gökkurt, sessiz ve sakindi Ulu bir kurdun postu kafasından omuzlarına oradan da kalın beline doğru iniyordu. Vücudundaki pençe izleri onun eski kabilelerden beri savaştığını göstermekteydi. Kebuda’nın çetin kışlarına dayanmış sert kavruk bir bedene sahipti Gökkurt, Gözleri postunun altında görülmeyen yüzündeki çizgiler belli olmayan bir adamdı. Belinin üstü çıplak ve çeşitli dövmelerle süslüydü. Belinde deri bir pantolon ve keçe kemerinin ucunda da demir bir orak asılıydı.

Şaman Han, kemiklere bakarken, mavi gözleri kısıldı Gökkurda cevap vermedi. Zayıf bir adam olmasına karşın, elleri sert ve hünerliydi. Kemiklerin üzerinde elleri gezinirken yeşil ruh enerjisi ellerinde dolaştı, açığa çıkan ruhlar aleminin tedirgin bekçileriydi, Duvarın yıkılması onlarla irtibatı kolaylaştırmıştı. Ellerini kemiklerden çektikten sonra yumuşak bir hareketle birleştirdi. Etrafında tekrar titreşen ruh enerjisi, bulundukları arazinin etrafına doğru dağıldı.

Şaman Han, gözlerini açtığında karanlık, gri ruhların arasında buldu kendini hepsi soluktu tek parlayan ruh yanındaki Gökkurdun beyaz parlak bir alevle yanmakta olan ruhuydu. Şaman Han etrafına doğru bakarken Ruhu bedeninden çıkıp etrafı gözlemek için boşluğa salındı.
Tepeleri aşarak evlerin çadırların üzerinden geçti, geçerken sığlık Irmağı üzerinde, üzerinde mor bir ışık titreşen bir ruh fark etti, Hızlı bir hareketle oraya doğru süzülürken mor titreşimli ruh ona döndü. Adamın sert ve çelik gibi gözleri onu bulduğunda şaşkınlıkla kendini geriye çekti ama Ruh hızlı bir hareketle onu yere yapıştırdı. Mor ruh enerjisiyle dolu olan elini Şaman Han’ın karnına soktuğunda Şaman han acıyla haykırdığında Mor ruh konuştu.

“İki tür acı vardır, Han.” Dedi sesi keskin ve alaycıydı, ona doğru bakarak. “ İlki seni güçlendiren türdür, ikincisi ise faydasızdır, sadece bildiğin acı. İşe yaramaz, seni engelleyen seni kıran, seni yok eden.”

“Ne istiyorsun gelecekten haber vermek için kurban mı isteyeceksin?” diye kükredi Şaman Han, acıya zor dayanıyordu, böyle ruhsal darbe daha önce ne görmüştü ne duymuştu. Are bile ona bundan bahsetmemişti.

“Kurban mı?” dedi Mor Ruh kendine güvenen bir sesle, “ Kurban, faydasız bir tatmin aracıdır. Ölen bir adamdan sağlayacağın tatmin en fazla onun yapabileceklerini yok etmektir daha fazlası değil. Yani Hayır, Han ben kurban istemiyorum, istediğim seçim yapman ya faydasız bir acıyı seçip burada öleceksin ya da bu acıyı kabullenip buradan daha güçlü olarak çıkacaksın.”

“Ne diyorsun?” dedi Şaman Han acı içindeyken nerdeyse doğru dürüst düşünemiyordu.

“Ruh aktarımı dıştan içe doğru olduğu gibi, içten dışa da doğrudur.” dedi Mor Ruh, “ Aktarım tekniğini doğru bir şekilde yapabilirsen- ki bu kadar uzağa ruh gezintisi yapan biri için bu zor değil - kendini daha güçlü kılacak rengini yeşilden mora çıkaracaksın.”

“Hayır!!” dedi Şaman Han zor bela “Bu bir tuzak, bir beden iki ruhu birden kaldıramaz, tabiatı uygun değil.”

“Normal bir beden için evet doğru .” dedi Mor Ruh ciddi bir sesle, “Ama kanında İridium denilen büyü özü var, bu kişilerin ruh kapasitesini arttıran bir şey, dezenformasyonu nerdeyse etkisiz kılan bir güç bu.”

“Efendi Aikroth’un bana paylaştığı seçilmiş özünden mi bahsediyorsun.” dedi Şaman Han artık kesik kesik konuşuyordu. “Onda büyü olması mümkün değil.”

“ Aikroth öyle mi?” dedi Mor ruh silik silüette gülümseme sezdi Şaman Han, “Bir şey bildiğin yok Han, bu öz, büyüsel güçleri arttırmak için yapıldı. Efendin büyü yapmayan bir savaşçı olsa bile, onun ruh kapasitesini geliştiren bir şey bu.”

Adam kendinden emin konuşuyordu yine çektiği bunca acıya rağmen Şaman Han ölmeyi göze almıştı. “Senin gibi lanetli ruhları yollayanların elbet hakkından geleceklerdir. Varsın öldür beni burada, kanım ruhum özgürlükte savrulsun yahut acıyla öte diyarlara gitsin. Ne halkımı ne
Atamı ne de Tanrımı tehlikeye atmam.”

Mor Ruh bir an duraksadı, sonra Şaman Han’ı sertçe bıraktı. Şaman Han acının kesildiğini hissederek şaşırdı normalde ruhsal darbede ruhunun kadar vücudunun da parçalanması gerekiyordu. Eliyle karnını yoklayarak “Nasıl?” diyebildi.

“Mor Ruhun gücü budur, Şaman Han,” dedi Mor Ruh kendinden emin bir sesle “Seni öldürebilecek kadar da iyileştirebilecek kadar da güçlüdür, Ayrıca senin en derin arzularını bile hissedebilir mor ruh Biliyorum yüreğinde korku ve çaresizlik var Han, halkın için endişelenmektesin, bulunduğun yer için yaşadığın dünya için endişelenmektesin. Bu surette Faydasız bir acıyı seçmen manasız, seni burada ben değil gelmesinden korktuğun şeyler öldürecek. Herkes yitip giderken çektiğin acı ve bir şey yapamamanın çaresizliği etrafını sararken sıranın sana gelmesini bekleyeceksin.”

“Efendi Aikroth bizi bu dertten kurtaracaktır.” dedi Şaman Han kendinden emin olmaya çalışan bir sesle,

“Buna gerçekten inanıyor olsaydın, gelecekten haber almaya ruhların arasında dalmazdın Han,” dedi Mor Ruh, “Seni tatmin edecek bir cevap arıyorsun, onu sana ben veriyorum. O da Mor Ruhun gücü, bu arzın üzerinden silindiği gün felaketler bir biri ardına geldi, geleceği ancak bu güçle kurtarabilirsin.”

“Hayır,” diye kükredi Şaman Han panikle bedenine doğru hızla yol aldı. Titereyerek meditasyondan uyandığında tam kendini yere bırakıyordu ki Gökkurt, onun yanına doğru çöküp onu yakaladı. “Söyleyin Han’ım, gelecek çetrefilli midir?”

Şaman Han, ellerinin titremesini bastırmaya çalışırken, bir şey söylemeyip, Kamık sütünden bir yudum aldı. O sırada tepeye gelen atlının sesini duydular, Şaman Han Bozkırın yüksek tepesinden gelene baktığında onun Şaman Aktolga olduğunu anladı. Kamık sütü titremesini geçirmişti, mor ruhun sözleri kafasında yankılanırken Aktolga hızlı ve nerdeyse zarif bir hareketle yanlarına indi. Şaman Han, atın burun deliklerinden kan geldiğini gördü, demek ki
Yeni Kebuda’dan buraya atını son hız sürmüştü.

“Han’ım.” diye diz çöktü Aktolgalı, “Ruh Alem ziyaretinizi bozmayayım diye Ruh aktarımı yapmadım lakin havadisler kötü.

“Söyle bakalım yağız yeri titretecek kadar kötü, Kara geceden korkacak kadar dörtnala getirdiğin havadis nedir?”

Aktolga diz çöktüğü yerden kalkmadan derin bir nefes çekti. “Orman Halkı katledilmiş Han’ım. Ared Halkının on iki as kırk iki yer kabilesi yok edilmiş.”

Şaman Han, şaşkınlıkla derin bir nefes verdi. “Ya Şamanlar, onlarda mı?”

Aktolga başını umutsuzca salladı “Bize Haberi Orman Şamanı Aksı bey verdi Han’ım Lakin ondan sonra ondan dahi haber alamadık.”

Şaman Han, şaşkınlıkla boşluğa bir adım attı düşmemek için kendini zor tuttu. Ared Halkını hiç sevmese de kendi Tanrıları Aikroth’a küfür mahiyetinde de olsalar Bozkır’ın kokusunu unutmuş da olsalar aynı kandanlardı, aynı karında büyüyen farklı yetişmiş karındaş misaliydi onlar, boyları huyları farklı, ancak soyları aynıydı.

“Nasıl olmuş bu?” dedi Şaman Han öfkeyle mavi gözleri parlarken. “Kim bu işe cevaz vermiş?”

“Aksı Bey’in dediğine göre, felaketmiş Han’ım. Efendi Are’nin bizi zalimleriyle uyardığı, soluk karanlıklardan ışığa çıkmış olanlarmış bunları yapan. Hükümsüzlermiş Han’ım
Hükümsüzlermiş.”

Şaman Han, Are’nin bu umursamazlığına kızdı önce, sonra içini derin bir korku kapladı, Aredleri yok eden bu merhametsiz Tanrı suretlerinin sıradaki hedefi ancak Bozkır Göçebelerinin evi Yeni Kebuda olabilirdi. Gerçi Are’nin dediğine uyup onların bir kısmını Darkon Dağlarına saklamıştı ancak, bir halkı katleden zalimlerin karşısında dağların önemi neydi ki? Şimdi onları bu melun akıbetten kim kurtaracaktı, Efendi Aikroth Are’yi bunun için geri vermişti onlara, ancak Are ya kuzeydeki çetin bir savaştaydı şimdi ya da bir hükümsüzün ellerindeydi belki de. Kuzey illerine vardığından beri onla Ruh Aktarım konuşması yapamıyordu. Hoş yapsa bile bu neyi değiştirecekti halkının koruyacak gücü ve takati yoktu, kalmamıştı.

Bir an geriye ruh meditasyonunu yaptığı şilteye göz attı, Mor Ruh onlara bir alternatif olabilirdi, olmasa dahi bu çaresiz kalmaktan hiçbir şey yapamamaktan yeğ idi onun için. Derin bir soluk alıp şiltenin başına geçip bağdaş kurdu.

Ardından ellerini birleştirip meditasyona girdi.

“ Söylediklerini kabul ediyorum Mor Ruh.” dedi soğuk bir sesle, gözleri kapalı bir haldeyken Ruh’u aramak için etrafta dolandığında Mor ruh birden arkasında belirdi. Kara gözlerinde çelikten bir ifadeyle ona bakarken gülümsedi.

“Sandığımdan daha kısa sürdü Han.” dedi Mor Ruh “Bana Antonio De Le Vaq diye bilirsin.


Devam Edecek....
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Greece ve Nickoy ekibiyle birlikte İlkdoğan Are'den kaçmak için son hızla lanetli olarak bilinen Büyük Carvith Kanyonuna doğru ilerlerler. Myrcid ile Falcon'un savaşına önce De Vion ardından da Hududun Bekçisinin devreye girmesi en sonunda da Diğer bir Tanrı olan Toran'ın da dahil olmasıyla iyice karışır. Falcon bilekliği Toran'a kaybeder. Bekçi ile Toran dövüşürken, Myrcid fırsattan istifade edip, Falcon'u öldürecekken Falcon'un dostlarından Bruno gelerek, Büyü gücü bekçi tarafından nerdeyse tamamen mühürlenmiş olan büyü Tanrısı Myrcid'İ öldürür.

Ve Tanrılar ilk kurbanını verir. Ancak Büyük Üstad'ın farklı planları vardır.



Bölüm 17 Tanrılar Ölmeli


“Koruyamadım.” dedi öfkeyle Toran üstü başı kan içinde kalmıştı. Nenyal gözlerinde hüzün ile Toran’ın kanlarını temizliyor büyüleriyle onu iyileştiriyordu. KaleMuhafız, öfkeyle yumruklarını sıkmakta parçlanmış zırhını çıkaran Aikroth’a bakmaktaydı

Aikroth Toran’ın ezilmiş ve nerdeyse bir kağıt gibi kesilmiş zırhını çıkarıp yere attı. Nenyal’ın İyileştirme Bahçesindeydiler etrafta bir çok bitki, bir çok merhem ve iksir vardı. Ormanların Efendisi, Nenyal, Orman Elflerinin Tanrısıydı, koruyucu aynı zamanda zamanda durgun sular kadar sabırlı.

“Myrcid’in öldüğüne hala inanamıyorum.” dedi Nenyal, sesi titiriyordu ama Toran’ın omzunu iyileştiren ellerinde titremenin zerresi yoktu.

“Senin bir suçun yoktu, o ahmak kaçması gerektiği halde kaçmadı.” dedi köşede onları izlemekte olan Shark Snaga oldukça öfkeli ve sarsılmış görünüyordu. “Yine de onun öldüğünü kabullenmek… zor.”

“Efendi Kedfith, o nerede?” dedi Toran gözleri etrafı arıyordu yüzü kurumuş kanla kaplıydı.

“Choros ile gittiler.” dedi Aikroth zırhı çıkarmayı bitirmişti. “Geçit açıldı, Geçidi savunmak için önlemler almaları gerekti.”

Toran onaylarcasına homurdandıktan sonra, kemerinin iç cebinden onların bedeni için ufak ışıltılı bir şey çıkardı, “Myrcid’in almak için uğruna öldüğü şey bu.” dedi Altın Bilekliği göstererek, Shark Snaga’ya doğru attı. “Al bak.”

“Falcon denen soysuzun kolundan kesip aldın demek.” dedi Snaga ciddiyetle bilekliği incelemeye başladı eliyle bir dokununca bileklik havada hafifçe ışıldamaya başladı; “İçinde nerdeyse bizim özlerimiz kadar öz var. Valerion Ryan ona ayrılan özlerin hepsini bunun içine kullanmış.”

“İyi o zaman güçlü bir silah bu.” dedi Aikroth bilekliğe doğru eğilerek uzandı. “O zaman ver bana bir takayım şunu.”

“HAYIR!” diye kırbaç gibi şakladı Snaganın sesi Aikroth elini çektiğinde ona sert sert baktı.
“Aptallaşma, Üstad bunu bizim ele geçireceğimizi hesaplamış, fark ettiysen kendisinin bunu taktığını hiç görmedik. Çünkü bu bileklik İridium Özüne sahip biti taktığında onu yok edecek şeklinde büyülenip yapılmış.”

“Yoksa?” dedi Nenyal bilekliğe bakarak kaşlarını çatmıştı.

“Evet, Üstad Aikroth gibi bir büyüden zerre habersiz bir Tanrının veya ilkdoğanın bunu takacağını umut etmiş gibi görünüyor.”

“Üstad..” diye hırladı Aikroth, “O yaşlı adamı o gün öldürmemiz gerekiyordu.”

“Legistas istememişti hatırlarsan.” dedi Nenyal, bilmiş bir ifadeyle, ellerini bir havluya silerken, “Daha iyi misin Toran?”

Toran “Teşekkür ederim” diyerek ayağa kalktı. Gri tenindeki yara izleri nerdeyse kapanmıştı, elini dümdüz sabit bir hale getirdikten sonra “Fou Slemb” diye fısıldadı, üzerinde daha önceki gümüşi zırhının yerine, altın hareli bir zırh belirdi üzerinde, zırhı altın varaklarla işlenmişti göğsünde parlayan birbirinin içine geçmiş üç güneş vardı. Parlayan miğferi uzun ve kavisliydi. Yerdeki kalkanını eline aldı. Gözleri için için parlayan bir kor gibiydi.

“Toran..” dedi Nenyal ama o umursamayarak Aikroth’a doğru döndü.

“Hadi gidelim.”

“Nereye?” dedi Aikroth

“Myrcid’e söylediğim sözü gerçekleştirmeye.” dedi Toran Snaga’nın önünde dönen bilekliği kapıp kemerine koyarken.

“Kedfith?” diye sordu Snaga tek kaşını kaldırırken.

“Darihond’un da isteği bu yönde olacaktır, zaten Myrcid böyle bir şeyi tahmin ediyordu. Bu konu konuşuldu. Gidelim.”

“Gidelim de Nereye?” dedi Aikroth, öfkelenmişti.

“İlkdoğanlarımızın yanına en azından sağ kalanların.” dedi Toran düşünceliydi, “Haydi Aikroth Are ‘ye götür beni.”



******



Gökyüzündeki mavi el takımının silinip kaybolmasını izleyen Üstad Valerion, gülümsedi. Zorlukla ayağa kalkabilmişti. Yanındaki Glaroth’da öyle ikisi de gökyüzüne bakmaktaydı.

“Myrcid öldü demek?” dedi Glaroth sessizce “Bu iyi.”

Üstad, öne doğru eğildi görünen gözü için için parlamaktaydı, Hırpani görünüşlü, kolu parçalanmış olan Üstad, Glaroth’a doğru baktı. “ Muzeffer Komutan, görüyorsun. En güçsüz, aciz ve zayıf olan taraf olabilirim, ama ilk kelleyi alan ben oldum.”

Glaroth, gri gözlerinin arasından keskin bir bakış attı Üstad Valerion’a Üstad kopan kolunun kökünden kan sızıyordu, ayakta durması bile mucizeydi, Glaroth ise ondan ancak biraz daha iyi gibi görünüyordu, kılıç tutan eli seğirdiğinde Üstad onun bu bakışını fark etti.

“Bu bakışı biliyorum.” dedi Üstad Valerion sesinde hoş bir tını vardı,

Glaroth kaşlarını çattı eski bir askeri iç güdüyle bir adım geriye doğru çekildiğinde, Üstad’ın Güzün Hanımından vuran gölgesinin üzerinden çıkan yaratığın pençeleri yüzünün hemen önünde belirdi. Yine de Glaroth tecrübeli bir komutandı, savaş esirlerinin arasından onu öldürmeye çalışan çok düşman fark etmişti ancak yaraları ağırdı kılıcını çekecek zamanı bulamadı, onun yerine boğazını hedefleyen yaratığı durdurmak için, araya kolunu koydu.

Kurdumsu yaratık, dişlerini iyice Muzaffer Glaroth’a geçirirken, Güzün Hanımı yaratığı aydınlattı, Üstad’ın gölgesinden ortaya çıkan yaratık, nerdeyse üç metreye yakın boyuyla dev gibi bir yaratıktı koca pençeli dev gibi bir kurt.

“Fensir.” diye hırladı, Glaroth yaratık onu cüssesiyle yere düşürmeden önce, BaşKomutan bir Hiandar cüssesne göre oldukça iri sayılırdı. Üç metreye yakın boyu ile ondan uzun olan Toran dışında en iri Tanrılardan biriydi ancak öz bombasıyla vurulması onu oldukça
güçsüzleştirmişti. Yaratıkla birlikte gürültüyle yere devrildiğinde yaratık pençelerini onun omzuna geçirdi Yaratık ağırlığını iyice üzerine verdiğinde Üstad tepesinde kara bir gölge halinde yükseldi.

“Fensir,” dedi Üstad Valerion kelimeyi neredeyse tadarak, “ Eski kelimeleri özlüyorum çoğu zaman Glaroth. Evet, dediğin doğru o eski bir Karanlığın Evladı, Fensir, Kurtadam, Deriyüzücü ve seni burada öldürecek olan adam, ismi Tark Kayle.”

Glaroth’un kolunun gücü kalmamıştı, Yaratık dişlerini çıkarıp Glaroth’un savunmasız boynuna doğru hamle yaparken Üstad’ın eli gölzerinin önünde belirdi ve Glaroth’un bilinci tamamen kapandı.



****


Robben Harwart, aniden hızlanan atından düşmemek için atının önüne doğru eğildi, Ormanın Hanımı ve Bozkırın Efendisini takip etmek sıradan bir atın işi değildi, O yüzden yolculuklarına başladıklarından çok kısa bir süre sonra Orman’ın Hanımı ona koyu kahverengi bir kısrak vermişti. Yine de Elwing ile Are’nin bindikleri hayvanların hızına erişmek şöyle dursun yaklaşamıyordu bile. Onların hemen gerisinden geliyor, bazen Arenin homurtularıyla yavaşlamak zorunda kalıyorlardı.

Bozkırın Efendisi bindiği kara ayının ensesindeki tüyleri sertçe tutmuş gözü ufukta beliren at arabasına doğru bakıyordu. Mavi gözleri kısılmıştı, Bindiği siyah ayı kükremelerle altındaki toprağı parçalayarak ilerliyordu. Yanında ilerleyen Elwing’in ceylanı ise ilerlediği toprağa dokunmadan sıçrıyordu. Tuhaf bir ikili diye düşündü Robben arkalarından ilerlemeye çalışırken İlkdoğanlardan sadece onların kalması tuhaf bir ironi, zerafet ve vahşet aynı anda yeğenine doğru ilerliyordu.

“Ölülerin Bekçisi.” diye kükredi ayısının üzerinde dikilen Bozkırın Efendisi pes bir sesle
Robben kaşlarını çatarak, Are’ye doğru baktı. Are ise ona bakmıyor gibiydi, gözleri iyice kısılmış arabaya doğru bakıyordu, Robben’in gözleri Are kadar keskin olmasa da arabanın üzerine tırmanan şapkalı bir gölge görür gibi oldu.

“Ozan..” diye homurdandı Are ağzında bir çamur tadı vardı.

“Tanıyor musun?” dedi Elwing şakıyan bir sesle arabanın üzerinden ona doğru gelen mor buluta bakarken, “Zeki biri gibi gözüküyor.”

“Dalaverecinin tekidir.” dedi Are’nin yüzü öfkeliydi, belki de daha çok utanç olduğunu fark etti Robben o sırada Are yan gözle Elwing’e baktı “ve Evet zeki de Sen nereden anladın?”
Elwing gülümseyerek elini kaldırdı, Mor toz bulutu hafif bir meltem ile uzaklara doğru savruldu“Bize akşamçiçeği polenleri ile dolu bir bulut göndermesinden, Bu senin ayın Lebaouf’u deli edip çıldırtan bir çiçeğin tozu.”

“Ve sen o polenleri uzaklara gönderdin.” dedi Are sırıtarak, Ayısına yavaşça vurdu“ Haydi Lebaouf o orospu çocuğunun suratındaki ifadeyi görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Onu ben dediğimde öldürmeliydik Are.” dedi kalın bir ses Robben bir an affalladıysa da sesin geldiği yerin Ayıdan olduğunu görünce şok geçirdi. Çok şey görmüş geçirmişti ama bir hayvanın konuştuğuna şahit olmamıştı. Ancak ayı konuşmaya devam ediyordu.
“Sabırsızlanma Sırtımda yük varken daha hızlanamam. Zaten on beş dakikaya yetişiriz.”
Sırtındaki yük hala baygın olan Girofil’di Elrohir’in yaşayan tek oğluydu. Gece elflerinin şimdiki kralı Are onu nerdeyse öldürecekken, Elwing araya girmişti ancak bozkırın efendisinin onu serbest bırakmaya niyeti yoktu.

“Hep şikayetleniyorsun.” dedi Are ancak sesi keyifliydi, “ Yoksa sen –“

Derken duraksadı, Kovaladıkları arabayla mesafe oldukça azalmıştı ancak Are konuşan ayısının tüylerini sertçe çekip durdurdu. Buna Elwing’de anlam verememişti ancak kolaylıkla bindiği ceylanı durdurdu Ancak atının yelesine yapışan Robben o kadar şanslı değildi, atı ayıya çarpıp savuruldu. Kendisini de güç bela kenara atabildi.

Robben toz toprak içinde yuvarlandıktan sonra dirseği üzerinde doğrulup Are’ye öfkeyle ne demeye durduklarını soracaktı ki, Are ile Elwing’inde hayvanlarından inip hayvanlarıyla beraber dizlerinin üzerine çöktüğünü gördü. Şaşkınlığı bir kat daha artan Robben onların çöktükleri varlıklara bakınca Şaşkınlığı giderek derinleşti.

İki gri tenli yaratık vardı karşılarında Nerdeyse iki katlı bir ev boyutunda olan ilki kalın zırhlar içerisindeydi, zırhı altın bir hare ile parlıyor onu ilahi bir varlık gibi gösteriyordu. Uzun kenarlıklı miğferinn derinliklerindeki gözleri karanlıktı, bir kılıç yerine kocaman kenarları testere gibi keskin bir kalkan taşıyordu, Kalkanda ise bir kale sembolü vardı.

Diğeri ise Uzun tüylü bir yaratığın kürkünü omuzlarına giymiş, gri tenine uyumlu gri uzun saçlı ve sakallıydı. Sırtına astığı kocaman çekiç ve etrafına yaydığı yeşil aura onu kaybolan savaşların Ruhu gibi gösteriyordu. Gözleri gri bir hareye dönüşmüş bu yaratığın vücudunun görünen her yeri ise yara doluydu.

KaleMuhafız Toran ve SavaşKıran Aikroth

Uzaktan gökyüzünün karanlığı ya da işaretler manasızdı. Ancak Tanrılar, görünür suretlerinde önlerinde belirdiğinde her şey oldukça açık ve netti. Tanrılar savaşı başlamıştı, Sendar yok edilmişti güçlü Sendar beyleri de yoktu artık. Sadece kendisi ve yeğeni kalmıştı koca Sendardan kendisi ne kadar hünerli olursa olsun zayıftı ancak Walger öyle olmamalıydı.

“Baba...” dedi Are derin bir saygıyla “ Vakit geldi mi?”

“Hayır.” dedi derinden gelen bir ses ancak cevaplayan Aikroth değil Toran’dı. “ Sizin göreviniz, bu işi daha kansız bitirmek.”

“Nasıl Yüce Toran?” dedi Elwing fısıltıyla “Nasıl yapacağız?”

“Myrcid öldü.” dedi Aikroth yüzü kararmıştı. “Bu demektir ki biz de ölebiliriz, Hükümsüzler yeterince güçlü olamasalarda, Üstad Valerion yaşıyor ve hepimizden intikam almaya kararlı bir de buradaki olayları avucunu ovuşturarak izleyen Legistas var.”

“Seni uyarmıştım Baba.” dedi Are başını bir an için öfkeyle kaldırdı, “Kuzeye gelmem-“

“Kuzeye gelmen Ruh Duvarını yıkmaktan başka bir halta yaramadı.” diye sözünü kesti Aikroth o da öfkelenmişti. “Usta dediğin yaşlı bunak senin aklını bulandırmış.”

“Otoboroshi bunak değildi.” diye diklendi Are daha da devam edecekti ki Toran elini kaldırdı. Aikroth’un ise eli çekicine gitmişti.

KaleMuhafız’ın elinde ufacık kalan altın bir bileklik ışıldıyordu. Bilekliğin ince ışıltılarının yansımaları Are’nin Elwing’in ve Robben’in üzerinde dans ediyor ışıltısıyla nerdeyse onları büyülüyordu.

“Mircharch’ın lanetli bilekliği.” dedi Robben fısıltıyla, bu bilekliği en son Gindeon’un kolunda olduğunu görmüş Silvan’ın ise İblis Kral Archiond’u bu bileklik ve altın kılıç ile yenişini duymuştu. Şimdi ise o bileklik Tanrı Toran’ın elindeydi.

“Mircharch’ın değil Üstad’ın bilekliği.” diye açıkladı Toran, “ Bu bilekliğin içinde size bahşettiğimiz özden var, O yüzden öze sahip hiçbir ilkdoğan veya Tanrı bu bilekiği kullanamaz.”

“O yüzden bu bilekliği diğer sağ kalan ilkdoğanlar ile buluşup, uygun bir şekilde kime vereceğinize karar vereceksiniz. Mesela bizi Korlak ve Archiond’dan kurtaran Silvan gibi birine.” Dedi Aikroth.

“Silvan hakkaniyetli biriydi. Öyle birisini bulmak zor olacak.” dedi Toran onaylayarak. “Bütün ilkdoğanlara mesaj göndereceğiz, eski jenerasyondan bir siz kaldınız ama yeni jenerasyon ilkdoğanlar da oluşturmuştuk. Uygun birini bulun.”

“Onların da çoğu öldü Yüce Toran.” Elwing hüzünlü bir sesle “Altınışık Leornas’ı Hüzün Savaşlarında kaybettim.”

“ Sen Kuzeyde sürterken işleri devrettiğim Han’ı yanına çağır çabuk.” dedi Aikroth araya girip Areyi azarlayarak. “Han yetersiz de olsa doğayı bilen bilge bir adamdır.”

“Han’ını gördüm.” dedi Are hoşnutsuzlukla “Onu kabileleri korumak için Kebuda da bıraktıydım, bana orada lazım.”

“ARE!!” diye kükredi Aikroth “Kafanı Çekicime ezdirtme, dediğimi yap.”

Are kafasını sallayarak sustuktan sonra Toran konuşmaya devam etti ve Bilekliği Are’ye uzattı
“Bilekliği sana teslim ediyorum, Bozkırın Efendisi onu uygun birine vereceğine güveniyor, Eski Atalığın yolundan gittiğini biliyorum. Yalnız öfkene çabuk yeniliyorsun, dikkatli ol soğuk ayazlarda yüreğini kaybettiğini düşünme. Şimdi zaman birlik olma zamanı, ahde vefaya inanma kudretinin mevcudiyetini bedeninde tutma zamanıdır.

Sana gelince Ormanın Hanımı, bugüne kadar bölgenden hiç çıkmadın, binlerce yıl sonra bile akademideki masum yüzünle yine karşımızdasın, Lakin gönlüne hüzün çökmesin, bu bir savaş, Savaş bir yangındır, ormanları kül eder belki ancak bilirsin ki Ormanlar her yangın sonunda daha da gürleşerek büyür.”

“Ancak zaman alır efendi Toran.” dedi Elwing hüzünle başını eğdi, Are bilekliği eline aldı. Bakışları sertti ancak yüzündeki öfke silinmişti. Aikroth Arenin yanından geçip eliyle Lebaouf’u sevdi, Arenin omzuna da şöyle bir dokundu. Are elindeki bilekliğe bakarken sesini çıkarmadı. Elwing ise sakin ve kıpırtısızdı.

“Size güveniyoruz.” dedi sadece ardından Aikroth Toran’ın yanına gelip onun kolunu tuttuğunda yeşil bir aura ile kayboldular.



*****


Dumanın birden bire yön değiştiğini gören Nickoy, birden bire küfürler savurmaya başladı. Greece ise atının üzerinden geriye doğru baktığında Are ve ekibinin giderek yaklaştığını gördü. Atını yavaşlatarak arabanın arkasına doğru geçti.

“Ne halt ediyorsun sen?” dedi Nickoy, ceplerini bir yandan karıştırmaya çalışırken arabının üzerinde sabit kalmaya çalışıyordu.

“Senin abuk subuk numaralarının bir işe yaramadığını gördük Ozan.” dedi Greece atını giderek yavaşlatıyordu. “Onları karşılayacağım, ben onları oyarlarken siz senin dediğin şu kanyona gidin.”

“ Atını bile zor sürüyorsun, bize vakit bile kazandıramazsın.” dedi Nickoy öfkeyle elinden ufak bir kapsül düşürdü, okkalı bir küfür savurdu. “Beyin yerine Mandıran otu taşıyan bir gruplayım, daha kötüsü onu bile taşımayan başka bir grup tarafından kovalanıyorum.”

“Yapacak bir şey yok siz arabayı güvenli bir yere ulaştırın.” dedi Greece ancak o sırada Arelerin duraksadığını fark ettiler, Yeşil bır ışık süzmesi kısa bir süreliğine her yeri aydınlattı, ondan sonra iki suretin karşısında Arenin ekibi duraksamıştı.

“Hadi bu bizim fırsatımız.” dedi Nickoy kahkaha atarak, Helm’i itip dizginlerin başına geçti.
“Tanrıcıkları onlara emir vermeye geldi. Yüce Aikroth sana tapmak istiyorum.”

“Tanrılarla dalga geçme.” dedi Greece öfkeyle, ozanın bu hallerine sinir oluyor gibiydi.

“Ne oluyor?” diye kafasını dışarıya doğru uzattı o sırada Gloria sertçe Nickoy’a baktı. “Küfürlerin hiç hoşuma gitmedi Ozan.”

Nickoy, geriye doğru bakarken ağzına piposunu koydu, gülümsemekten başka bir şey yapmadı. Sendar’ın Son Hanımı ise kaşlarını çatıp, Helm’i içeri soktu. Greece atını hızla sürerken bir yandan da geriye doğru bakıyordu. Gelen giden yoktu. Nickoy haklıysa Tanrıların yeryüzüne inmesi, onlara felaketten başka bir şey getirmezdi, hiçbir yer artık güvenli olmayacaktı.

Nickoy arabasını taşlık arazinin kuzeyine doğru sürüyordu, Bir süre Kuzey yolundan ilerledikten sonra patikalara sapışlardı, yolun durumu giderek bozuluyor, etraflarındaki kayalar her an yuvaralanacak gibi duruyordu. Saatlerce ilerlemelerine karşın Are ‘nin ekibinden iz yoktu,

Saatler ilerlerken, manzara hiç değişmiyordu. Bir süre sonra Gloria tekrar kafasını arabadan dışarıya doğru çıkardı. “Artık duralım, Torano daha fazla bu kadar havasızlığa dayanamayacak.”
Greece bir an itiraz edecek gibi oldu, ancak istemese de Torano’nun yaşaması önemliydi, etrafa baktığında aradıkları kanyonun girişinin ileride olduğunu gördü, kanyonun girişinin azıcık ilerisinde kamp yapacak alan vardı. Nickoy’a doğru baktı.

Ozan onun niyetini anlamıştı. Arabayı kamp yapmayı planladıkları açıklık alana sürdüğünde, şapkasını önüne çekip konuşmaya başladı. “Dolambaçlı ilerledik ve oldukça yol yaptık, Kanyonun girişini bulmak zordur. Üstelik biz de izimizi karıştırdık Bizi kolay kolay bulamazlar.”
Greece tek kaşını kaldırıp ona baktı. “Duman salarken de kendinden emin görünüyordun. Torano için dinleneceğiz ancak iki kişi nöbet tutmalı.”

Nickoy buna cevap vermedi, arabayı durdurmakla yetindi sadece, araba durunca içeridekiler kendilerini dışarıya attılar. Daha önce Nickoyun çaldığı araba o kadar büyük değildi ve yedi kişi içeride tıkılmaktan nefes nefese kalmıştı. İlk önce Maithun indi arabadan başından Şahin başlı Miğferini çıkarmıştı, siyah saçlı ve mavi gözlüydü. Walger’a benziyor diye düşündü Greece ancak ondan daha iri bir çocuktu. Maithun hızla indikten sonra elini uzattı, Ovidia’nın inmesine yardım etti. Ovidia yeşil gözlü beyaz saçlı bir kızdı güzeldi ancak dövüşmeye kabiliyeti yoktu. Onun ardından Falcon’un oğlu Helm ve Scart Corpean beraber arabadan indiler. En sonda da Torano’yu taşıyan Walger ile onlara destek olan Gloria Nameria indi arabadan.

Torana çökmüş ve yorgun olsa da en sonunda ayılmıştı. Yüzünde hüzün ve çaresizlik okunuyordu, Greece’i görünce gülümsedi, zoraki bir gülümsemeydi bu,

“Beni kurtardığını söylediler teşekkür ederim.”

Greece hızla atından inip Torano’ya doğru baktı, “Ne oldu?” dedi sadece.

Torano Walger’a işaret ederek bir kayaya oturttu kendini, Ondan sonra Gloria ile Walger’a bakarak “Ben iyiyim temiz hava iyi geldi biraz siz kamp için diğerlerine yardım edin.”
Gloria kaşlarını çatsada Walger denileni hemen yapmak için uzaklaştı. Gloria terddütteyken arkasında Nickoy belirdi. “Konuşmamız gereken şeyler var diyor Gloria. Bir şey olursa seni çağırırız.” Dedi göz kırparak.

Gloria bir an duraksadı ağzını bir an açıp kapattıktan sonra çadırları kurmaya çalışan diğerlerinin yanına gitti. Nickoy diz çökerek Torano’ya matarasını uzattı. “Susamışsındır, iç biraz kendine gelirsin.”

Torano bezgin bir halde, mataradaki suyu beceriksizce içti, suyun bir kısmı üzerine başına dökülmüştü. Suyu içmesi bittikten sonra Greece ile Nickoy’a baktı bir süre Şimşek Sihirbazının gözünün feri sönmüştü adeta.

“Tanrım…” diyebildi fısıltıyla “Yüce Myrcid öldü.”

Greece ile Nickoy şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Bu Are’nin onları neden bıraktığını açıklıyordu. Nickoy bir an duraksadıktan sonra eliyle omzuna dokundu Torano’nun.

“Bu Tanrıların Savaşı Alernan.” dedi sakince, “ Ne kadar Yüce Güçlü ya da zorlu olabilirler, ancak..

“Onlarda ölebilirler.” diye tamamladı Greece, isteksizce bu cümlenin ağırlığı onu oldukça rahatsız etmişti. Evet daha önce ilkdoğanlar ölmüştü, Kahrun, Endimiyon Archiond hatta bir tanesini kendi öldürmüştü. Ancak Tanrılar başkaydı.

Tanrılar ölemezdi, eğer ölüyorlarsa.

Onlar Tanrı değillerdi.

Bir zamanlar öyle olsalar bile....


Devam Edecek
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Diabolus Ipsum Amans
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesaj Panosu Yöneticisi
Mesajlar: 12051
Kayıt: 18 May 2010 22:56
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas
Favori Anime: One Piece
Konum: OutLanD
İletişim:

O kadar uzun süre sonra yazdın ki tekrar okuyup ne diyor bu demek zorunda kaldık.
HunterxHunter yazarı gibisin.
Betrayer... In truth, it was I who was betrayed. Still, I am hunted. Still, I am hated. Now, my blind eyes can see what others cannot.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 18: Geçmişin Habercisi



Ölülerin Bekçisinin önceki bölümlerinde

Justisar Tanrıları ilk kurbanını verdiğinde Üstad Valerion bir hile ile Muzaffer Glaroth'u ele geçirir, Kedfith ile Choros Legistas ile görüşmeye karar verirken, Toran ile Aikroth Are ve Elwing ile görüşür, Are Greece ile Nickoy'u kovalamayı bırakır, bunu fırsat bilen Greece ve ekibi Nickoy'un marifetiyle izini kaybettirip, Carvith Konyonunun girişine kamp kurarlar.

“Bu Tanrıların Savaşı Alernan.” dedi sakince, “ Ne kadar Yüce Güçlü ya da zorlu olabilirler, ancak..

“Onlarda ölebilirler.” diye tamamladı Greece, isteksizce bu cümlenin ağırlığı onu oldukça rahatsız etmişti. Evet daha önce ilkdoğanlar ölmüştü, Kahrun, Endimiyon Archiond hatta bir tanesini kendi öldürmüştü. Ancak Tanrılar başkaydı.

Tanrılar ölemezdi, eğer ölüyorlarsa.

Onlar Tanrı değillerdi.





Lidertiar Kıtası

Büyük Başket Ilyalegiston, İç Havari Çemberi

Günümüz..



Büyük Kuvars mermerden yapılan, taş salonda iki katmanlı büyük masanın üzerinde oturuyorlardı, Lidertiar Kıtasının yönetenleri, Masanın üst ve alt katmanlarında yedişer sandalye vardı. Ancak Üst katmandaki yedi sandalyeden birisi onların biraz daha üzerindeydi ve bütün masadaki diğer sandalyelere tepeden bakıyordu.

Bu sandalyede oturan Legistas, bir elini tıraşlı yüzünde gezdiriyor diğer eliylede gümüş topuzlu bastonunu tutuyordu. Her zamanki gibi siyahlar giyinmişti ve yakasına gümüş bir broş takmıştı. O diğer kıtalardaki gibi diğer Hiandar arkadaşlarına Tanrılık ünvanı vermemişti. Bu kıtada tek Tanrı kendisiydi, diğerlerine ve onların yardımcılarına Havari denmesini uygun görmüştü. Böylece Hiandarlara Yüksek diğerlerine Düşük havari denmiş bu şekilde bu zamana kadar kıtasını demir bir yumrukla yönetmişti.

Şimdi nerdeyse hepsi karşısındaydı. Yüksek Havarilerden bir Düşük Havarilerden iki sandalye boştu sadece, Salondaki herkese şöyle bir baktıktan sonra, eliyle Sweinstein’a doğru işaret yaptı. Sweinstein sarı saçları arasında parlayan mavi gözleriyle ayağa kalkmadan nerdeyse robotik bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

“ 3. Olağanüstü toplantımızın konusu, Justisar Algerrian’daki Tanrılar Savaşı adı verilen savaşın başlaması ve bu savaşta ilk kaybın yaşanmış olması. Mavi El ve Justisarda Büyü Tanrısı olarak da bilinen Myrcid Ouderbaque’ın öldürülmesi ve bunun öncesinde Justisar BaşTanrısı ünvanlı Dariohd Kedfith’in görüşme talep etmesi. Söz almak isteyen?”

Açık Kestane rengi saçlarını arkadan toplayan Yüksek Havarilerden Briseis elini kaldırdı,
Kendisi uzun siyah bir cüppe giyinmişti ama cüppesinin üzerinde bir kılıç taşıyordu. Briseis’in Yüksek Havari olarak görevi, Lideritar Kanun ve Nizamlarıyla ilgilenmekti. Yeşil gözlerinin önündeki kalın çerçeveli gözlüğünü elinin tersinyle hafifçe düzeltip söz aldıktan sonra konuşmaya başladı.

“Myrcid, basit bir şekilde ölemeyecek kadar güçlüdür.” dedi sesi akıcıydı kelimeri ahenkli bir ses tonuyla söylüyordu. “Bunu hükümsüzlerden biri mi başarmış? Dughia mı?”

Sweinstein konuşmadan araya, lacivert geniş siperlikli şapkasıyla ciddi bir şekilde oturan Leginando girdi, genelde gülümseyerek duran Leginando için bu suratsızlık şaşırtıcıydı. “ Son darbeyi vuran Üstad’ın adamları da olsa işini bitiren Hududun Bekçisiymiş.” dedi sesi bezgin gibi geliyordu Briseis’e cevap verdikten sonra Legistas’a doğru baktı gözlerinde hüzün vardı.
“Bunu bugün niye yapıyoruz Legistas?”

Legistas biraz duraksadıktan sonra, eski dostlarından Leginando’nun bugünü bildiğini hatırladı, Ilyanın kaybını Muadlig sokaklarında yaşarken yanında o da vardı. “ Bu gerekliydi.” dedi sadece.

“Aciliyeti yok bir gün daha bekleyebili-“

“Kedfith’in var.” diye sözünü kesti Legistas, Leginando’nun “ Wildor ile beraber istihbarat raporlarını verin.”

“Efendim” diye söze başladı Wildor, düşük Havariydi ve direkt Legistas’a bağlıydı. “Savaş Meydanında Toran da savaşmış onun kılıcı ikiye ayrılmış vaziyette meydandaydı ayrıca Üstad Valerion’un en iyi adamlarından biri olan Kara El Evanir’in cesedini ve Hududun Bekçisinin mavi kanının da etrafta olduğunu gördük bir de son olarak Myrcid ‘in cesedi ve kesik kafasını.”

“Wildor, Romeric ile gidip hiçbir şeye dokunmadan ortalığa bakıp geldiler.” diye ekledi Leginando, “ Ayrıca şu Evanir denilen adamın kılıçlarında eski tip bir gölge büyüsü keşfettik, aynı ruh gücü gibi hiçbir zırh hiçbir teni umursamadan direkt hasar veren bir büyü.”
Açık kumral saçlı, açık kahverengi gözlü Gerçeğin Kahini, Mahabaratha “ Karanlığın Evlatlarının, büyüsü bu Efendi Legistas eski günlerden hatırlarsınız.”

“Üstad Valerion bunu nereden bilebilirki?” dedi Briseis meraklıydı, “O sadece bir Ruh kullanıcısı?”

“ ve İntikam dolu bir adam.” dedi Beyaz saçlı açık yeşil gözlü Olkalia, İklimlerin Hanımı denirdi ona Lidertiar’ın doğasının gelişmesiyle o ilgilenirdi. “Onu haddinden fazla uzun zamandır boş bıraktık, neler öğrendiğini bilemeyiz. Bizim için tehdit haline gelmiş bile olabilir.”
Legistas alaycı bir hıh sesi çıkardı ama konuşan Leginandoydu, “Üstad Velerion eski bir kurttur, onu takip edip sürekli izini süremezdik Olkalia. Eğer öyle yapsaydık o bunu anlar ve ona göre önlemini alırdı. Onun kaçışını kendisini bulmak için ipucu bırakıp ortalığı karıştırmasını ummamızdan başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.”

“Ve o ipucuyu değerlendirip, kaçmayı başardı, ve bugün bütün bir kaosu Justisar’a saldı.” dedi Legistas Üstad Velerion’u zerre kadar sevmezdi ama amaçlarına ulaşabilmesi için Üstadın ölmemesi şarttı. “Onu o gün orada öldürmüş olsaydık, bugün Kedfith kapımıza gelip yardım dilemez bütün kıtaların hakimiyetini elimize alma fırsatı asla oluşmazdı. O yüzden düşmanımız bile olsa doğru yönlendirmeyle bizim çıkarlarımıza hizmet etmesi onun yaşamının ne denli önemli olduğunu kanıtlıyor. Ondan endişeleniyorsun Olkaila lakin Bilirsin ben kişilere güvenmem, kişilerin zaaflarına güvenirim-“

“Dedi Yüce Legistas, hocasının ağzından konuşarak.” dedi alaycı bir ses Salonun kapısı açılmış içeriye Arturo De Le Vaq girmişti, Uzun bir yoldan geldiği belliydi üstü çamur ve toprak içerisindeydi siyah saçları dağılmıştı. “O sandalyede oturuyor ve Babamın kötü bir taklidi gibi ahkam kesiyorsun, ama söylediklerinin hiçbirini yapmıyorsun. Myrcid nasıl ölür ha söylesene bana!”

Legistas,yavaşça ayağa kalktı, Arturonun babasını hatırlatması hiç hoşuna gitmemişti. Salondakiler havanın ağırlığının arttığını hissettiler “ Bekçi işini bitirmiş, kendine fazla güveniyordu.”

“Buna izin verdin Legistas.” dedi Arturo onunda etrafında ince titreşimler oluşmaya başlamıştı. “ İstesen durdurabilirdin, ya da bana söylerdin ben gider durdururdum.”

“Myrcid’in ayağına taş takılsa ve boynunu kırıp ölse bunu da mı bana yükleyeceksin.” dedi Legistas öfkeyle “ Myrcid bizim planlarımızda önemli bir rol oynuyordu, Kedfith bunu bilerek ya da bilmeyerek ilk onu öne sürdü ve Justisarda da ilk o öldü. Şimdi yerine otur ve sakinleş.”
Ancak Arturo yerine oturmadı, “Kedfith onu ölüme mi yolladı diyorsun?”

“Bugün bizimle görüşecek.” dedi Leginando elindeki sarı bir kartla oynuyordu gözleri Arturo De LeVaq’daydı. “Anlamış mı anlamamış mı bunu o zaman görürüz?”

“Peki.” dedi Arturo derin bir nefes alarak üç bin yıldır nerdeyse oturmadığı kendi sandalyesine oturdu. Lidertiar da pek gözükmese de Lidertiar’ın Polis ve Askeri gücü Arturo De Le Vaq’a bağlıydı. Gözleri bir an daldıktan sonra yine Legistas’a doğru “Demek Bekçilerden biri yaptı. Şu Bekçi işini ne zaman halledeceğiz Legistas?”

“ Her şeyin sonunda.” dedi Legistas, Arturo ve sorularından sıkılmıştı. “Şimdi, Kedfith ile görüşeceğim ve bunu Leginando ve Arturo ile birlikte yapacağım. Arturo’nun olması Kedfith’i biraz daha yumuşatacaktır. Leginando ise bir tuzak olma ihtimaline karşın ortalığı gözlemleyecek.”

“Kedfith öyle bir şey yapmaz.” dedi Briseis kendinden emin bir şekilde.

“Görüşme sonrası bir toplantı daha yapacağız.” dedi Legistas Briseis’i duymamazlıktan gelerek. “Biz dönene kadar, Lidertiar’ın huzurunu her zamankinden daha iyi olmasını istiyorum. Bir yandan Savaş bizim kıtamıza sıçramayacak dahi olsa doğu kıyısının güvenliğe alınmasını ve bütün Havarilerin savaş hazırlıkları için telakkuz olmalarını emrediyorum.”

Bir an duraksayarak Wildor ve Yanındaki Leginando’nun havarisi Romeric’e doğru döndü.
“İkiniz Justisar’a tekrar gidin ama bu sefer geniş çaplı bir inceleme istiyorum. Hükümsüzlerin ne yaptıklarını ve Halkların ne durumda olduğunu öğrenin. Ayrıca Justisar’da bir yerde Glaroth hala ejderhalara hükmediyor, onun bu savaşta kimin yanında olduğunu öğrenin ancak Üstad’dan uzak durun.”

Wildor ile Romeric kafalarıyla emirleri onayladılar. Legistas tekrar sandalyesine oturdu, elini Sweinstein’a doğru uzattı. Sweinstein aynı Robotik sesle tekrar konuşmaya başladı. “3. Olağanüstü toplantı bitmiş olup, Myrcid’in ölümünün etkilerinin anlaşılabilmesi için Justisar Düşük Havariler tarafından incelenecek, Yüksek Havariler ve Tanrımız Legistas, Kedfith görüşerek durum hakkında bilgi alacaklar. Ayrıca Lideritarın huzuru sükûnet içinde devam ettirilip Doğu kıyısına öncelik verilerek savaş hazırlığına başlanılacak. Karar tebliğ edilip hepinize dağıtılacak. Dağılabilirsiniz.”

Legistas ayağa kalktıktan sonra hepsi ayağa kalktılar, Legistas Sandalyesinin arkasındaki gizli kapıdan içeriye doğru girerken yüzünde öfkeli bir gaddarlık ifadesiyle kendi kendine konuştu.

“İşte şimdi başlıyoruz.”



******



Şaman Han, beyaz atı gökyelelinin dizginlerini tutup atın boynunu okşadı, Mor Ruh’u bedenine kabul ettikten sonra olaylar hızlı gelişmişti, Hemen akşamına Are’den haber gelmiş kendisi Astgar Krallığının soğuk platolarına çağrılmıştı. İçindeki Mor Ruh bu olaylar karşısında sessiz kalmış, Are’nin kendisini fark etmemesini sağlamıştı.

“Ruhu güçlüydü. Yeşilin sınırlarını geçmiş, Her bir Ruh renginin izleri var ancak Mor Ruhu biraz zayıf kalmış, Kim bu adam?” diye sormuştu.

“Are Tanrımız Aikroth’un ilkdoğanı.” diye cevaplamıştı, Demek ruhların Mor ve Yeşilden başka renkleri de olduğunu düşünmüştü o sırada, “Are’yi nasıl tanımıyorsun Mor Ruh? “Kaç zamandır arz üzerinde değilsin? Tenin toprağa düşeli ne kadar oldu.”

“Bin yıllar” diye cevaplamıştı Mor Ruh umursamazca, sonrada susmuştu.

Mor Ruh ile ancak o istediği zaman konuşabiliyordu. Kendisi ne kadar meditasyon yapıp iç ruhuna seslense de Mor Ruh ortaya çıkmıyordu. Düşünceler içerisindeyken Gökkurd elinde büyük bir heybeyle gelip atı Gökyeleli’nin sırtına astıktan sonra Han’a bakıp konuştu.

“Han’ım bu ne felakettir ki, Are Beyimiz sizi çağırır?”

“Kuşun sorduğunu gökyüzü unutur derler Gökkurd.” dedi Şaman Han atına binerken, “Bu Tanrımızın ve atamızın emridir, varınca görürüz elbet.”

“Han’ım bari yalnız gitmeseydiniz, Ared halkına kıyan hükümsüzler ortalıktadır, kılıç tutan eller gerekmesin size?”

“Bir kişi olsa ne bin kişi olsa neyler Gökkurd çalmışşsa ölüm kapını.” dedi Şaman Han gülümsemişti, Gökkurd iyi yürekliydi. Atını mahmuzlamadan önce “ Bozkır sana emanet, gözcüleri ihmal etmeyesin.” dedi

“Merak etmeyin Han’ım. Başım üstüne.”

Bunun üzerine arkasına bakmadan yol aldı Şaman Han, düz bozkırları yeşil ovaları geçti. Yolu uzundu ancak gökyeleli doru bir attı, Tanrı Aikroth tarafından kutsanmıştı, bir gün içerisinde hiç dinlenmeden bin tekerlek yol ilerleyebilirdi.

Bozkırların ilerisine kuzeye doğru sürdü atını, kuzeye her yaklaştığında insan kalabalığının güneye doğru göç ettiğini gördü, kadınlar, çocuklar hatta adamlar. İlk gördükleri tüccarlar ve zenginlerdi, Delenor’un sınırına girip, Başkenti Zaphir’e yaklaştıkça sıradan halkın perişan halde çaresizce güneye indiğini gördü. Gökyüzüne doğru baktı kanlı işaret oradaydı, Güneye kaçmanın da kimseyi kurtaracağı yoktu.

Biraz daha ilerledi gece çöktü, saatlerdir yoldaydı ve Gökyeleli yorulmuştu. Şehre uğrayıp dinlenebilirdi elbet ancak o taş duvarlardan hoşlanmazdı. Atını durdurup atından indi bir Sedir’in gölgesinde. Derin bir nefes aldı etrafına baktı. Etrafına baktığında uzaktan bir silüetin geldiğini gördü. Onu çok umursamadan çıkınından yemeğini çıkardı, Kurutulmuş Tavşan eti ve ceviz, yemeğini yerken uzaktaki silüet giderek yaklaştı. Güzün Hanımının doğmasına vakit vardı ancak Jartiar hala parlaktı ve mavi ışığı soluk çimenliği aydınlatıyordu. Gelen kişi kendisi gibi yoldan değil yabandan geliyordu ancak bineği yoktu yayaydı. Gelen kişi giderek yaklaştıkça sarı zırhını görür gibi oldu. Adam yaklaştıkça içindeki Mor Ruh’da bir kıpırdama oldu, çok geçmeden konuştu Şaman Han ile

“Han, kontrolünü bana vermen gerekiyor.”

Bu tabirden hoşlanmamıştı, Mor Ruh ona yardım edeceğini söylemişti onu kontrol edeceğini değil. “Ne oluyor Mor Ruh, ne gördün Sarı Zırhlı adam da?”

“İlk hamlemizi.” Dedi Mor Ruh, “Tartışacak zaman yok, o gördüğün kişi benim eski bir dostum ya da ondan artakalanlar.”

Şaman Han duraksadı, gönülsüzdü.

“O uzun sıkıcı yollarda senin bedenini ele geçirmediysem şimdi de ele geçirmem Han.” dedi Mor ruh öfkelenmişti. “Acele et!”

Silüet giderek yaklaşmıştı aralarında nerdeyse elli metre ya var ya yoktu. Şaman Han, bir iç çektikten sonra kaybedecek bir şeyinin olmadığını düşündü, zaten en başında Mor Ruh’u bedenine almasının sebebi de oydu.

“Buyur, Mor Ruh.”

Bunu dedikten sonra sanki bir el onu bilincin kıyısına itti, her şeyi görüyor ancak onun dışında bir şey yapamıyordu. Ona dokunan rüzgar yaprakların hışırtısı çimenlerin kokusu hepsi gitmişti. Sadece kendi gözlerinden haraketten azade izliyordu olanları.

Mor Ruh yani Antonio De Le Vaq kısa hareketlerle bedeni kontrol ettikten sonra hızla adama doğru gitti. Şaman Han kendi gözünden Sarı zırhın önündeki Aslan simgesine baktığını gördü Mor Ruh’un. Şaman Han onun yakınına kadar ilerlemelerine rağmen Zırhlı adamın sabit adımlarla onları umursamadan ilerlediğini fark etti.

Ancak De Le Vaq Şaman Han’ın yüzüne hiç oturmayan bir sırıtışla bakıyordu zırhlı adama, “Bir bakalım Levid’lerin eski sözlerini bana söylemiştin, sanırım şuydu eski dostum;

Alesiender De Vion, Kutsalın kalbi Adaletin yüreği için ikinci yaşamının kefareti ödendi. Slembrionun Onuruna Levid’in yaşamına hizmet etme vaktidir. Seni ölümünden azad ediyorum.” Dedikten sonra tek bir kelime daha fısıldadı. “ Lesdion”

De Vion ani bir haraketle durdu. Miğferinin arkasında parlayan turuncu gözleri kayboldu, ezilmiş miğferini hızlı bir hareketle çıkardı. Orada artık yaşayan bir ölünün çürüyen bedeni değil, sarı saçları ve parlayan açık mavi gözleriyle canlı kanlı bir insan vardı.”

“Sen…” dedi şaşkınlıkla “Sen bir barbarsın beni-“

“Ölümden dönebilen sadece sen değilsin Alesiender.” dedi Antonio De Le Vaq, Ruh değişimindeki sesi De Le Vaq’ın kendi sesiydi.

“De Le Vaq nasıl yaptın bunu?”

“Önemi yok. Sonuç olarak şimdi buradayız,” diye kestrip attı. “Neler oldu De Vion, bana bedenini açan bu insan Aikroth’un bir tanrı olduğunu söyledi. Aikroth’un.”

Bunu söylerken sesi öyle küçümseme doluydu ki Şaman Han şaşkınlıkla dona kaldı birden. Mor Ruh’un Areyi tanımasa da Aikroth’u tanıdığını görünce şaşkınlığı daha da arttı. Tanrısına bu şekilde konuşabilen bu adam, bu Mor Ruh yoksa eski bir tanrı mıydı?”

“Öldükten sonraki anılarım bölük pörçük oluyor biliyorsun.” dedi De Vion düşünceli bir sesle
“Hatırladığım en önemli şey beni Glaroth’un Thenguların büyük dağı Kennettnitoh’da öldürdüğü, sonra beni kendisine bağladı. Irkımın özelliği bu, biliyorsun.”

“Glaroth hala yaşıyor mu?”

“Benim bağımı sen çözdüğüne göre yaşıyor.” dedi De Vion, düşünceli bir hareketle eli çenesindeydi “Eğer ölmüş olsaydı yaşama beni senin döndürmene gerek kalmazdı.”

“Ya diğerleri Nephilium, Otoboroshi ve Lich onlara ne oldu?”

“Nephilium’u senden sonra öldürdüler onu biliyorum ama ben öldüğümde Otoboroshi ile Lich hala yaşıyordu.”

“Muhtemelen onlarda öldü.” dedi Antonio De Le Vaq sessizce.

“Lich bile mi?” dedi De Vion şaşkınlıkla

“Anlattıkların ve duyduklarım onu gösteriyor Aikroth bile tanrı olmuş baksana. O koca angut tanrı olduysa Legistas hayli hayli olmuştur ve seni kontrol eden Glaroth da öyle.” duraksadı bir iç çekti. “Ve Onlar Tanrı olduysa ortalıkta Hiandar diye bir şey kalmamıştır. Sonuçta Lich ve biz başarısız olduk. Lich’in kehaneti haklı çıktı.”

“Tüm ırkları yok edip, yeni ırklar yapıp Onların Tanrıları mı oldular diyorsun?”

Antonio De Le Vaq acı acı başını salladı. “Veletler,” dedi tiksintiyle De Vion bir şey söylemeden tekrar konuşmaya başladı. “De Vion, bilgimiz çok kısıtlı ben Bu Han adındaki insanla Aikroth’un ilkdoğanı muhtemelen Prototip olarak alınmış ve denekleştirilmiş Atalık Halkından birinin yanına gideceğim. ben orada bir şeyler öğrenirken Sen de bu Tanrılar kaç kişiymiş, Hiandar’a ne olmuş onları öğrenmeye çalış, Lich ya da Otoboroshi eski karargahta bir şeyler bırakmışlardır.”

“Acele karar veriyorsun genelde bunu yapmazdın?” dedi De Vion ama yüzündeki müzhip gülümseme onu özlediğini gösteriyordu.

“Vakit yok, Han’a gelen bilgiler muhtemelen birbirleriyle savaştıkları yönünde, Eğer Tanrı olmuşlar ve birbirleriyle savaşıyorlarsa kendi yarattıkları halklar yine ölür. Muhtemelen bu kadar gücü İridium ile sağladılar Nephilium’un Mührünü kırmış olmalılar. ”

“Halkları bu kadar önemsediğini bilmezdim?” dedi De Vion onun söylediklerini onaylarken.

“Ben de bu kadar çok soru sorduğunu bilmezdim.” Terslemiş gibi görünüyordu ama yüzünde gülümseme vardı. “Halkları önemsemez değildim sadece yumuşak yetişmemelerini isterdim, Katliamlar zalimlerin işidir Alesiender, kişisel tatmin içindir ve hiçbir işe yaramazlar. Çöplükten gelen bir çocuğun bunu öğreneceğini sanırsın değil mi? Yazık!”

“Kendine haksızlık etme, en büyük tehdit olarak seni görüyorlardı o yüzden ilk seni öldürdüler.” Dedi Alesiender elini Şaman Han’ın bedeninin omzuna koydu.

“O yüzden kızıyorum ya ölümüme ben izin verdim, benim ölümüm Hiandar Başrahibini gevşetecek ve onu yok etmek için Legistas’a fırsat sağlayacaktı. Legistas’ı bu yüzden bir gün gerektiğinde beni öldürmesi için gerekli motivasyona sahip olsun diye yetiştirdim. Bunu bilmiyordu elbet ancak bilmemesi de gerekliydi doğru bir şekilde ilerlemesi için bu şekilde yetişmesi gerekiyordu. Ama şimdi görüyorum ki bunu becerememişim, O Hiandar’ı çöplüklerden temizleyecek güçlü bir Senatör olacaktı, Rahiplerin diğer halkları denek gibi kullanmalarına izin vermeyecekti. Ama o ne yaptı gidip halkını katledip kendini Tanrı ilan etti ne pahasına? Yazık! ”

Alesiender sessizce durarak omzuna vurdu Şaman Han’ın Antonio De Le Vaq’ın öfkesi Şaman Han’ın çehresinden yansıyordu. Şaman Han ise konuşulanlardan nerdeyse hiçbir şey anlamamıştı. De Vion bir süre sessiz durduktan sonra

“O halde ben ilk önce karargaha gidiyorum.” dedi De Vion. O da oldukça şaşkın ve yıkılmış görünüyordu. “Bakalım yıkımın ayak sesleri gelmeden önce eski dostlarımız ne yapmışlar.”

“Tamam.” dedi, De Le Vaq sadece “ İrtibat kurmayı unutma ben sana dediğim yerde olacağım.”
Bunu dedikten sonra Şaman Han kendisinin ileriye itildiğini tekrar bedeninin hareketlerine kavuştuğunu fark etti. Değişimi anlayan De Vion ona bir baş selamı verdikten sonra hızlı adımlarla uzaklaştı. Şaman Han bütün bunlara anlam verememiş, sadece Tanrı Aikroth hakkındaki sözlerinden eski bir tanrı olabileceğini varsaymıştı.

“Sen kimsin Mor Ruh? Nesin?” dedi Şaman Han şaşkınlıkla “Tanrıların Babası mısın yoksa?”
Antonio De Le Vaq’ın alaycı kahkahasını duydu zihninde “Evet, ne yazık ki onların babasıyım.” dedi ironiyle. “Ama Tanrı değilim ancak onlar da değil. Bunu Yakında sen de göreceksin.”

Şaman Han şaşkınlıkla birkaç soru daha sordu, bu Mor Ruh’un dediklerini hiç anlamıyordu Tanrısı nasıl Tanrı değildi? Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Bin yıllardır Aikroth Are vardı bu bilinirdi. Bunun gibi bir sürü sorusu vardı Ancak Mor Ruh gitmişti, cevap vermeyi bırakmıştı. Derin bir iç çekti bu soruları Are’ye sorabilirdi ancak onun da cevap verebileceğinden kuşkuluydu. Önce yolu düşünmeliyim dedi kendi kendine ve daha hızlı olmalıyım.

Bunu düşündükten sonra beklemeden ileri atılarak atını bağladığı yerden çözdü ve dörtnala doğru atını kuzeye doğru sürmeye başladı.



****


“Yansız bir tarih nasıl yazılır biliyor musunuz?” dedi Nickoy Waldemer ateşin başında oturmuş ayaklarını uzatırken bir yandan sazının tellerini düzeltmeye çalışıyordu. Gece ilerlemişti,
Torano dinlenmek için çocukların kurduğu çadırlardan birine çekilmişti. Hala Tanrısının öldürülmesinin şokunu yaşıyordu. Nickoy ise çocukları etrafına toplamış onlara ateş yaktırmıştı.

Helm ile Walger şaşkınlıkla birbirlerine bakarken Elinde bir top kağıt ve tüy kalemle yanına diz çöken Ovidia gözlerini devirdi. Nickoy bunu onlara defalarca söylemişti zaten. “ Mürekkeple ve taraf olmamakla.”

“Aynen öyle.” dedi Nickoy ama yüzünü buruşturmuştu, kafası karışık gibiydi. Ağzını buruşturarak sazını bir kenara koydu. Beyaz saçlı yeşil gözlü güzel genç kıza baktı. “Cevabı bildin, Bugünün kazananı sensin Söyle bakalım bugün hangi hikayeyi hikaye anlatalım?”
Ovidia bir an duraksadı, tüy kalemi ağzına götürdükten sonra beyaz kaşları çatıldı. Yeşil gözlerindeki sert parıltı Nickoy’inkilerle buluştu. “Ben bizim peşimizdeki adamı merak ediyorum, Usta Greece ile Torano’yu bu hale getiren adamı.”

“Are’yi mi?” dedi Nickoy’yun yüzünde eğlenme ifadesi vardı.

“Evet,” dedi Walger araya girerek çelik mavisi gözlerinde bir parıtıyla “Kim bu adam Nickoy? Ustamı nasıl bu hale getirir?”

Nickoy, uzakta kayanın bir tepesinde etrafı gözleyen, Koyu kahverengi pelerinini omzunun üzerine atmış, heykelden farksız Greece’e doğru baktı. Yanında Scart Corpean vardı, Her zamanki göz alıcı zırhını kuşanmamıştı, sade gri bir kıyafet giymişti ve Greece’e bir şey anlatıyordu. Greece onu pek dinliyor gibi gözükmüyordu. Gözleri geldikleri yoldaydı ve Nickoy bir eliyle böğrünü hala tutmakta olduğunu fark etti. Görünüşe göre hala acı çekiyordu.

Nickoy, başını hafifçe sallayarak etrafındaki çocuklara baktı. “Bugüne kadar size bir çok hikaye anlattım. Başarılı güçlü adamlar, ölüme giden sevdalar, kahramanlık öyküleri hepsi gerçekti anlayabileceğiniz kadar yakındı. Çift Kılıç Mardukan’ı anlattım size Sendarlı, Barbar Halkından Nido Savaşçığlığını anlattım, Galvorlu Mabiren’i, Altınışık Leornas’ı ve tabiki Son Kılıç Ustası Silvan’ı. Bütün bu adamlar muazzam işler başardılar. Kimi sevdaya yenik düştü, kimi kibrine kimi saflığına mağlup oldu kimi öfkesine ancak Are, bütün bunların hepsine hem mağlup olup hem de galip gelen bir adamdı.”

Nickoy duraksadı, çocuklar nefesi kesilmiş bir şekilde onu izliyorlardı. Nickoy devam etti; “O bütün bu söylediğim adamlardan binlerce yıl daha fazla yaşamış daha çok şey görmüş biri, O bir ilkdoğan, bu çağların da öncesine tanıklık etmiş biri, anlatsam hikayesini sizlere hepsini dinleyecek ne takatiniz var ne de zamanınız. Diğer hikayelerin hepsini anladınız özümsediniz az çok, fakat Are’nin hikayesini, daha doğrusu kaybettiklerini ve vazgeçtiklerini anlamanız için yaşamanız gereken çok şey var.”

“Muazzam.” dedi Gloria, ince zarif bedeniyle bir taş üzerinde oturmuş Nickoy’u dinlemekteydi. Sarı saçları omuzlarından aşağıya doğru dökülüyor, mavi gözleri buz ışıltıları taşıyordu, teni ışıltılı bir mermerdi sanki Jartiar’ın ışığını yansıtıyordu. Çok güzel diye düşündü Nickoy, çok da tehlikeli, “Peşimizden gelip bizi öldüresiye takip edip, Greece ile Torano’yu komalık hale sokan adamı nerdeyse sempatik hale getirdin.”

“Sempatik mi?” diye güldü Nickoy ateşin başına koyduğu kurumuş piposunu eline alırken. “Are Sempatik değildir Sendar’ın Son Hanımı, Gürleyen bir ateştir, ölümcüldür, öfkesi korkunçtur. Eski bir dostum ona çelikle dövülmüş demişti, haklıydı bence.”

“Etkileyici sözler Nickoy.” dedi elini çenesine koydu altın saçları elinin yanından aşağıya doğru savrulmuştu. “Yine de bu onu nasıl bu kadar iyi tanıdığını açıklamıyor sanki.”

Nickoy en sakin gülümsemelerinden birini takınırken piposunu yaktı. Gloria göründüğünden daha zekiydi, Torano’nun soyut zekasından daha da tehlikeliydi bu yine de bu ona sökmezdi
“Ben çoğu kişiyi bilirim Gloria, Babanın başarız olduğu için Rcutuan Falcon tarafından öldürüldüğünü bilmem gibi, seni Keven’ın kurtardığını, gizlice sakladığını, belki de arada sırada yanına gittiğini…”

Gloria, öfkeyle kızardı. “Çocukların yanında…” diye öfkeyle soludu yağa kalkacaktı ki Walger onu tuttu.

“Haklı, cevapları geçiştiriyorsun.” dedi sertçe, “Are’yi nerden tanıyorsun?”

Nickoy cevap vermeden, Greece’in kalın sesi duyuldu. “Sen Hocan ile nasıl konuşuyorsun Walger!” diye kükredi yumruklarını sıkmış hafifçe sendeleyerek geliyordu. “ Ozan kolay bir şekilde Falcon’un yanına gidip kendini yeni bir ilkdoğan ilan edebilir ya da Are peşimizdeyken arabayı sağa kırıp Are’nin gelmesini bekleyebilirdi. Burada peşimizde İlkdoğanlar,Hükümsüzler hatta daha kötüleri varken sana, size bir şeyler öğretmekle uğraşmazdı.”

Walger bir an için utanç ile Ozan’a doğru baktıktan sonra sessizce “Özür dil-“
“Özür dileme. Bunu bütün gece düşün özrünü sabah dilersin. Şimdi hepiniz çadırlarınıza gidin” dedi Greece ardından Gloria’ya doğru döndü. “ Sen de Kadın, ortalığı bulandırmaktan vazgeçersin belki.”

Gloria öfkeyle başını kaldırdığında, Greece sertçe ona dönüp kapşonunu hızlıca açtı, Greece’in saydam gri gözlerinde kaybolan Gloria olduğu yere devrildi. Ovidia hafif bir çığlık attı, ama Walger onu sakinleştirdi.

“Bunu da yatağına götürün.”

Walger ile Helm ciddiyetle, Gloria’yı odasına taşıdılar, Kısa bir süre sonra, ateşin başında Scart, Greece ve Nickoy dışında kimse kalmamıştı. Nickoy şapkasının altında gülümseyerek Ölülerin Bekçisine baktı.

“Beni bu kadar savunacağını hiç düşünmezdim.” dedi müzhipçe

“Çocuklar hocalarına saygı duymalı.” dedi Greece sertçe, ardından kapşonunun karanlıkları arasından Ozan’a bakarken yumruklarını sıkıp parmaklarını çıtırdattı. “ Ama şu Are meselesini bir de ben dinlemek isterim.”

Ozan’ın gülümsemesi soldu, “Ciddi misin? Gloria’ya mı inanıyorsun yani.”

“Numara yapmayı bırak Ozan, Adamın hayvanın bile zayıf noktasını biliyorsun.” dedi Greece, eliyle sertçe Nickoy’un omzunu tuttu. “Kolunu yerinden sökmemi istemiyorsan konuş.”

Nickoy silkinmeye çalışsa da Ölülerin Bekçisinin kavrayışından kurtulamadı, elini kaldırarak. “Tamam.” dedi bıkkınlıkla “Anlatacağım.”

Greece sertçe Ozan’ın omzunu bıraktı. Nickoy şapkasını çıkarıp altın sarısı saçlarını düzeltti, gözlerinden bu meseleden hoşlanmadığı anlaşılıyordu. “O vakit ateşe odun at Scart.” Dedi gülümseyerek “Anlaşılan bütün gece uyanık kalacağız.”

Devam Edecek.
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 19: Düğümler Çözülmeli

Özet bu sefer uzun olacağı için eklemedim, kaç okuyan kaldı ki zaten. Okuyan dostlara iyi okumalar.


Guarinag, nerdeyse 3 metre yüksekliğinde 7 metre uzunluğunda, bir timsahtı. Yılların yıprattığı sırt pullarının arasında kalın yeşil yosunlar bitmişti. 2 metre genişliğindeki ağzından çıkardığı baygın kadın kızıl saçlı iri yapılı bir kadındı. Yüzündeki hafif kızıl çiller ıslaklıkla parlıyordu, giydiği basit tunikli zırh hasarlıydı. Hükümsüzlerin Beşi birden, o kadının, Fuena’nın tepesinde dikildiler.

“Legistas’a bak sen.” dedi Zacharias elindeki zinciri yavaş bir ivmeyle sallarken, “Öldürelim gitsin, ölünce daha rahat konuşur.”

“Hayır,” dedi Dughia ıslak saçlarını eliyle geriye doğru atarken, “Legistas’ın derdi neymiş düzgünce öğrenelim.”

“Belki buna Akirama cevap verir.” dedi Clemente kızıl gözleri kısımıştı. “Ne de olsa sıkı dostlardı.”

“Ne demek istiyorsun?” diye parladı Akirama piposunun üzerinden kıvılcımlar çıkmıştı.

“Sen, Legistas, Aikroth ve Leginando.” dedi Clemente alayla, “ Siz Antonio De Le Vaq’ın kare ası değil miydiniz? Birlikte bir ömür geçirdiniz.”

Aikroth duraksadı, bir kısmı parçalanmış yüzünden bir hüzün bulutu geçti. Evet yıllar önce hepsi dosttular, omuz omuza çöplükler içinde küçük çeteler halinde savaşmışlardı, kayıplar yaşamışlardı, açlıkla boğuşmuşlar, birbirlerine tutunmuşlardı. Ta ki bir adam onları o çöplükten çıkaracak elini uzatıncaya kadar.

“Legistas bana sizi söyledi.” demişti o adam, Yanında Aikroth ile Leginando terk edilmiş bir deponun içinde ateş varilinde ısınırken. O an adam o an içinde o kadar büyük görünmüştü ki gözüne; kürk astarlı paltosu azametli bakışlarıyla onlara elini uzatmışken.

“Gelin.” demişti o buyurgan ses tonuyla “ Sizin yaşınıza kadar bu sokaklarda hayatta kalmak zordur bilirim, ama bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız sadece sokağı bilmek yetmez. Çarkların nasıl çalıştığını öğrenmeniz gerek. Bana gelin, küçük kedi yavruları gelin ki gözlerinizdeki kıvılcım ateşe dönüşsün.”

Bu sözler üzerine onlar da gelmişlerdi ve zamanla Antonio De Le Vaq’ın kare asına dönüşmüşlerdi, hepsini bir şekilde eğittiğini hatırlıyordu Akirama, çağlar önceydi yıllar, bin yıllar, on binyıllar önceydi yine de De Le Vaq’ın adı onun tüylerini diken diken ediyordu.

“Bu çok uzun zaman önceydi.” dedi Akirama, öfkeyle “Aikroth bana gürzüyle vurmadan çok önceydi, Legistas ile Leginando’nun mühürlenmemize sessiz kalmamasından da çok önceydi.”

“Hepimiz ihanete uğradık.” dedi Dughia, Akiramanın omzunu tutarken ancak Clemente ikna olmamıştı. Zacharias ile Dughia’ya dönerek.

“Onları iyi tanıyorum. Hocalarını da öyle.” dedi Clemente, “Bizi mühürledikleri gün umursamaz olan Legistas, bugün Are’nin adamı görünümünde de olsa seni öldürmeye adamını gönderiyor. Öyle bakmayın bu işte Leginando ile Legistas’ın pis kokusunu alıyorum ve senin de Akirama.”
Akirama öfkeyle Clemente’ye doğru baktı. “ Bana bak! Senin Legistas’ın adı geçince niye bu kadar gergin olduğunu biliyorum, ama bilmem buna müshama göstereceğim anlamına gelmiyor. Şimdi-“

“Durun.” dedi Zacharias, elini kaldırdı yüzünde geniş bir sırıtma vardı. “Saçma tartışmanızdan sıkıldım, bakın siz konuşurken küçük casus uyanmaya başladı bile.”

O sırada Fuena yeşil gözlerini açtı, panikle sağa sola baktığında tepesindeki dev timsahın tehditkar bakışlarını gördü hoş buna gerek de yoktu zira tepesinde dört hükümsüz dikiliyordu.
En uzun boylu ve en iri olan saldırdığı Dughia’ydı. Kızıl saçları ve dağılmış yüzüyle ona öfkeyle bakan Akirama olmalıydı. Siyah saçları kızıl gözleriyle aralarındaki tek kadın olan ise Clementeydi belli ki ama en korkutucu olan siyah yağlı saçları yüzünün iki tarafına doğru inmiş kanca burnunun üzerindeki kara gözleriyle onu süzmekte olan Zacharias idi.

“Beni-“ dedi sesi kesik kesikti su yutmuş gibi. “Beni niye öldürmediniz.”

“Guarinag ağzının içine aldığı tüm canlıların düşüncelerini bilir.” dedi Dughia dev timsahını gösterirken. “Bizim için önemli olan bir düşünceni söyledi bana, Legistas. Onu nerden tanıyorsun? Senden ne istiyor? Ve Beni neden öldürmeni istedi?”

“Legistas da kim?” dedi Fuena şaşkınlıkla, “Bana emri veren Are’ydi.”

“İyi rol yapıyor.” dedi Clemente kızı incelerken. “Tek mimiği bile oynamadı.”

Dughia’nın burnu öfkeyle genişlerken araya Zacharias girdi. “Bak küçük kız.” dedi elinde beliren ince bir iğneyi birden kızın başparmağına sapladı. Fueana acı bir çığlık atarken Zacharias’ın gülümsemesi genişledi. “Parmak uçları sinirlerin en yoğun olduğu yerdir, bir şeylere dokunmak için yaratılmışlardır, o yüzden bu küçük iğnenin derinin altına girdiği her milim senin canını oldukça yakacaktır, ama bana bize sakın yalan söylemeye kalkma, çağlar boyunca yalanın her türlüsünü duymuş bir ekip var karşında.”

Fueana ilkin direndi, Zacharias iğneyi hafif çıkarıp Fuena’yı birazcık rahatlattıktan sonra tekrar batırdı iğnesini bu sefer birazcık daha derine, kızın çığlıkları vadiyi inletirken Zacharias telin ucunu bir vida gibi yavaş yavaş çevirmeye başladı. Fueana gözleri dolu dolu olduğunda Zacharias iğneyi çıkardı.

“Hımm fena değil, bu seferde iğne batırmak yerine parmağının derisini mi soysak.” dedi Zacharias ufak bir deri soyma bıçağı çıkardı zincirlerinin arasından.

“Bilmiyorum ben Legistas’ı tanımıyorum.” dedi Fueana hüngür hüngür ağlayarak, “Ben Are’nin adamıyım hakkında her şeyi anlatırım ne olur yapmayın daha fazla.”

Dughia bir an kımıldansa da, Zacharias ters bir bakış ile durdurdu onu, “Biz Are’i merak etmiyoruz tatlım.” dedi Zacharias, bıçağıyla parmağın derisini kaldırırken, “ Biz Legistas’ı merak ediyoruz planlarını öğrenmek istiyoruz.”

Fueana’nın parmağının derisi kaldırılırken çığlıkları hiç susmadı, Zacharias işi ağır ağır ve aşama aşama yapıyordu bu da Fuena’nın daha fazla acı çekmesine neden oluyordu. Başparmağının derisi tamamoyla soyulduktan sonra, Fueana acı ile başparmağını ısırıp koparmaya çalıştığında, Zacharias’ın bir baş hareketiyle Tessia tarafından durduruldu. Tessia kuyruğuyla Fueana’yı sararken, diğer Hükümsüzler de etraftaydılar kaşlarını çatmış işkenceyi izliyorlardı.

Zacharias aheste hareketlerle ikinci parmağa geçerken, Fueana can havliyle araya girdi. “Peki Peki anlatacağım lütfen acıma son verin ne olur?”

Zacharias duraksadı, “Dinliyoruz.”

O sırada ormanın içinden hızlıca ufak parıldayan bir şey fırladı, Dughia havada parlayan şeyi kılıcıyla durdurmaya çalışsada ıskaladı ve o metalik şey Tessia’yı göğsünden vurdu. Tessia acıyla Fueana’yı bırakarak geriye doğru düştüğünde. Ormanın içinden daha büyük bir şey fırladı ancak o kadar hızlıydı ki bir anda Fuena’nın yanında belirdi.

Ancak o anda kafasının üzerinde beliren Zachariasın Kara Tırpanı onu ikiye bölecekken çevik bir hareket ile Fueana’yı yakalayıp geriye doğru sıçradı.

“İlizyon.” diye küfretti, Dughia kılıcına bakarken ani bir hızla Fueana’yı yakalayan adama doğru fırladı, Akirama ‘da hemen peşinden. Ancak onu kaçıran hızlıydı, Dughia muazzam hızda ince gibi su dalgaları göndererek, Fueana’yı taşıyan yaratığa yolluyor, Yaratık ağaçtan ağaca bir maymun gibi hızlı sıçrayışlar yaparken su darbeleri koca ağaçları ikiye bölüyordu.

Akirama, mızrağının bir hareketiyle Yaratığın biraz ilerisinde kocaman alev duvarları oluşturdu, Ancak kovalamaca onları Zacharias ile Clemente’den oldukça uzaklaştırmıştı. Yaratık alev duvarlarının önünde durup Fuena’yı yavaşça yere bıraktı.

Yaratık nerdeyse 3 metrelik boyuyla Hiandarlar kadar uzundu, ancak teni onlarınki gibi gri değil mavi renkteydi. Üzerinde koyu lacivert üzerine yapışan bir cüppe vardı, ancak cüppenin bacak kısmı içi bir şeyle doluymuş gibi kabarmıştı. Siyah saçları kısa kesilmişti ancak ön perçemleri uzundu kulakları ise bu saçların arasından gözükecek kadar sivrilmişti.

“Wildor.” dedi Dughia o keskin gülümsemesini takınarak. “ Efendin seni gönderdi demek, Anlaşılan sen de Elrohir gibi ölmek istiyorsun.”

Wildor bacağının kenarına bağlı ipleri hızlıca çözerken gülümsedi sadece,

“Akademinin en güçlü ilkdoğanları Sen, Elrohir ve De Vion’du.” dedi Akirama mızrağı elindeyken, “Yine de bizim gücümüzün bir kısmı mühürlenmiş olsa bile ikimize karşı koyamazsın.”

“Ne ikimizi.” diye gürledi Dughia “Sakın karışma Akirama. Bu velet ile ben yüzleşeceğim. Madem Legistas beni öldürmek istiyor bunun bu kadar kolay olmayacağını ona gösterelim.”

Wildor bacaklarındaki ipleri çözmeyi bitirdiğinde cüppesinin paçalarından devasa ağırlıklar çıkarak büyük bir gürültüyle toprağın üzerine düştü. Dughia ile Akirama kaşlarını çattığında Wildor en sonunda konuştu.

“Sizden çok rahat kaçabilirdim.” dedi sesi melodikti keskin ve sert. Alevler arkasındayken yüzü karanlık gözüküyordu sadece karanlıkta parlayan gözleri gözbebekleriyle beraber griye dönüşmüştü. “Ancak kendimi-“

Bunu dedikten sonra aniden gözden kaybolarak hızla yumruğunu Dughia’nın karnına geçirdi.
“Denemek istiyorum.” diye bitirdi Dughia karnını tutarken hızla geriye doğru savruldu ancak bir ağaç gövdesine çarparak durabildi, Ancak Wildor duraksamadı, döner tekmesi birden Akirama’nın suratında belirdi, Akirama silahını değil ancak kolunu koyarak saldırıyı karşılayabildi ancak saldırının gücü onu bir metreye geriye doğru sürükledi.

“Ne kadar güçlü saldırılarınız olursa olsun.” dedi Wildor Dughia doğrulurken dizini Dughia’nın çenesine geçirdiğinde aynı anda Akiramanın ona doğru fırlattığı alevden mızrağını da eğilerek rahatça savuşturdu. Mızrak ilerleyerek arkadaki ormanıda alevlere boğdu.

“Bana asla ulaşamayacak.” dedi bu sırada tekrar Fuena’nın önünde belirmişti.

Dughia kahkaha atarak ağzındaki kana şaşkın bir eğlenme ile baktı. “Yumruk atmayı öğrenmişsin Wildor, umarım beni Elrohir’den daha çok eğlendirirsin.”

Bunu dedikten sonra Akirama’ya eliyle dur işareti yaptı. Ardından elinde kalçasına çaprazlama astığı palaları belirdi. Kavisli korsan palaları ateşin yansımasında parlıyordu.

“Bana iki kişi saldırmayarak hata yapıyorsunuz. Üstelik güçlerinizin bir kısmı hala mühürlüyken.” dedi Wildor o da gülümsüyordu, bir yandan da elinden dirseğine kadar bağlı beyaz bantlarını gevşetmekteydi.

Dughia bunun üzerine kahkahalar atarak hızla Wildor’a doğru atıldı.


*****



“Böyle işte.” dedi Nickoy kaşlarının arasını eliyle ovuşturup bir yandan da esnerken, “Are’nin bu kadar öfkeli ve kontrolsüz olmasının sebebi bu.”

Greece, kafasını aşağıya doğru indirmişti yüzü karanlıktı. “O da kandırılmış, hepimiz gibi.”

“Farklı açılardan kandırılmış doğru.” dedi Nickoy eliyle şapkasını düzeltirken yüzünde ince alaycı gülümseme belirdi. “Hangimiz kandırılmadık ki gerçi.”

“Bütün bu şeyleri, hükümsüzleri, Tanrıları falan nerden öğrendiğini merak ediyordum.” dedi Scart, araya girerek. O da yorgun görünüyor matarasındaki şarabın sonunu dikiyordu. Ağzının kenarını kolunun yeniyle sildi. “Şimdi anlıyorum.”

“Benim Kuzeye gitmem Falcon sayesinde oldu belki de ona teşekkür etmelisin. Hem bütün bunları sizin de öğrenmeniz daha doğrusu beni buna zorlamanız bir bakıma iyi oldu.” dedi Nickoy ayağa kalkarak gerindi, ateş sönmüş geriye kül yığınları kalmıştı. Şafak sökmek üzereydi ve dediği gibi Are’nin hikayesi bütün gece sürmüştü. “Sonuçta siz Hükümsüzlerin son kalan 3 mühründen ikisisiniz. Bazı şeyleri bilmeniz fena olmadı aslında.”

Greece de ağır hareketlerle ayağa kalktı, Yumruğunu sertçe sıktı. Yumruğunun üzerinde titreşimler vardı ancak hafifi bir titreşimdi. “Şu bahsettiğin Ruh Duvarının yıkımı, Büyük Üstad’ın Are’nin ve Otoboroshi denilen adamla beraber yaptıkları yıkım ve kullandıkları güç ile bizim keşiş öğretilerimiz benzer mi diyorsun?”

“Muhtemelen.” dedi Nickoy arabanın kenarına asılı su variline doğru giderek çaydanlığı doldurmaya başladı. “Ancak bunun cevabını Are verebilir.”

Scart’da homurtuyla kalkıp su dökmeye giderken. Greece, Nickoy’un kahvaltıyı hazırlayışını izliyordu. Ozan belli ki çok şey görmüştü, bütün o gece anlattıklarının da yüzeysel olduğunu hissediyordu. Yine de birçok şey öğrenmişti. Are, kuzeyde çaresizlikten pek çok kirli işe bulaşmıştı, ancak Nickoy’un anlattıkları Are’ye olan bütün o öfkesine rağmen yine de kendisinde ona karşı bir sempati kazandırmıştı. Muhtemelen kendisi de Are’nin yerinde olsa böyle yapardı.

Ona dövüşmeyi öğreten Büyük Üstad’ın aslında Tanrıların Irkının yaşayan son temsilcisi olduğunu, Halkı yok edildiği için, Tanrılardan intikam almak istediğini öğrenmişti. Tabi bu uğurda kendi halkını yok eden bilekliği Mircharch’ın eline temsil eden de oydu. Kendi halkının yok edildiğini gören biri başka bir halkın yok edilmesine nasıl zemin hazırlardı? Bunu aklı almıyordu.

“Ne düşündüğünü biliyorum.” dedi Nickoy o çarpık sırıtışıyla. “Bütün bu olaylar o yaşlı kendilerine Tanrı denen eski ırkın eserleri, kendileri dışında hiçbir şey önemsiz.”

Greece bir şey demedi. Ozan haklıydı bunu biliyordu. Çadırlara doğru baktı, o çocuklar nasıl bir savaşın içine girdiklerini bilmiyorlardı. Köle ağılından kaçan o çocuk, Walger, Kedfith onu gözüne kestirmişti tıpkı daha önce Elrohir’i sonra Silvan’ı ondan sonra da kendisini kestirdiği gibi. Kendileri yerine başkalarını savaştırmaktan, onları öne sürmekten başka bir şey yaptıkları yoktu. Ama kendisi yıllarca yüz yıllarca Kedfith’e hizmet etmişti. Yine de bekçiliği bırakması Simarios’un oyunu da olsa kendi ihanetiyle olmuştu. Şimdi ise bu çocuklar, onların elinde ölüme koşuyorlardı. Karşılarında Hükümsüzler, Tanrılar hatta Nickoy’un anlattığı başka kıtalardaki Tanrılar da vardı.

“Bu çok büyük bir plan.” demişti Ozan, “Ne zamana değin uzanıyor ben de bilmiyorum, ancak Kuzeydeki Ruh Duvarı savaşında Legistas’ın - Kedfith gibi oranın baş Tanrısı gibi düşünün - ilkdoğanlarından biri de savaştı ve bir Bekçiyi öldürdüler Ruh Duvarını yıktılar. Hepsi de orada o amaç için toplandılar her bir taraf. Asıl hedeflerinin ne olduğu belli hakimiyet ama bunu niye yaptılar niye ortak bir kararla bunu yıktılar. Bunu bilmiyorum.”


“Senin bir fikrin yok mu?” diye sormuştu Scart Nickoy’a ama bu soruyu kendisi cevaplamıştı.

“Nedenini biliyorum en azından kısmen.” demişti Greece. “Kedfith bana Ölülerin Bekçiliği görevini verirken kendisine bağlı olmayan Bekçiler olduğunu, Benim yeni oluşturulacak Bekçiler Organizasyonunda ilk olacağımı söylemişti. Eskilerin yok edilmesi gerektiğini de.”

Nickoy bunun üzerine parşömen çıkarıp tam konuşma metnini kaleme almıştı, Şimdi ise Scart Corpean’ın getirdiği çalı çırpıyla ateş yakmaya çalışıyordu. Greece havaya baktı gün kavuşmak üzereydi. Milleti uyandırmanın vaktinin geldiğini düşünüp çadırlara ilerlerken Gloria’nın çadırdan çıktığını gördü. Ona bakıp kaşlarını çatmıştı.

“ Sen bana ne yapt-“

Greece elini kaldırdı Gloria sustu. “ Sana ortalığı bulandırma dedim. Hele de çocukların yanında.” Dedi sertçe sonra dönüp Torano’nun çadırına doğru baktı. “O iyi mi?”

O sırada çadırdan çıkan Torano bu sözleri duymuş gibiydi. “İyiyim.” dedi ancak halsiz ve hasta görünüyordu hala karnını tuttuğunu fark etti Torano’nun.

“Hala yaran acıyor değil mi?” dedi Greece acıyla kaburgalarını tutarken. “Benim ki de öyle.”

“Anlaşılan bu Ruh saldırılarını.” dedi Torano Gloria’ya dayanarak ilerliyordu. “Ancak Ruh gücü kullanıcısı iyileştirebiliyor.”

Bu sözü duyan Nickoy’un kaşları kalktı. “Gloria Hanım.” dedi Müzhip sesiyle “Eğer bana küsmediyseniz, kahvaltıyı hazırlamamıza yardım etseniz bakın biz çayı demledik bile.”

Gloria Namaria, elini beline koyarak. “O küçücük ateşle mi çay demleyeceksiniz?” diye çıkıştı, Torano’yu bir taşa oturttuktan sonra Scarta emirler yağdırarak onu daha çok odun toplaması için yollarken, Nickoy yavaşça sıvışıp, Torano ile Greece’in yanına geldi.

“Yaralarınız beni de endişelendiriyor.” dedi Nickoy ciddiyetle. “Buna Ruh Kırılması diyorlar, sanırım bununla alakalı meditasyon yapıyorlardı Areler falan iyileşmek için.”

Torano kaşlarını çattı. Greece keşiş tapınağındaki meditasyonlarını hatırladı, bu şekilde daha iyi konsatre oluyorlardı ancak, yüzyıllardır meditasyon yapmamıştı. “Biliyor musun?” dedi Torano’ya bakarak.

“Siz ciddi misiniz?” dedi Torano şaşkın şaşkın onlara bakarken, Nickoy ile Greece’in ona ciddiyetle baktığını gördü. “Ben bir büyücüyüm tabi ki biliyorum. Bu arada lkiniz demek aynı fikirdesiniz dün gece size bir şey oldu herhalde. “

Nickoy kaşlarını kaldırdığı anda Gloria azarlayarak onu çağırdı. Nickoy ufak bir el sallayarak arabadan tencereleri çıkarmaya yollanırken Greece Torano’ya destek olarak biraz kamp alanından uzaklaştılar. İki adam omuz omuza yürürken Greece’in yüzünde o nadir gülümsemelerinden biri belirdi.

“Bu zamana kadar birçok büyücü cesedi taşıdım, ama canlısını taşıyacağımı hiç düşünmezdim.”

Torano bu söz üzerine biraz duraksadı, biraz tereddütle de olsa elini Greece’in omzuna attı. İki soğuk adam birbirlerine biraz olsun ısınarak, Meditasyon yapacakları alana doğru ilerlediler.



*****



Kayalıkların içerisindeki büyük bir labratuvar tesisindeydiler, Bu büyük Labratuvarın adına Kara El Mağarası denirdi. Yüz yıllar önce Evanir ile birlikte kurdukları o mağara... O zamanlar Evanir genç bir elfti her şeyini kaybetmişti. Üstad ile karşılaitığında aradığı sadece intikamdı. Uzun yıllar beraber çalışmış en sonunda Evanir’İn intikamı alınmıştı. Somduran’dan sonra en eski ortağıydı o ve şimdi onu kaybetmişti. Tabi ki bu Evanir’in ilk ölümü değildi bu ancak bu sefer onu geri getirecek yaşam enerjisini bulamayabilirdi. Üstad Valerion Somduran’nın ona hazırladığı ilaç ve güçlendirmeyle dolu, yatağında yatıyordu. Somduran mırıldanarak kopan metal kolunun artıklarını temizliyordu. Yan tarafındaki yatakta Brave Falcon yatmaktaydı baygındı yaraları iyişeltirilmiş bir şekilde dinlenmeye çekilmişti. Başında basit bir taburede onun başında bekleyen Bruno Boneball vardı. Fenrisi, Tark Kayle Glaroth’u özel güvenlikli hücresine götürmüştü.

Kendisinin zihni ise yüzlerce çark uzakta, Çiftçi Glean’ın zihinin içinde Evanir’in cesedine baktı. Üzüntüyle belinin kırıldığını fark etti. Bir an elini başına götürdü Çiftçi Glean’ın zihni derinliklede çığlık çığlığa haykırıyordu. Adamın zihnini tüm gücüyle bastırdı, mesafenin uzaklığı onun için bir sorundu yine de yakın bir kasabadan bu adamı getirmek saatlerine mal olmuştu. Uzun saatler sonunda gelebilse de neyseki savaş alanına dokunan olmamıştı Sadece De Vion’un uzağa giden ayak izlerini fark etti. Kısaca etrafa baktıktan sonra Eski dostu Evanir’in cesedini alıp geldiği atına bağladı sonra Myrcid’e doğru ilerledi.

İşte ilk büyük zaferi karşısındaydı, Kendini tanrı ilan eden, şirk koşak zındıklardan biri ölmüştü sonunda. Sözde Büyü Tanrısına doğru ilerlerken her adımında içindeki ateş körükleniyordu sanki. Sonunda cesedin başına vardığında, Myrcid’İn kafasının biraz daha uzakta olduğunu gördü. Myrcid’in kafası bir yerde bedeni başka bir yerdeydi. Bedeni incelemek için eğildiğinde bedeninin tuhaf olması dikkatini çekti. Önce kavrulmuş gibi gözüken derisinin sebebini aldığı hasarlardan zannetti ama Myrcid büyücüyle savaşmamıştı ki zaten hiçbir büyücü de Myrcid’i yenemezdi. Yine de kavrulmuş teni teni pul pul olup kabuk kabuk dökülüyor sanki sonbaharda yere düşüp solan yapraklar gibi rüzgarın etkisinde yavaş yavaş dağılıyordu.

Myrcid’in bedeninin bu şekildeki değişimini şaşkınlıkla izlerken gökyüzünde bir ışık süzmesi belirdi, ikili ışık sütunu halinde gökyüzünden iki varlık indi Myrcid’İn cesedinin başına. Üstad onların kim olduğunu tahmin edebiliyordu ancak Myrcid’in cesedinde bir tuhaflık olması onu derin düşüncelere itmişti. O yüzden yerinden kalkmadı.

Işık hüzmesiyle inen İki Tanrı haşmetle ilerlediler biri karanlık diğeri ışıktı sanki, Kedfith Turuncu saçları beyaz giysileriyle ilk göze çarpandı. Baş Tanrı azametle ortaya çıkmıştı, yüzü heykel gibiydi hiçbir duyguyu belli etmiyordu. Choros ise ile arkasında bir karanlık bulutuydu adeta karanlıklar arasında parlayan gözlerindeki kızıl ışıltı dışında yüzünde bir renk yoktu.

“Üstad Valerion.” dedi Kedfith sadece

“Beni hemen tanıdınız.” dedi Üstad Valerion çiftçinin bedeninden ayağa kalkıp tedbiren birkaç adım geriye doğru gitti.

“Elfin cesedini arabaya niye yüklesin başkası.” dedi Choros karanlık bir edayla

Üstad Valerion’un gülümsemesi genişlerken, Kedfith birkaç adım attıktan sonra, Üstad’a doğru baktı. “Myrcid’in cesedindeki tuhaflığı fark etmedin mi?” dedi sakince

Üstad Valerion’un gülümsemesi yüzünde donup kaldı, Kaşları çatıldı. “Gelmemi bekliyordunuz.”

“Evet.” dedi Kedfith, kollarını göğsünde kavuştururken. “Aslında Bekçiler gider gitmez cesedi almayı planlıyorduk ama Choros cesette bir tuhaflık fark etti.”

“Hiandar cesedi, soğur katılaşır ancak, bu şekilde pul pul dökülmez.” dedi Choros Myrcid’in sağlam olan eline doğru bir tekme savurdu, Myrcid’in eli bir kabuk gibi parçalara ayrılıp rüzgarda savruldu. Kolun parçalandığı noktaya doğru eğilip eliyle dokundu. “Gel bak, kullandığın bedenden bile hissedebilirsin ne kadar sıcak olduğunu.”

Üstad olduğu yerde kaldı gereksiz yere yaklaşmaya niyeti yoktu. Bunun bir tuzak olduğundan şüphelenmişti; “Bana onun gerçek Myrcid olmadığını mı söylüyorsunuz bu imkansız yoksa bekçiler-“

“Hayır, o gerçek Myrcid’di.” dedi Kedfith. “Ancak..

“Bir Hiandar değildi.” dedi Üstad Valerion şaşkınlıkla, “ Büyü özüne İridiuma bizden başka dayanabilen bir ırk var mıydı ki?” Biraz daha düşündükten sonra gözleri büyüdü. “V.R ‘nin İradesi adına, Tabi ya Ousaqlar.”

“Bu kabuğu da açıklıyor, Ousaq’lar öldüğünde bedeni içten bir alevle yanar kül olur.” dedi Choros cesedin etrafında kara bir bulut gibi dolaşırken. “Ancak bu kabuk yani Hiandar teni ona sonradan eklenmiş.”

“Hepinizi kandırmış öyle mi?” dedi Vaerion gülerek, “Bakın sizin küfrünüz sizi nasıl da buluyor.”

“Sadece bizi değil.” dedi Kedfith sert bir tonla “Myrcid, Hiandar konseyinin bir üyesiydi, seni de kandırdı Üstad Valerion.”

“ Yine de siz, bizim düşman ırklarımızdan birisine bizim ırkı katletme zevkini taddırdınız.” dedi Üstad Valerion öfkeyle, “ Ve gidip onu Büyü tanrısı yaptınız, layını buldu işte.”

“Bunu kim yapmış olabilir Üstad Valerion? Myrcid’i bir Hiandar haline kim getirebilir?” dedi Kedfith, Üstad’ın “Asıl bunu sormaya geldik buraya. Sen bu Irk projesini başlatan kişilerden biriydin, bunu ancak sen bilebilirsin.”

“Ouderbaque soyadı bir anlam ifade diyor mu?” dedi Choros araya girerek “Bekçi ona bu isimle seslenmiş.”

“Ouderbaque.” dedi Üstad, düşündü ama düşünmesi çok uzun sürmedi aklına eski öldürdüklerinden biri gelmişti. Eski bir dostuydu, ancak Hiandar ırkı için bir tehditti, Beraber aynı sıralarda ders görmüşlerdi. Ancak bu bilgiyi Kedfith’e vermenin yarar ve zararlarını hesaplıyordu, Nephilium’un bağlantıları hakkında burnuna kötü kokular geliyordu. Ancak Kedfith’lerden bilgi almak fena olmazdı. “Nephilium Ouderbaque, büyü kulelerinden yüksek bir büyücü. Işınlanma konusunda uzmanlaşmıştı, onu öldürmek oldukça zordu. Bağlantıları olması muhtemelen o da bir Ousaq’dı son kalanlardan.”

"Yücelerden Nephilium mi?” dedi Choros, şaşkınlıkla Kedfith’e baktı. “O adam ara sıra Muadlig’e gelirdi, hatırlıyor musun?”

“Hatırlıyorum.” dedi Kedfith kaşları iyice çatılmıştı. “Kimin yanına geldiğini de hatırlıyorum.”

“Kimin?” dedi Üstad Valerion

“ Antonio De Le Vaq’ın.” dedi sertçe

Üstad Valerion öfkeyle küfür etti. Aslında Tanrıların aralarındaki çekişme onun işine gelirdi ancak bu ismi duymaya dayanamıyordu. Antonio De Le Vaq, onun çok çok eski bir tanıdığı ve çok eski bir düşmanıydı. Nephilium ile birlikte olmaları da mantıksız değildi. Sonuçta Ruh Akademisinde kendisi ve Nephilium ile birlikte De Le Vaq’da vardı. Yine de bu adamın Hiandar konseyindeki Tanrıcıkların hayatındaki bir şekilde yer edinmesini sindiremiyordu.

“De Le Vaq demek kim demek biliyorsun?” dedi Kedfith, Üstad’ın küfürleri bittikten sonra
“Legistas mı diyeceksin? Evet bir zamanlar onun adamıydı ancak Legistas’ın o sefil hayatında yaptığı tek doğru şey De Le Vaq’ı öldürmesiydi, bu yüzden efendim ona güvendi.” Burada duraksadı, sinirlendiği için kontrolünü kaybettiğini düşündü ancak çok bir şey demediğini fark etti, ardından bakışları sertleşerek devam etti. “Siz V.R. ye karşı şirk koşanları bir araya getiren hep oydu sen Kedfith, Eos bölge savcısıyken seni merkeze aktaran kimdi yine De Le Vaq’tı. Sana hiçbir şey demiyorum zaten Choros! Bebekliğinden beri onu tanımanı geçtim, Yarı Hiandar olmana rağmen seni konseye sokan da oydu.

“Bütün gönderdiğiniz büyücüleri yenmiştim.” diye omuz silkti Choros, umursamazdı. “Yine de bak Yarı Hiandar’ım diye ortalığı kaldıracağınıza hiç Hiandar olmayanları konseye sokmamanız lazımdı.”

“Haklısın, De Le Vaq ile hepimizin bağlantısı vardı.” dedi Kedfith, “ Ancak, Antonio De Le Vaq bunu bir hücre sisteminde yaptı, gördüğün üzere kimsenin kimseden haberi yoktu.”

“Öyle mi?” dedi Üstad alayla, “ Baron Tusk’ı indirenler arasında, Son Hiandar konseyinin yarısı vardı Kedfith bana ne anlatıyorsun. Bağlantıları yokmuş.”

“Bir de De Le Vaq’ın oğlu var. Arturo.” dedi Choros sakince, “ O da Legistas’ın kıtasında, Myrcid ile de araları çok iyiydi, hatta birlikte babamı öldürecek kadar iyi. Bu işte Legistas’ın parmağı olduğu aşikar.”

“En büyük düşmanın biz değiliz Üstad Valerion.” dedi Kedfith, sebatla dikilirken. “Biz büyük bir katliamcıyız, doğru. Ölümü de hak ediyoruz bu da doğru, ama bütün bunları başlatan Legistas’tı. Tanrı fikrini ortaya atan da oydu.”

“Seni öldürmeyip yaşatmak isteyen de.” dedi Choros fısıltıyla,

Büyük Üstad’ın gözleri kısıldı, ancak Kedfith devam etti. “Seni öldürmek çoğumuzun kararıydı, bu karara ben de onay vermişti, Ancak o acı çekmen için hayatta kalmanı uygun gördü, ve çoğumuzu ikna etti. Yine de sen bir şekilde serbest kaldın ve bugün Justisar paramparçayken, Legistas hiçbir şey yapmadan olanları izliyor.”

“De Le Vaq’ın yanında büyüdüğümü söylemiştin, doğru.” dedi Choros, “ Ve o adam, düşmanlarını bile gereksiz yere öldürmemek gerektiğini, onlardan bile faydalanmak gerektiğini söyler dururdu.”

Üstad Valerion duraksadı öfkeliydi. “Ben kendi imkanlarımla çıktım o ölüm çukurundan, bin yıllar sürdü ama ben çıktım kimse beni çıkarmadı. Hele de Legistas.”

“Kibrinden kurtul Üstad Valerion.” dedi Kedfith, Myrcid’in cesedini gösterdi eliyle. “Legistas hepimizi kandırdı. Seni Konseyimiz Mühürledi ancak son ayarlamaları Myrcid, yaptı. Onun, senin zihnini kilitleyecek bir büyü bilmediğini mi söylüyorsun. Bütün bu olanlar onun planı Üstad Valerion. Senin intikam için hükümsüzleri çıkaracağını da burada büyük bir savaş başlatacağını da biliyordu ama kanayan hep Justisar oldu Üstad Valerion. Artık buna son vermek niyetindeyim.”

Üstad Valerion, yutkundu. Legistas gibi bir veledin ona bunu yapacağını düşünmek. Onu yerin altına gömerken ki kibir dolu kahkası kafasında çınlıyordu. Yine de emin olmadan kesin konuşmak istemiyordu. Çukurdan kurtulma anılarına bir göz atması gerekecekti anlaşılan. Zihnini boşaltarak kendini sakinleştirdi.

“Benden ne istiyorsunuz?” dedi sesi sakindi, “Size saldırmamamı mı?”

“ Hayır.” dedi Kedfith, “ Senden istediğim, bir Ruh herhangi bir bedene koyabileceğin bir Ruh.”

“ Ruh mu?” dedi Valerion şaşırmıştı. “Niçin?”

“Ruh Duvarını, neden yıktığını biliyorum.” dedi Kedfith sesi sertti. “Geçmişteki ölü Ruhları bedenlerine getirmek için bu sayede arkanda cesedini taşıdığın elfi defalarca geri getirttin. Ancak hatırlarsan sana orada Legistas da yardım etmişti.”

“Bunu nereden biliyorsun?” dedi Üstad bir anlık öfkeyle, ardından duraksayarak. “Are, demek her şeyi anlattı.”

“Evet, anlattı.” dedi Kedfith sakince, “Önemli olan bu değil. Benim senden istediğim bu gücünü Legistas’ın zaafını ortaya çıkarmak için kullanman.”

“Zaafı mı?” dedi Üstad Valerion, şüpheci bir biçimde.

“Niye kendi ilkdoğanlarından birini size yardıma gönderdi sanıyorsun.” dedi Choros elini çenesinde gezdirirken. “İşin ucunda sadece Bekçi öldürmek yoktu.”

“Ölümden geri getirmek istediği biri var.” dedi Üstad Valerion, gülümsemesini saklayamamıştı, bu Legistas’ı avcunun içine düşürürdü işte. “Kimmiş bu kişi?”

“ Bu kişiyi bilen, De Le Vaq’ın kare ası dışında bir tek ben varım.” dedi Kedfith, sakince “ Ve bugün onun yıldönümü, her yıl bugünlerde Legistas’ın odasına kapandığını duymuşsundur. İşte bilerek ben bugün onunla görüşme talep ettim. Bu özel gün onun dengesini sarsacak kuvvette.”

Valerion derin bir nefes aldı. Kedfith haklıysa bu onun için mutlak zafer demekti. Brave Falcon da onun avcuna aynı şekilde düşmüştü. “Karısı mı yoksa?” diye bir tahminde bulundu.

“Çocukluk Aşkı.” dedi Kedfith, “Hatta o kadar çok seviyordu ki onu, soyadı olarak onun adını seçti.”

“İlya.” Dedi Üstad Valerion, “ Öleli ne kadar zaman olmuş peki?”

“On sekiz binyıldan biraz daha fazla.” dedi Kedfith, “Biraz zor olabilir ama en sonunda onun ruhunu bulabileceğine inanıyorum. Öldüğünde yaşı on beşten küçüktü.”

“Bunu bana söylüyorsun çünkü…” dedi Üstad, Kedfith’in kafasındakini öğrenmek istiyordu.

“Söylüyorum çünkü haklı intikamını yönlendireceğin kişi biz değiliz.” dedi Kedfith

“Ayrıca Myrcid’İn ölümüne sebep olduğun için bir teşekkür diyebiliriz.” dedi Choros’a ardından
Kedfith’e dönerek. “Gitmeliyiz, Legistas ile buluşmamızın vakti yaklaştı.”

“Benim yaptığımı bana yapıyorsun Darihod Kedfith.” dedi Üstad Valerion, yüzünde çarpık bir gülümseme belirmişti. “Seni hafife almamak lazımmış.”

“Ben diyarımı kurtarmaya çalışıyorum.” dedi Kedfith, Choros o sırada yanına gelmişti. “ Bunun için yapmayacağım şey yok.”

Bunları dedikten sonra, Choros bir şeyler fısıldadı, sarı bir hare düştü tekrar gökten, onlar gökyüzüne doğru ilerlerken Üstad Valerion’un gülümsemesi genişledi. Zihninni kontrol ettiği çiftçiye cesedi, belli bir yere götürmesi için emir verdikten sonra, kendi bedenine döndü.
Kendi bedenine döndüğünde, Somduran’ın koluna pansumanı bitirdiğini, yeni mekanik bir kolu yerine taktığını gördü. Sağında yatan Falcon hala uyanmamıştı. Hızla doğruldu yattığı yerden Somduran ciyaklayıp geriye çekildiğinde sağlam olan yeşil gözü parlıyordu.

“Çabuk meditasyon odasını hazırla, Somduran.” dedi sertçe, “Yapacak önemli bir işimiz var, o zamana kadar geriye çekiliyoruz.”



***


Şaman Han uzun yolculuğundan sonra, Are’nin onu beklediği yere varmıştı. Are ve ekibi Greeceleri kovalarken Toran ile Aikroth’un onlarla konuştuğu yerde kamp kurmuştu. Girofil, bir süre sonra uyanmış, Are onun da bağlarını çözüp olanları anlatmıştı.

Şaman Han kampa vardığında şafak sökmek üzereydi, Yolculuk boyunca yine Mor Ruh onunla konuşmamıştı. Şövalye ile konuşmaları Şaman Han’ın kafasında dönüp duruyor bazı şeyleri anlamakta zorlanıyordu. Atından indiğinde onu sabah yeli karşıladı, yolculuk boyunca yıkımdan kaçan halklar görmüştü korkmuş ve çaresizlerdi. Üstelik hepsinin güvendiği adam oradaydı, çadırların ortasında meditasyon halindeydi. Sarı saçları sabah yelinde savruluyor, günün ışıkları onun parlayan tenine vuruyordu. Onun dışında kimse dışarda değildi diğerleri çadırlarına çekilmiş görünüyordu.

Yavaş adımlarla Are’ye doğru ilerlediğinde, Are gözlerini açıp ona doğru döndü, çabucak ayağa kalkmıştı. “Hoş geldin Han.” Dedi Şaman Han’ı kucakladı. “ Irak yollardan gelerek çorak topraklara su getirdin.”

Şaman Han gülümsedi, kucaklamayı karşıladı ama ancak Aren’in göğsüne kadar geliyordu boyu. “Senin olduğun yer, çorak değildir beyim. Eyvallah hoşbuldum.”

Are Şaman Han’ın omuzlarını tutarken, mavi gözlerinin içi gülüyordu. “Hep zamanında yetiştin bana, Han. Derdime derman, hastama ilaç oldun.” Bir an duraksadıktan sonra gülümsemesi daha da genişledi. “Ruh gücünde artmış, dediklerime çalışmışsın belli, Babamız seni boşuna seçmemiş.”

“Oldukça iyi.” dedi içindeki Mor Ruh, “Kendimi saklamama rağmen gücümü biraz hissediyor.”
Han bir an affalar gibi olduysa da, “Eyvallah.” dedi sadece.

“Gel otur, Yolculuk yormuş olmalı seni.” dedi sönmüş ateşin yanını gösterirken “Diğerleri de şimdi uyanırlar onlarla da tanışırsın. Hem eski bir dostumuz da geliyor onu da karşılarız.”
Şaman Han tereddütsüz oturdu yerine, Are’de oturacaktı ki uzaktan bir atlı geldi, atını dörtnala sürüyor gibiydi. Kısa sürede yanlarına geldiğinde atının burnundan kanlı köpükler boşanıyordu. Atlı yanıklar ve kesikler içerisindeydi üstü başı isti. Beyaz siyah saçları karışmış sakalının bir kısmı yanmıştı. Önlerine atıyla birlikte düştü. Şaman Han hızla kalktığında Are adamı atından yere düşmeden yakalamıştı bile.

“BOYABATLI!” diye kükredi,

“Beyim.” dedi Boyabatlı zorla konuşuyordu ama konuşması anlaşılırdı, “Başaramadım Beyim.”

“Dur konuşma daha fazla,” dedi Are ardından çadırlara bakarak kükredi “ELWİNG YETİŞ!”

“Öldüler Beyim,” dedi Boyabatlı gözlyaşları gözünde tomurcuklaşmıştı. “ Uyardım onları beyim, güneye gidin dedim, Öleceksiniz dedim, dinlemediler. Halkımız Ormanda çetindir beyim bilirsin. Bırakmadılar vatanlarını. Burada savaşarak ölürüz dediler ve öldüler beyim.”

“Kaçı?” dedi Are onunda gözleri sulanmıştı, ve giderek kızarıyordu.

“Hepsi beyim, hükümsüzlere senin adını söyleyerek saldırdılar.” dedi zor bela, o sırada Elwing ve diğerleri çadırlardan çıkmışlardı. Elwing hızla gelerek Boyabatlı’ya bir şeyler içirdi. Boyabatlı derin bir nefes aldı ilacı içince sonra Elwing bir şeyler mırıldanarak elleriyle Boybatlının vücudunu ovmaya başladı.

“Ben basit bir adamım beyim, bazı şeyleri söylemek haddim de değilse bağışlayın ama benim gibi sıradan bir adam bunları görmemeli beyim.” dedi gözyaşları yanağından süzülüyordu. Are olduğu yerde kaskatı kesilmişti. Şaman Han, burnunu çekti adamın çaresizliği karşısında ağlamamak için zor tutuyordu kendini, yanına gidip omzunu tuttu.

“Yapacağın bir şey yoktu Boyabatlı.” dedi sesi titreyerek.

“Vardı Han’ım.” dedi Boyabatlı ona baktı gözbebekleri yaşlardan bulanıklaşmıştı. “O hükümsüzü alnının çatısından vuramadım. Onların uşaklarından birini yakalayabilirdim, yakalayamadım. Fuena Hanımı kurtarabilirdim yapamadım. Beceremedim Han’ım.”

Elwing, Boyabatlıyı iyileştirirken Are’nin koluna dokundu, Boyabatlı’ya bakarak başını olumsuzca salladı. Are şaşkınlıkla döndü gözlerinde biriken yaş ani bir hamleyle kurtuldu.
“Hayır.” dedi Elwing’in yakasına yapışarak. “Sen yaparsın, Justisar’ın en iyi şifacısı sensin.”

“Çok kan kaybetmiş susuz kalmış.” dedi Elwing “ Ama onu öldüren bu değil, boğazındaki buz yanığı, çiğerlerini mahvetmiş.”

“Dughia…” diye hırladı Are ancak araya Boyabatlı girdi.

“Beni affedin Beyim.” dedi Boyabatlı, “Size söyleyecek bir sözüm daha var idi. O buz tutan Hükümsüz bana şunları dedi Beyim hatrımda kalanı söyleyeyim sana; “ Beyine git, eğer savaşçının yüreğine hala sahipse, kılıcı nasıl doğrulttuğunu hala hatırlıyorsa kör avluda. İster kendisi, ister ona emir veren babası Aikroth isterse ikisi birden, ilk kanın döküldüğü yerde, masumun hakkına girildiği gecenin yıldönümünde benim karşıma çıksın. Bunları dediydi beyim. Unutmayayım diye yol boyu tekrar ettimdi. Umarım bir derde deva olur.”

Are Boyabatlının diğer omzunu kavradı “Eyvallah Boyabatlı, ama dur hele seni iyileştirelim uzun uzun konuşuruz.”

“Ecel kapıyı çaldı beyim gitmez artık. Affedin.” dedi Boybatlı “Ben basit bir adama göre yaşlı biriyim beyim, evvel anamı babamı sonra karımı, oğullarımı en sonunda da halkımı toprağa gömdüm. Şimdi sıra bizdedir.”

“Boyabatlı.” dedi Are sesi çaresizlikten titriyordu.

“Üzülmeyin Beyim.” Dedi Boyabatlı hafifçe gülümseyerek. “Ben eninde sonunda ölecek basit bir insanım sadece, siz nice ölüm gördünüz beyim, beterleriyle yüzleştiniz. Bana da gayrı bu kısa hayatımda sizinle cenk etme talihi düştü.”

“Sen insanın gönlünün bam teline dokunuyordun Boyabatlı,” dedi Are, “Ne talihsiz gecelerin sonunda senin tavsiyelerinle ayakta durdum ben, öfkemin ateşini söndürdün kaç gece, İhanetlerle hesaplarla geçen ömrümde sen kendindin be Boybatlı. Olmasaydı, olmasaydı böyle, seni o zalimlere kurban vermeseydim.”

“Eyvallah Beyim.” dedi Boyabatlı gözlerinin feri sönüyordu artık, Elwing’İn de yapacak bir şeyi kalmamıştı. Derin bir nefes aldı. “ Benden razı mısın Beyim?”

Are elini alnına koymuş gözyaşları sel olmuş akıyordu. “Razıyım elbet. Ya sen?”

“Haddim değil bunu söylemek ama ben de razıyım Beyim.” dedi Boyabatlı gülümseyerek son nefesinde “Ben de Razıyım.”

Bunu dedikten sonra son nefesi dışına çıktı Boyabatlının, Şaman Han gözlerinden yaş süzülerek Boyabatlının cansız bedeninin üzerini kapattı. Elwing ve o sırada dışarı çıkmış Robben ile Girofil şaşkınlıkla iki ağlayan adama bakıyorlardı.

O sırada Şaman Han’ın zihninin derinliklerindeki Antonio De Le Vaq düşünüyordu.

“Dughia, Denizci çocuk. Etti altı.”

Devam Edecek....
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 20: Geleceğin Temelleri

İyi okumalar..


Are, Boyabatlının mezarının başına, onun okunu ve yayını sapladı. Birer birer dostları toprağa düşerken, kendisinin giderek yalnızlaştığını fark etti sessizce. Arkasındakiler hazırlanmış onun hareket etmesini bekliyorlardı. Dughia’ya olan öfkesi giderek artmaktaydı, önce Elrohir’i ondan sonra Ared halkını, şimdi de Boyabatlıyı öldürmüştü.

Kılıcı nasıl doğrulttuğunu hala hatırlıyorsa kör avluda… Hatırlıyordu, O kadar uzun zaman olmuştu ki, On bin yıl, belki de biraz daha fazla, Dughia’yı ilk kez gördüğü an, o andı. Üstü çıplak atkuyruklu saçlı kaslı bir Hiandar’dı. Belinde bol bir pantolon kılıç kemerinde ise iki korsan palası asılıydı.

On Bin beş yüz yıl önce…

Vasgondag Tepeleri, Irk Akademisi.

“Bu gün Hocanız, Aikroth’un işi olduğu için dersinize ben katılacağım. Ben Dughia, Imre doğumluyum Haindar Deniz Kuvvetlerini yönetiyorum.”

Konuşup bunları söyleyen Hiandar’a bakan Akademi birinci sınıf öğrencileri derin bir nefes aldılar, çünkü Aikrorth’un dersi genelde zor geçerdi.

“Bugün dayak yemeyeceğim çok şükür.” dedi Are sevinçle, genç yüzü parlıyordu Yeni gelen bu adamı oldukça merak ediyordu belli ki “ Bu ikizler her bir şey beceremediğinde kabak benim başıma patlıyordu nedense.”

“ Senin gibi iki metre bir savaşçı olmadığımızdan olabilir mi?” dedi Simarios Snaga sakalsız yüzü hoşnutsuzlukla çarpılmıştı. “Bizim burada ne işimiz var zaten anlamıyorum?”

“Büyüsel güçler iptal edildiğinde ölmemen için.” dedi Elrohir bakışları hala Dughia’daydı “ Şimdi kesin sesinizi de dersi dinleyelim.”

“Buraya niye kör avlu deniyor biliyor musunuz?” dedi Dughia gülümseyerek cevap gelmeyince eliyle bir işaret yaptı etraftaki mekanizmalar çalışmaya ve bulundukları alanın çatısını kapatmaya başladı. Çatı kapanırken gölgeler büyüyordu, “ Alana yayılın. Unutmayın savaş bir avantaj ve dezavantaj oyunudur. Ne kadar dezavantajınızı avantaja çevirirseniz düşmanınızı o kadar kolay yenersiniz.”

Akademi birinci sınıf öğrencileri, on bir kişiydiler. Geleceğin ilkdoğanları alana yayıldıklarında, çatı tamamen kapandı, kör edici karanlıkta kaldılar. Tam Karanlık çöktükten bir süre sonra Dughia’nın sesi yükseldi.

“Aranızda bazılarının ırksal avantaj olarak karanlıkta gözlerinin görebildiğini biliyorum.” dedi Dughia o sırada gözler tam karanlığa alışmışken, bir ışık parlaması hepsinin gözlerinin önünde patladı, Akademi öğrencileri ani ışık değişiminden gözleri geçici olarak göremezken. İlk darbe Archiond’a geldi.

Dev iblis karanlıkta yuvarlanırken küfürler savurdu. “Düşman sizin, hazır olup olmadığınızı önemsemez saldırır. Gözleriniz yoksa diğer duyularınız var onları kullanın.”

İkizler, yanyana gelip güç bela büyü kalkanı oluşturdular, Elrohir olduğu yerde otuz saniye bekliyor sonra başka yere doğru ışınlanıyordu. Elwing kendisini sarmaşıkların arasına gömmüştü. Endimiyon kılıcını çıkarmış hevesle doğrultmuştu.

“Buradayım gel bekliyorum. Güçlü bir şekilde vur bana.” derken iki de bir de sağa sola doğru dönüyor sürekli pozisyon değiştiriyordu. Tessia toprağın altına girip ortadan kaybolmuştu. Balık adam ve Balık Kadın olarak bilinen Squash ile Delinda kendilerini su balonun içine hapsetmişlerdi. Romeric ise ellerini kaldırmış kendisinin iki metre etrafında havada dönen bozuk paralar yerleştirmişti. Archiond yediği darbenin etkisiyle karnını tutuyor ayağa kalkmaya çalışıyordu. Are ise hızlı bir şekilde bağdaş kurmuş, meditasyona geçmişti. Etraf ne kadar karanlık olursa olsun, Ruhların ışıkları hep parlaktı.

Ruh Meditasyonuna geçtiğinde Dughia’nın açık gri ruhunun, Romeric’in koyu gri ruhuna dizinini geçirdiğini gördü. Romeric uzaklara doğru savrulduğunda, İkizlere doğru yöneldiğini gördü, hızlı bir şekilde Ruh enerjisini bacaklarına aktararak oraya doğru sıçradı.

Hızlı bir şekilde ona doğru yumruğunu savurduğunda, Dughia’nın yumruğunu durdurduğunu fark etti. Ardından bir parmak şıklatılması duyuldu. Işıklar açıldı. İkizlerin tepesine inecekken, Are’nin Dughia’yı durdurduğunu fark ettiler.

“Helal sana!” diye kükredi Archiond, yumruğunu sallarken.

“ Sen dışında kimse saldırmayı düşünmedi, hep savunmadaydılar.” dedi Dughia gülümsüyordu. Are’nin elini bırakarak omzuna hafifçe vurdu. “ Savaş pozisyonlarında daima düşmanın beklemeyeceği hamleler yapın. Sizi karanlıkta bırakan düşman sizi savunmaya zorlayıp tek tek avlayacaktı benim yaptığım gibi ama Are bunu kırarak saldırdı ve düşmanın dengesini bozdu.”

“Are sizi ruh gücü sayesinde gördü.” dedi Elrohir itiraz ederek, alnı ter içindeydi ışınlanmaktan yorulmuştu anlaşılan. “Bizim böyle bir gücümüz yok, bunu yapamazdık.”

“Ama Are’nin böyle bir gücü olduğunu biliyorsun, onunla birlikte bir plan yapabilirdin.” dedi Dughia “ Hepinizin farklı alanlarda güçleri ve zayıflıkları var, yalnız savaşırsanız kaybedersiniz. Siz geleceğin Tampon bölge liderleri olacaksınız, birlikte olmazsanız Arkonlar sizi yok eder.”

Ardından derin bir nefes alarak el işareti yaptı, Kör avlunun çatısı açılmaya başladı. “ Bugünlük dersiniz bu kadar, Are’ye 20 puan veriyorum. Sıradaki dersinize geç kalmayın.”

“Teşekkür ederim hocam.” dedi Are gözleri ışıldayarak, Dughia onun omuzuna hafifçe bir kere daha vurduktan sonra çıkışa doğru uzaklaştı.

“Çok iyi hamleydi oğluuum.” dedi Archiond Are’nin başını omzuna sıkıştırarak 3 buçuk metrelik boyuyla akademi de bunu yapabilecek tek kişiydi. “Az daha vuruyormuşsun adama.”

“Keşke bana da vursaydı.” dedi Endimiyon mor saçlarını düzeltirken, “Kendimi denemiş olurdum.”

“Gerizakalı ya! Sana da vursaymış, Romeric’e baksana.” dedi Simarios gevrek gevrek gülüyordu.

Romeric, perişan halde avlunun bir ucunda yatıyor, Elwing ile Delinda başında onu kaldırmaya çalışıyordu. Are, Elwing’i Romeric’in başında görünce homurdandı, ancak bugün keyfini hiçbir şey bozamazdı.

“O değil de.” dedi Elrohir bu sırada çıkışa doğru yürüyorlardı. “Biz karanlıkta göremezken o nasıl karanlıkta görebiliyordu?"

“Ne önemi var şimdi? Yara bere almadan atlattık işte.” dedi Simarios, “Her şeye bir kulp bulacak illa sıradaki ders ne Rubingard.”

Rubingard çantasından ders programını çıkarıp baktı o da ikizi gibi tıraşlı ve gençti. “ Numerik Sistemler.”

Archiond gözlerini devirdi, Are’nin de yüzü ekşimişti, Bunu gören Tessia ikisine de ters ters baktı. “Siz ikiniz yine dersten kaçıp kilerde içmeyeceksiniz değil mi Archiond?”

Archiond bir an Are’ye sonra da Tessia’ya baktıktan sonra kekeledi, “N- Nerden çıkarıyorsun bunları. Tabi ki gireceğiz değil mi Are, biz ders kaçırmayı sevmeyiz.”

Are bir an Archiond’un kızarmış mor suratına baktıntan sonra kahkahalarla sırtına vurdu. “ Hadi yürü, yürü. Gidelim şu derse.”

Ve Genç ilkdoğanlar, kahkaha ve gülümsemelerle sıradaki derslerine ilerlediler.


Are, geçmişin anılarından sıyrıldığında, yüzünde bir gülümseme vardı. O zamanlar hepsi ne kadar masum, ne kadar da mutluydular. O sınıftan çıkış anında yanında bulunan nerdeyse herkesin ölmüş olması, onun canını o kadar acıtıyordu ki. Üstelik bu ölümlerin bir kısmını yapan adamı ilk gördüğünde ne kadar çok sevdiğini hatırlayınca…

Şimdi o sevdiği öğretmeni, onunla savaşmak istiyordu kendisi de intikam almak ancak kör avlu ona intikamı değil, Dughia’nın ilk dersini hatırlatmıştı ona. Düşman savunmanızı istiyorsa saldırın, saldırmanızı istiyorsa da savunun ve bunu birlikte yapın. O gün onlara bunu öğretmişti Dughia, geçmişte sevdiği öğretmeni o zaman haklıydı. Şimdi o savunacak yeni dostlar bulacaktı kendine gidenlerin yerini tutmazdı elbet, ancak yine de yalnız olmaktan iyiydi.

Boyabatlının mezarına dokundu bir avuç yeni kazılmış toprağı sıktı ve ayağa kalktı. “Hoşcakal dost, şimdi bize ileriye gitmek düşer. Lebeauf uyan.”

Sislerin içerisinde, Arenin büyük kara ayısı belirdi, Ayısının sırtına atlayan, Are yanındakilere seslendi. “Gidelim, bulacak dostlarımız savaşacak düşmanlarımız var.”


*******


Ared Ormanı, alevlerin çıtırtısıyla inliyordu. Etraf kızıl bir gölgeyle boyanmıştı sanki. Alevlerin ortasındaki açıklıkta iki silüet bir gölge gibi bir biriyle çarpışıyordu. Dughia’nın öfkeyle dolu saldırılardan sonuncusunu, Wildor koluyla blokladığında Dughia kaşlarını çattı.

Wildor’un bandajla sarılı kolunun altında siyah demirden yapılma bir zırh vardı, Dughia onu gücüyle geriye doğru itmeye zorlarken Wildor dimdik bir şekilde Hükümsüzü geriye gitmeye zorladı. Hükümsüz, Legistasın havarisinin gücüyle geriye doğru eğilirken, kılıcının üzerinde buzlar belirlemeye başladı.

Wildor Buzları görünce hızlı bir sıçramayla geriye çekildi, ancak Dughia kılıcını ona doğru savurarak sivri buz parçalarını ona doğru gönderdi. Wildor çevik hareketlerle buz parçalarından sıyrılarak son buz parçasına bir döner tekme savurarak Dughia’ya geri gönderdi.
Dughia ona gelen buz parçasını kılıcıyla parçalarken Wildor’un yumruğu yüzünde belirdi.

“Arzın Yumruğu.” dedi Wildor kolundaki metalde mavi bir ışık belirdi ve yumruğunu tüm gücüyle Hükümsüze geçirdi. Dughia’nın burnu büyük bir çatırtıyla kırılıp yön değiştirdi ve darbenin etkisiyle alevlerin arasına doğru uçtu.

Wildor yumruğunu indirdi, yumruğundaki kan damlaları toprağı sularken, Akirama’ya doğru baktı. “Hala saldırmayacak mısın?”

Akirama sağ ayağını geriye doğru atarak mızrağını önüne çevirdi, ardından öne doğru eğildi. Kızıl saçları, yüzünün parçalanmış olan tarafını örtüyordu. Mızrağının ucu ateşe tutulmuş gibi kızıl bir hale büründü.

“Pars Lejyonu.” dedi Wildor gözlerini kısarak.

“Seni biz yakalamıştık.” dedi Akirama yüzünde gülümseme yoktu. “ Henüz ağaçta bir maymunken…”

“Yirmi kişiyle.” dedi Wildor o ise gülümsüyordu,

Akirama, ise bu konuşmaya, hızlı bir mızrak savuruşuyla cevap verdi. Wildor, hızlıca saldırıdan kaçtığında, bir diğer saldırı geldi ardından diğeri, sonra bir diğeri. Her saldırıda mızrağın ucundan kıvılcımlar çıkıyor, Akirama Mızrağını gerideki eliyle hızla döndürerek saldırının yerini son anda değiştiriyordu. Wildor darbeleri zorlanmadan savuşturuyor ancak saldırmıyordu, bu saldırıların tuzak olduğunun bilincindeydi.

Ancak Akirama’nın saldırılarının hızı kademeli olarak artmaya başlamıştı, Wildor bir iki adım geriye doğru çekiliyor mızrağın Wildor’un korumalık kol zırhına çarpan metalik sesi ortalıkta çınlıyordu. En sonunda Wildor, mızrağın bir hamlesini boşa çıkarttıktan sonra saldırıya geçti.
Akirama sırıtarak mızrağını geriye çekip ters tarafını savurdu. Savurduğu alanın arkasından bir alev sütünü yükseldi, Wildor saldırısını keserek havada bacaklarını yüz seksen derece açarak bu saldırıdan kurtuldu. Ardından havada takla atarak döner tekmesini Akirama’nın göğsüne geçirdi, Akirama bir iki metre geriye savurulurken Pençeli bir el Wildor’un kafasını havada yakaladı.

“Seni kibirli böcek.” dedi Mavi Ruh Aurası etrafını sarmış gri metalik pullu dev gibi Naga’ya (bir iki ayağının üzerinde durabilen dev timsaha) dönüşmüş olan Dughia, ayaklarının altında taziyik ile püsküren suyla şimşek gibi bir hızla gelmişti.

Geldiği gibi bir hızla, Wildor’un kafasını sertçe toprağa gömdü, toprak yarılarak içine göçtüğünde Dughia’nın Wildor’u tutan kolu birden buz kesti ancak Wildor’un elleri serbestti.

“ Arzın Çifte Yumruğu.”

Wildor’un yumrukları Dughia’nın böbreklerinin olduğu yere doğru indi. Dughia geriye doğru savurulduğuna, Hükümsüz’ün buzu Wildor’un yanaklarında ufak bir iz bırakabilmişti ama yüzü kan içindeydi, saçları dağılmıştı.

Akirama vakit kaybetmeden Mızrağında İnce alev çizgileriyle saldırdı, Wildor Mızrağın saldırış anında hızla sıçrayıp Akiramayı bacaklarıyla boynundan yakaladı. O sırada Dughia Buzdan pençeleriyle saldırıya geçtiğinde bir takla atarak Akirama’nın kafasını yere çakıp saldırıyı savuşturdu.

Wildor elinin tersiyle yüzündeki kanları sildikten sonra, Akirama alevlere bürünmüş vücuduyla ayağa kalktı derisi pullanmış Salamender’e dönüşmüştü. Yanında Dughia ise Buz tutmuş bir Nagaydı sürüngen kıtasının efendilerinden ikisinin karşısındaydı artık.

“Tüm güçlerinizi gösteriyorsunuz demek.” dedi Wildor sırıtıyordu dişlerinde kan vardı.

“Güçlenmişsin.” dedi Dughia nefesinde buz vardı. “ O saldırımdan sonra Bazı Tanrılar hayatta kalamazdı.”

“Güçsüz kıtalar ve onların güçsüz Tanrıları.”

Dughia alaycı bir hıh sesi çıkardığında Akirama mızrağını yukarıya doğru kaldırdı ve çevirmeye başladı, “ Ancak unutma biz iklimleri değiştirebiliriz.”

Mızrağın etrafındaki alevler gökyüzünü kapladığı anda, Dughia diz çökerek buza dönmüş kılıçlarını yere sapladığında bir buz dalgası etrafa yayılmaya başladı. Gökyüzünden alevler, yerden de buz ona doğru ilerlerken Wildor da çöktü ve birden hızlı bir adımda bir ağaçta sonra diğer ağaçta belirdi Bazen alevlerin arasından bazen de buz kaplı yerlerden geçiyordu. Her bir sıçrayışında öncekinden daha da belirsiz hale geliyordu silüeti. Dughia ile Akirama gözleriyle ona doğru bakıyorlardı ama giderek fark edilmez bir hale geliyordu. Dughia ile Akirama doğru düzgün bir tepki veremeden şimşek gibi bir hızla saldırdı Wildor.

“Arş Pençesi.”

Saldırısı Dughia’nın sağ tarafından yakalayıp orayı parçaladı. Dughia şaşkın bir şekilde belinin oraya bakarken. Wildor, hafif yanık ve buz izleriyle Dughia’nın arkasında duruyordu, Bacaklarındaki cüppe parçalanmış, aynı ellerindeki gibi bacak koruma zırhları ortaya çıkmıştı ve mavi bir şekilde parlıyordu. Yere bastığı toprak darbenin etkisiyle göçmüştü, elinde Dughia’nın böbreği vardı. Ellerinin arasından çıkmış olan böbrek ve ona bağlı damarlardan yere kan damlıyordu. Akirama şaşkınlıkla bir Wildor’a bir Dughia bakarken. Dughia, sertçe yutkunurken hala ayaktaydı ve yarasının olduğu yer buz kaplanmaya başlamıştı.

“Güçsüz kıtaların güçsüz Tanrıları.” dedi Wildor tekrar elindeki Dughia’nın böbreğini önlerine attı, ardından Akirama tepki veremeden hızla alevlerin arasına dalarak uzaklaştı. Wildor alevlerin arasında kaybolduktan sonra, Dughia dizlerinin üzerine çökerek kan kusmaya başladı.

Akirama hızlı bir şekilde Dughia’nın koluna girdi, yerdeki böbreğe bakarken. “ Anlaşılan en kısa zamanda tüm mühürlerimizi öldürmemiz gerekecek.”

Bu sırada Wildor bir süre ilerledikten sonra ormanın çıkışındaki büyük bir çınar ağacına ulaştı. Üstü başı alev ve buz yanıkları içindeydi. Yüzündeki kanlar kurumuş, mavi teninde mor lekeler oluşturmuştu. O anda, çınar ağacının yanında metalik parmaklar belirdi etraftaki hava titreştikten sonra ağacın altında iki silüet belirdi.

İlki kahverengi uzun palto girmiş, orta boylu ince keçisakallı yakışıklı bir adamdı siyah saçları geriye doğru taranmıştı. Parmaklarının metal olması dışında sıradan bir insandan farkı yoktu. Metal parmaklarının arasında altın renkli bir bozuk para sürekli dolaşmaktaydı.

“Bunu oradan çıkarmaktan çok zorlandım.” dedi alayla arkasında duran Fuena’yı göstererek. “Bütün Ormanı yakmaya ne ara karar verdiniz?”

“Hükümsüzlerden kaçarken Fuena’yı en uygun yere bırakıp daha önceden oraya koyduğum sahte bir cesedi taşıdım Romeric.” dedi Wildor ters ters, “Senin için daha ne yapabilirim?”

“En azından ilizyonda bıraktığım yerlerden birine koymuşsun. Bu da bir şey.” dedi Romeric, ardından Fuena’ya baktı. “İyi iş çıkardın Fu, Efendi Legistas bundan memnun kalacaktır.”

Fuena başıyla onayladı, “Şimdi, efendi Legistas benden isteği ne?”

Wildor, Fuena’ın tepesinde dikildi Arkalarındaki Ormanın alevleri geceyi aydınlatırken, Wildor korkutucu görünüyordu. “ Are’nin sadık bir adamı olarak onun yanına gideceksin. Efendi
Legistas Kedfith’in ne planladığını öğrenmek istiyor.”

“Ama benim Dughia tarafından yakalandığımı biliyor olmalı.” dedi Fuena renkli gözleriyel Wildor’u süzerek, “ Benim birden ortaya çıkmamdam o bile şüphelenecektir.”

“Üstad Valerion’un adamlarıyla saldırdığını söyleyeceksin tatlım.” dedi Romeric en çekici gülümsemesiyle, “Hükümsüzlere ağır hasar verdiğini ve kaçtıklarını söyleyeceksin. Bu kargaşada ise can havliyle kaçtığını belirteceksin.”

“ Üstelik Üstad tarfından bile yaralanacak kadar güçsüz olduklarını da belirt.” dedi Wildor küçümsemeyle iç çekti. “Aslında Are ile dövüşmeyi de çok isterdim bu beni çok kesmedi.”

“Kesmedi mi?” dedi Romeric gözlerini devirirken “Kulağından kan sızıyor eski dostum. Neyse, Efendi Legistas sana güveniyor Fu, bu görevi de başaracağından emin.”

“Unutma.” dedi Wildor kulağından akan kanı silerken “Her şey bittiğinde efendi Legistas senin için gerçek Sendar’ı kuracak.”

“Bu arada gitmeden” dedi Romeric, cebinde süssüz taş bir yüzük çıkardı ve kızın avcuna tutuşturdu bir yandan da göz kırpıyordu. “Görünmezlik yüzüğü öncekini kaybetmiştin canım, bu sefer daha akıllıca kullanırsın umarım.”

İki Havari bunları dedikten sonra, birden bire ortadan kayboldular. Fuena Ared Ormanının kıyısında karanlık içinde yalnız kaldı. Avcundaki yüzüğü sımsıkı tutarak, kuzeye Are’nin olabileceği yere doğru baktı. Hedeflerini gerçekleştirmek için bunu yapması gerekiyordu.

Yoksa Sendar asla tekrar kurulamayacaktı.


****

Uzun kayalıklar arasında küçük bir adadaydılar, Lidertiar ile Justisar arasındaki engin denizin ortasında bulunan bu ada, kıtalar arası Tanrıların görüşme alanıydı. Küçük ada çıplaktı, sadece tam ortasında taştan bir masa ve iki ucunda da taştan sandalyeler vardı. Zaman bu taştan sandalyeleri yıpratmış ve yosunlandırmışsada hala sapa sağlamdı.

Şimdi bu kadim taşların üzerinde iki kıtanın baş tanrıları oturuyordu. Legistas her zamanki gibi siyahlarını giymiş gümüş bir broşu boynuna takmıştı. Saçları gün ışığında parlayan bir siyahtı gözleri de öyle ellerini masanın üzerinde birleştirmişti. Kedfith ise kıpırtısızdı ve beyazlar içindeydi. Rüzgar, kıvırcık turuncu saçlarının içinden geçiyor ancak onları bir santim bile kımıldatamıyordu.

Legistas’ın arkasında, Legiando ile Arturo duruyordu. Leginando şapkasını önüne çekmiş Mor paltosu rüzgarda savururken, Arturo arkadan topladığı saçlarından tel tel rüzgarda savururken gözlerini Kedfith’e dikmişti. Kedfith’in arkasında ise karanlık bir bulut halinden sıyrılmış, siyah cüppeli kızıl gözlü Choros duruyordu. Onun ise gözü Arturo’ya dikilmişti.

“Kedfith.” dedi Legistas, sesi buyurgandı. “Benimle görüşmek istemişsin?”

“Buraya Hükümsüzler ve Üstad Valerion ile savaşımızı ve Myrcid’in ölümünü anlatmaya geldik.” Dedi Kedfith ancak gözleri Arturo’ya doğru kaydı. “Ancak belli ki bu haberi almışsınız. Yoksa Arturo burada olmazdı.”

Arturo bir adımını ileriye doğru attı, Ancak Legistas kolunu sertçe kaldırdığı zaman durdu.

“Gökyüzünde büyüyle oluşturduğu Takımyıldızının silinmesi bize bu bilgiyi verdi evet ancak detayları bilmiyoruz, Arturo da bunu öğrenmek için burada.”

Choros bu cevap karşısında pis pis sırıttı, ancak konuşmadı, Kedfith tepkisiz bir sesle
“Hududunu aştığı gerekçesiyle, Hududun Bekçisi tarafından öldürüldü, ancak bunun olmasını Üstad Valerion sağladı.”

“Üstad Valerion’un kaçtığını biz de duyduk.” dedi Legistas eliyle kaşını düzeltirken, “ En son kuzeyde Ruh Duvarı meselesinde ortaya çıkmıştı.”

“Ve bundan bize bahsetme gereği duymadınız.” dedi Kedfith sert bir sesle,

“Yaşlı güçsüz bir adam o Kedfith.” dedi Legistas “Bu diyarda attığı her adım onun için geçmişin yıkıntılarında dolaşmak demek, açıkçası onun için daha mükemmel bir ceza düşünemezdim.”

“ Yine de söylemeliydiniz.” dedi Kedfith sesi giderek sertleşiyordu, “Bu ihmaliniz, Myrcid’in ölümüne sebep oldu.”

“Hayır, bu ölüme görünüşe göre asıl sizin ihmalkarlığınız ve Myrcid’in kibri sebep oldu.” dedi Legistas, öne doğru eğildi bakışları sertleşmişti, “Burası mahkeme değil Kedfith, ben de sanık değilim. Buraya gelmenizin sebebinin yardım istemek olduğunu düşünmüştüm beni sorgulamak için değil.”

“ Üstad Valerion’un basit bir adam olmadığını ikimiz de biliyoruz Legistas.” dedi Kedfith sesinde taviz yoktu. “Bu adam, Hükümsüzleri mühürlü yerlerinden çıkardı ve dolaylı ya da dolaysız olarak İlkdoğanlarımızı öldürdü. Şimdi de Myrcid’i öldürdü ve sıradaki kim olacak sence?”

“Beni mi kast ediyorsun.” dedi Legistas sırıtarak geriye doğru yaslandı. “Gelsin, ben bu ihtiyar Hiandar artığına değil Tanrı değil İlkdoğan, sıradan bir askerimi bile öldürülmesine izin vermem.”

“ Benim oğlum öldürüldü Legistas! Elrohir öldürüldü.” dedi Kedfith masa sertçe vurarak, masanın Kedfith’ten tarafı eriyik halde yere düştü. “Bunun şaka olduğunu mu sanıyorsun? Hükümsüzler senin kıtanda serbest kalsaydı, yine aynı şeyleri mi söyleyecektin.”

“Sana, en geniş kıtayı, en çok Hiandar konsey üyesini, en çok ilkdoğanı verdik.” dedi Legistas ellerini masaya sertçe koyduğunda Masanın kendi tarafı ezilerek parçalandı, etrafın ağırlığı giderek artıyordu. “Önce Glaroth kıtasını yönetemedi devrildi, şimdi aynısı senin başına gelmeye başlayınca suçu bana yüklemeye kalkıyorsun. Sen önce suçu kendinde ara oğlummuş! Deney tüpünde sana hizmet etmek için oluşturulmuş bir yaratığa oğlum diyip barına basacağına ona daha güçlü olmasını öğretseydin de o da ölmeseydi.”

Kedfith öfkeyle ayağa kalktığında, Legistas karşısına dikildi, aralarındaki masa parçalanmıştı artık, iki güçlü tanrı birbirlerine öfkeyle bakarken, ikisinin omzunda da bir el belirdi. Arturo De Le Vaq, ikisininde yanına gelerek omuzlarından tutmuştu.

“Sakin olun.” dedi Arturo, sesi üzgün görünüyordu. “Buraya çözüm üretmek için geldik, savaşmak için değil.” dedi Kedfith’e bakarkak ardından Legistas’a döndü. “Ve Myrcid’in intikamı alınması gerekiyorsa biz de üzerimize düşeni yapacağız.”

Legistas ters ters Arturo’ya bakarken yerine oturdu. Kedfith bir süre ayakta kaldıktan sonra o da yerine oturdu, Arturo’ya bakarak konuştu. “ Üzgünüm Arturo, Legistas bir açıdan haklı Myrcid’i korumalıydık ancak başaramadık.”

“Valerion hakkında da sen haklı olabilirsin.” dedi Legistas, elini saçında gezdirirken Kedfith’e doğru “ O ihtiyar böceğe olan nefretim o kadar fazla ki bazen onun yapabileceklerini göz ardı ediyorum.”

“Bir de Üstad Valerion dışında Hükümsüz sorunumuz da var.” dedi Choros, Kedfith’in arkasından, “Üstad Valerion onları çıkararak üstümüze saldı, onlar da halklarımızı yok ediyor ve ne yazık ki İlkdoğanlarımızı.”

“Savaş desteği isteseydiniz, bunu önce kendiniz yapardınız yani bizzat kendiniz savaşırdınız.” dedi Legistas, sorarcasına onlara bakarak, “Ne istiyorsunuz peki?”

“Myrcid’in savaşı, Justisar’ın bir ülkesini nerdeyse kullanılmaz hale getirdi.” dedi Kedfith, “ Eğer biz savaşırsak, ancak küllerin tanrısı oluruz. Bizim istediğimiz sizin İlkdoğanlarınız, Ayrıca Glaroth’da boş durmuyor, Thengular ve Arkonlardan bir ordu oluşturdu, Justisar’da bu savaşı kazanabilecek bir şey yok. Üstad 'da Hükümsüzler de bir şekilde halledilebilir, Ancak Glaroth’un komuta ettiği bir ordu, Justisar’daki her şeyi süpürdükten sonra, sizin kıtaya yönelecektir.”

Legistas kaşlarını çattı, bu haber onu şaşırtmıştı. “Glaroth bunu neden yapıyor? Bu bütün yaptıklarımıza ve onun da yaptıklarına ihanet olur?”

“Bu ilk ihaneti değil, anlaşılan son da olmayacak.” dedi Kedfith, “Zorda olmasam buraya yardım istemeye gelmeyeceğimi biliyorsun. Bu savaş sana sıçramadan bunu temizlemek senin elinde.”

“ Belli ki sıçrayacak ancak Hükümsüzleri savaş dışı bırakmanın kansız bir yolu da var. ” dedi Legistas, ciddi bir sesle, “ Onlara eski kıtalarını geri verebiliriz. Bir zamanlar senin onlara söz verdiğin gibi.”

“Ben sözümü bozmadım, sözlerini bozan onlar oldu.” dedi Kedfith sinirle, “Ama başımda bu kadar savaş varken Bir de Darkon ve onun baş belası Drakeleriyle uğraşamam.”

“Bir düşün Kedfith, Darkon’u birlikte yenebiliriz.” dedi Legistas gözleri kısılmıştı. “ Bütün ordusuyla savaşmamıza gerek yok, Darkon’u öldürüp, Kafasını Drakelere göstermemiz yeterli, ondan sonra bize hizmet edeceklerdir. Ve Milyonlarca Drakenin bize hizmeti demek Glaroth’un ordusunun da sonu demek. Kaç Arkon kaldı, yüz, bin, ya da iki bin, önemi yok. Savaşta her zaman sayı kazanır. Üstelik bu savaşta kendi halklarımızdan hiçbirini ölüme göndermemişte oluruz. İki ordu birbirini izlerken seyretmemiz yeter.”

“Darkon’un kıtasına 9 bin yıldır ulaşamıyoruz.” dedi Choros, “ Orası, büyüsel bariyerlerle kaplı, hiçbir büyü ister karanlığın gücü olsun ister başka tür büyüler hiçbir şekilde oraya girmemizi engelliyor. Bunu Leginando’da biliyordur.”

“Kimmeriar kıtası, eski büyü kulelerinin olduğu yere kuruldu.” dedi Leginando, “Bir şekilde bu tip büyülere ulaşmış olmalılar.”

“Ayrıca.” dedi Kedfith, “ En son bana Glaroth’un söylediği Drake sayısı, on beş milyon civarıydı, ki bir çoğunu öldürükleri halde olan sayıydı bu. Şimdi bu sayı ne kadar olmuştur tahmin bile edemiyorum. Bu kadar adamı diyelim ki kontrol ettik, hepsinin savaşacağı alan Justisar olmamalı.”

“Kıta denizin diğer tarafında.” dedi Arturo De La Vaq cebinden küçük bir top gibi bir şey çıkarıp topu yere doğru attı, toptan çıkan ışık bütün gezegenin Fozkitiliar’ın haritasını oluşturdu. Koca Gezegen üç büyük kıta’dan ve birçok parçalanmış küçük adadan oluşuyordu, Üç Büyük Kıta birbirinden denizle ayrıydı ancak dev buzullardan oluşuyor görünen Kuzey kutbu hepsini kuzeyinden yakalamıştı, bir zamanlar hepsinin bir olduğunu hatırlatırcasına.

“Kimmeriar sizin doğunuzda, doğu kıyınızda ise senin halkların yok Kedfith,” dedi Üç kıtanın en büyüğü olan Justisar’ın en doğusundaki fırtına tepelerini göstererek. “Burada, Arkonlar biraz kuzeyinde Thengular var, yani onların yaşam alanları, Biz Kimmeriar’dan bir çıkartmayla doğu kıyılarına saldırdığımız anda. Onları evlerini koruma içgüdüsüyle geriye doğru döneceklerdir. O noktadan sonra o orduyu değil Glaroth, İsfendiyar bile kontrol edemez artık.”

“Senin savaşta ve zor durumda olduğunu biliyorum Kedfith.” dedi Legistas, sıcak bir ses tonuyla “ Söylediğim gibi sana gereken desteği sağlayacağım, Hükümsüzleri durduracak İlkdoğanlara sahibim, onları sana vereceğim. Justisar’da bizim ortak ilkdoğanlarımızdan oluşan ekip Hükümsüzleri durduracak, Biz Tanrılardan oluşan ekip de Kimmeriar’a inerek Darkon’u yok edip ordusunu ele geçireceğiz. Senden istediğim tek şey var benimle birlikte Kimmeriar’da savaşman. Her şeyin sonunda da Kimmeriar’ı hükümsüzlere teslim ederiz tabi eğer sağ kalırlarsa.”

“ Ya sağ kalmazlarsa?” diye sordu Kedfith, kaşlarını çatarak.

“Hepsi ölmeyecek.” dedi Legistas, “Hem içlerinden bazılarını sadece konuşarak da ikna edebiliriz, Akirama gibi, ona planımızı anlattığımızda makul karşılayacaktır. Hadi diyelim ki hepsi öldü bu plan senin bütün Justisar’ın doğusunu en nihayetinde kontrol etmeni sağlayacağı için Kimmeriar’ı ben alırım. Ayrıca Valerion’a gelirsek ondan intikam almak için bizzat Arturo’yu göndermek isterim eğer kabul edersen.”

Arturo, yerden haritayı gösteren topu alırken Kedfith’e baktı. “Myrcid benim çok eski bir arkadaşımdı Kedfith biliyorsun, tanıştığımızda çocuktuk, beraber savaştık beraber yaralandık. Bana onun intikamını alma şartı ver Kedfith. O bağnaz rahip hangi delikte saklanıyorsa bulabilir, ister ölü ister canlı karşına getirebilirim.

“İsteğini anlıyorum ancak, bütün bu şartları kendi konseyimde konuşmam gerekiyor.”dedi Kedfith ayağa kalkmıştı, yüzünde bir hoşnutsuzluk belirmişti.

“Bunlar şart değil yardım eli Kedfith. Darkon’u öldürmek pahasına sizi bütün dertlerinizden kurtaracağız. “ dedi Legistas o da ayağa kalkmıştı sonra duraksayarak ekledi. “Görüşmek ve düşünmek istiyorsan düşün Kedfith ancak unutma, her geçen zaman senin alehine.”
Kedfith, kafa salladı, “En kısa zamanda sana döneceğim.”

“Size sizden istediklerimizin ve size göndereceklerimizin detaylı listesini hemen göndereceğiz.” dedi Leginando parmağını şıklattığında Lidertiar üçlüsü gözden kayboldular. Onlar gözden kaybolduğunda Kedfith’in öfkesi derinleşti.

“Planını çok iyi kurmuş Choros.” diye fısıldadı Kedfith, ona doğru bakarak, “Haydi gidelim.”
Choros, ikisini karanlık bir örtüye sararak gözden kaybetti. Adada erimiş ve parçalanmış bir masa ve iki sandalye dışında bir şey kalmadı. Sadece rüzgarın sesi duyuluyordu artık. Hiandarlar gitmişti….

*****

De Vion, kılıcıyla açtığı boyut kapısından gitmek istediği yere vardığında, kılıca şöyle bir baktı. Sonsuzluk Kılıcı adı verilen bu kılıç bir Bekçi kılıcıydı. Her şeyi kestiği söylenen bu kılıç havayı suyu hatta boyutu bile keserdi. Glaroth onunla bu kılıç ile savaşmıştı, bu kılıç ile onu öldürmüştü.

Anlaşılan hatırlayamadığı zamanlarda bu kılıcı kendisine vermişti. Sonsuza kadar ona hizmet edeceğini düşünüyordu anlaşılan. Kendisi de De Le Vaq’dan ayrıldıktan bir süre sonra fark etmişti bu kılıcın kendisinde olduğunu. Öğrenecek o kadar çok şeyi vardı ki, ölüm uykusunda binlerce yılı kaçırmıştı. Sıkıntıyla kılıcını kınına koyduğunda arkasındaki boyut kapısı kapandı.

Bir Gölün kıyısındaydı şimdi, gri bulutlarla çevrilmiş kara bir göldü burası, sessiz dingin ve bol rüzgarlı. De Vion duraksayarak etrafına baktı. Kurumuş bir akasaya ağacının yanına doğru yürüdü. Ağacın yanına vardığında, karşıya doğru baktı.

“ Kılıç Muhafızı Alesiender De Vion.” dedi sakin bir sesle.

Birden bire gölün ortasında ufak bir ada ve adadan ona doğru ilerleyen taş bir köprü belirdi. Köprü eskimiş yer yerde bazı taşları yok olmuştu. De Vion köprüye doğru bakarken onu hala bir ara tutan şeyin taş ve sıva değil büyü olduğunu fark etti.

Köprünün üzerinden hızlı adımlarla o küçük adaya doğru geçtiğinde karşısında gördüğü şey iki katlı büyük bir evdi. Buraya ilk geldiği zamanı hatırladı De Vion, Lich yani Alsderio Auwach onu kabul ettiğinde toplantı için buraya gelmişti. Bunun ilk ve son toplantısı olacağını nereden bilebilirdi ki.

On sekiz Bin Yıl Önce

Yukarı Oufsed Hududu, Kilir Gölü

Muhafız Karargahı

Karanlık bir odaydı, siyah bir masanın üzerinde toplanmış beş kişiydiler. Yüzlerini aydınlatan, soluk mavi ışıklar veren kara mumlardı sadece. Masanın üzerinde içecek dahil hiç bir şey yoktu. Koyu bir şekilde cilalanmış masaya sadece beşinin karanlık sületi yansıyordu.

“Arzın dengesi bozuluyor.” dedi Otoboroshi Roshirou, çoğu beyazlamış olan saçları arkadan toplanmıştı, yüzü bir yırtıcı hayvanın yüzü gibiydi gözleriyle gri bir çelikti. “Tougrin haddini oldukça aştı.”

Yanında duran, Antonio De Le Vaq gömleğindeki pahalı manşete dokundu. Gri tenine uymayan siyah sakalı, ve parlatıcı sürdüğü siyah saçlarıyla odanın en karanlık adamı gibi görünüyordu. Gözüyle Otoboroshi’yi şöyle süzdükten sonra konuşmamayı tercih etti. Yine de Tougrin ismini duymaktan hiç hoşlanmışa benzemiyordu.

“O artık bekçi organizasyonunda, Bekçi organizasyonunun haddini aşması dahilinde onu durduracak bir mekanizma var, Ogri.” dedi Alsderio Akuwach yüzünde geniş bir gülümsemeyle, sarı saçlı mavi gözlü yakışıklıydı ama odadakilerin hepsi onun gerçek yüzünü biliyordu.

“Yine de eylemlerini merak ediyorum.” dedi Nephilium Ouderbaque, haddinden fazla beyaz tenliydi, Mor saçları yüzünü ikiye ayıran bir kesit gibi iki yana dağılmıştı, üzerinde mavi bir cüppe vardı.

“Önemsiz.” dedi Alsderio uzun tırnaklı elini sallayarak. Mavi gözlerini karşısındaki üç adamda gezindi. “ Üçünüzün akademideyken bu adamı öldürme şansınız vardı ama yapmadınız şimdi ise ona dokunma iznimiz yok.”

“İzin mi?” dedi Antonio yüzünü buruşturmuştu. “ Bir izin beklersek, çok bekleriz. Tougrin’i Bekçilik organizasyonunun onaylamayacağı bir iş yapmaya zorlamamız gerek.”

Otoboroshi’nin kaşları kalktı, elini çok da uzun olmayan siyah beyaz sakalına doğru götürdü. “ Tougrin’i tanıyorsun, o senin parmağında oynattığın bürokratlara benzemez, bunlara kanmayacaktır.”

Antonio bir an kasvetli resimlerle süslenmiş tavana baktı kahverengi gözlerinde derin bir düşünce vardı. “Bir şey bulacağız, Otoboroshi. Elbet bir şey bulacağız.”

“Varsayımlarla konuşuyoruz.” dedi Alsderio yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. “ Eski insanların emekleri elbetteki boşa gitmeyecek Ogri. Tougrin zamanı geldiğinde inecek ve kardeşin Rokushui Ruh Kralı olacak.”

Otoboroshi derin bir iç çekerek onaylarcasına başını salladı. Antonio ise hala düşünceliydi, Nephilium ise yanında oturan altın zırhlar içindeki şövalyeye doğru baktı. “Sen bir şey demeyecek misin Alesieander.”

Bu tuzak soru karşısında Alesiender De Vion’un miğerinin içinden gözüken açık mavi gözleri kısıldı. Slembrio Şövalyesi, hiç bir duelloda yenilmemesiyle ünlüydü. Herkes onun gücünün kastan geldiğini sansa da, Eskiler Konseyine uzun süreden sonra beşinci olarak seçilen tek kişiydi ve bu onun ilk toplantısıydı.

“Lich’e katılıyorum. Bence öncelikli konumuz bu değil, Tougrin meselesi siz üçünüz için kişiselleşmiş gibi geliyor bana.” dedi sakin bir sesle, Alsderio bu sözler üzerine gülümsedi, “Lich” onun yaşayan bir ölü olduğunu vurgulayan bir terimdi. Genelde ondan tiksinenler bu adama o ismi söylerlerdi. De Vion’da bir Slembrio Sövalyesi olarak eğitilmişti.

“Bir yolu var.” dedi Antonio De Le Vaq, Şövalyeyi umursamayarayak Otoboroshi’ye doğru döndü “Tougrin, kırmızı ruh kullanıcısından siyaha geçti, yani ana yasalardan birini çiğnedi.” Tam Otoboroshi sözünü kesecekken ekledi “Biliyorum, Ruh Kralı olduktan sonra buna izin var, ama sözüme dikkat edin, olduktan sonra önce buna izni yok.”

“Önce kullandığını nasıl kanıtlayacağız ki?” dedi Nephilium, “Bizim sözümüze karşı onun sözü.”

“Aptalı oynama, Nephilium.” dedi Hiandar Kongre Üyesi, Antonio De Le Vaq. Hiandar Konseyinden doğrudan emir alan yüz yirmi kişilik bölge meclisinin Eos bölgesi vekili idi. Bu itibarı imkansız denilen Thengu bölgesinde tüy ticareti yaparak kazanmıştı. “Yüksek Büyü Meclisinde Ruh kullandığının bilinmesini istemediğini bilmiyor muyum sanıyorsun? Endişlenme bizim bağlantılı olduğumuzu bilen yok hem Tougrin’in siyah halini görüp de yaşayan Otoboroshi’nin kardeşleri dışında iki kişi daha var.”

“Aikroth mu?” dedi Otoboroshi dedi başını olumsuz anlamda sallıyordu. “ O korkak savaşmaya bile cüret etmemişti. Gün geldiğinde lagımdan kaçan adam sözünün arkasında durmayı beceremez.”

“Gri Aygır Aikroth mu?” dedi Alesiender De Vion şaşırmış görünüyordu. “ Bildiğim kadarıyla cesur bir savaşçıydı, tabi Hieandar standartlarına göre.”

“Cesurluk, aptallıkla eşdeğer bir çizgidedir yine de bir kez kırılırsa-“ Antonio De Le Vaq’ın sözleri bir şaklamayla kesildi.

Dört adam şaklamaya doğru döndüklerinde Alsderio Auwach’ın sessiz bir öfkesini fark ettiler. Karanlık alemlerde “Lich” olarak bilinen bu adam Eski İnsanları görüp de hala varlığını sürdüren tek kişiydi. Görüntüsü bir an titreşti, sarı saçlı yakışıklı adamdan mumyalanmış surata çevrilen yüzü ve turuncu alevle parlayan gözleri hepsini dolaştı. Otoboroshi’nin gözleri kısılmıştı, De Vion gerginlikle sandalyesini uzaklaştırdı. Nephilium, bu tip büyülere aşina olduğundan etkilenmemişti. Antonio De Le Vaq ise gözlerinde parlamayla bu görüntüyü izliyordu.

“Kıyamet yakın.” dedi Lich o eski yumuşak ses tonundan eser kalmamıştı, sesi derinliklerdeki kuyudan yükselen yankı gibiydi, ama odadakilerin hepsi o sesin ölüm duvarının içinden geldiğini biliyorlardı. “ Eski İnsanlar, Üstad ve Bekçi halkasını oluşturdular, kitaplar yazdılar kaderlerini ördüler ama kendi güçlerine yenildiler ve kendilerini yok ettiler, Kıyametin ilk halkası bu şekilde oluştu.”

Bir an duraksadı gözleri hepsinde dolaştı, “Büyü.” dedi gözleri Nephilium’daydı. “Ruh” gözleri Otoboroshiye kaydı. “Teknoloji” ondan Antonio De Le Vaq’a geçti “Ve Kılıç.” Ve en son Alesiender De Vion’ da durdu. “Bütün bunlarda ustalaştıktan sonra, hepsini bir yerde birleştirip güçlerini oradan aldılar. Bu dört farklı element, gizli yerlere mühürlendi şimdiye kadar sadece biri bulundu. Onunda ne olduğunu biliyorsunuz.”

“ Viberium.” dedi Antonio De Le Vaq konunun buraya gelmesi onu şaşırtmış gibiydi,
“Şekillendirilmesi kolay, enerjiyi emen her türlü kalıba girebilen hafif ve keskin bir metal.”

“Sadece bu kadar da değil.” dedi Lich o derinden gelen sesiyle “ Siz, Hiandarlar metali buldunuz ama nasıl şekillendireceğiniz konusunda en ufak bir fikriniz yok. O metal büyü ve ruh geçirebilir zorlanırsa onları içinde hapsedebilir, uygun şartlarda yüksek oranda keskinleştirilebilir. Damıtılma halinde nerdeyse cam kadar şeffaflaşabilir, elmasdan yüksek sertliğe ulaşabilir. Bekçilerin o meşhur kılıçları bu şekilde yapılmıştır.”

“Muazzam.” dedi Nephilium etkilenmiş görünüyordu, Yüce Büyü Konseyinin dördüncü adamıydı, hareketlenme büyüleri konusundaki çalışmalarıyla yükselmişti, Bu konuda büyücülerin on üç öğreti kulesinde bir kuleyi yönetiyordu ve son bin asrın dâhisi olarak kabul edilmişti“ Babam bundan bize hiç bahsetmemişti.”

“Bekçilerin gizli anlaşmaları vardır, İzafetin Bekçisi sana bir kelime etseydi, Hududun Bekçisi onu yaşatmazdı.” dedi Otoboroshi Roshirou, Ruh Üçlüsü olarak bilinen iki kardeşiyle oturduğu siyah ruh avcılarının en güçlüsüydü. Genç yaşında Ruh Akademisinden atılmış, kendini siyah ruh kullananları avlamaya adamış olan beyaz ruh kullanıcısıydı. Akademiye geri döndüğünde ise Ruh akademisini yıkılmasında başrol oynamıştı. Şimdi ise Ruh’un öğretiminden çok onu kullananları araştırmak için, bir paralı asker şirketini yönetiyordu.

“Doğru.” dedi Lich sukunetle, “ İlki Viberium’du Arzın ilk katına gömüldü, çünkü Kılıç her zaman ilk yaratılandı. İkincisi ise İridium idi, yani bir değişle büyünün özü. Eski insanların güçleri o derece muazzamdı ki, dünyaya hakim olan büyü ağının bir çoğunu belli bir noktada bir element şekline sokmayı başardılar.”

“Böyle bir şeyin imkanlı olma olasılığı çok düşük.” dedi Slembrio Şövalyesi. Bir savaşçı olsa da büyü tarzlarına ve büyü kesme tekniklerine aşinaydı. “Bu arzda bunu yapabilecek bir güç yok.”

“Bir zamanlar vardı, ben gördüm ama çok azını zira o vakitler de yok olma noktasındaydılar. ” dedi Lich ciddiyetle. “Bakın o uzun hayatlarınız boyunca gördüğünüz herşey yaşadığınız her nefes sizin yok oluşunuzun başlangıcıydı. Bunları geciktirmek için çok adım attık, bazılarında başarılı olduk bazılarında ise olamadık. Kader bize tayin edilmez biz onu yazarız ve hiçbiriniz bu masaya boşuna oturmadınız, halklarınızdan birileri bu masaya otursun diye uzun zamandır bekledim ve size baktığımda boşuna beklemediğimi görüyorum. Siz size sunulan suni sınırlarınızı kırıp bu arz için bir şeyler yapabilme gücünü gösterenlerdiniz. O yüzden şimdiye kadar size sadece gerçekleri anlattım, çünkü yalanlar onlara inanacak aptallar içindir.”

Masadakiler bu söz üzerine tüm dikkatlerini Lich’e doğru yönelttiler. Kendi halklarının güçlü suretleri ve en zekileri olsalar da bu adamın yanında henüz bir çocuktular. Alsderio Auwach, eski dünyanın son kalıntılarından biriydi ve bunu da kendini öldürüp tekrar dirilterek sağlamıştı. Bunu tek başına nasıl başardığı ise muammaydı.

“Ne diyorduk, İridium. Büyü özü olarak da bilinen bu madenleştirilmiş güç, normal bir kişinin büyü gücünü yükselttiği gibi hücrelerini belirli bir hızda yenileyebilme ve yaşlanmamasını sağlayabilir. İridium bir büyücüye büyük güç sağladığı gibi en zayıf noktası olan fiziksel dayanıksızlığını da kapatır ama aklınız çelinmesin, hiçbiriniz tepeden inme güçlerin egemenliğinde yaşayacak kadar aptal değilsiniz.”

“Ama o kadar aptal olanlar olacak.” dedi Otoboroshi Roshirou kollarını göğsünde kavuştururken

“Bir gücü kontrol edemezsen, o güç sana sonsuza kadar sahip olur.” dedi Antonio De Le Vaq onaylamaz bir homurtuyla “Hele o gücün sana ne verdiğini bildiğin kadar ne aldığını bilmiyorsan.”

“Bir tüccar gibi konuştun.” dedi Nephilium gülümseyerek sonra Lich’e doğru döndü“ Söylediklerinden şüphe duymuyorum Alsderio ama büyü yoğunluğu katman katman olan bir sarmaldır ve bir bedenin büyü kapasitesi de sınırlıdır, tıpkı ruh gücü gibi. Böyle büyük yoğunluk artışına beden nasıl dayanabilir.”

“Kısmi beden yenilenmesi yüzünden.” dedi Lich ciddi bir ifadeyle “Beden yenilendiği için güç kapasitesi ne kadar azalırsa azalsın beden gücünü kaybettiğinden hızlı bir ölçekte yenileyebiliyor.”

“Bu mantıkla ruh gücünün dezenformasyonunu da yok ediyor.” dedi Otoboroshi gözleri iyice kısılmıştı bu işten hiç hoşlanmadığı belliydi. “Bu mümkün mü?”

“Teorik olarak evet ama” dedi Lich bir an duraksadı. “Pratikte hiç denenmedi o yüzden bir büyücü olduğum kadar bir bilim adamı da olduğum için bu konu bir hipotez olarak kalacak ve öyle de kalmalı. Neyse İridium arzın ikinci katına gömüldü. İkinci kat üç bin metrenin altında özel bir yerde mühürlü, özel mühürlerle korumalı yine de geçilebilir.”

“Üç bin metre yerin altına inebilecek bir alet henüz yok. Yeni üretilen kırkbinlikler bile bin metreyi anca aşabiliyor.” dedi Antonio De Le Vaq bir an duraksayıp Nephilium’a baktı “Ama büyü var mı onu bilemem?”

“Hayır, toprak büyülerinin de bir sınırı vardır.” dedi Nephilium hafif bir can sıkıntısıyla “Bunu itiraf etmekten hoşlanmıyorum ama güçlü bir toprak büyücüsü bile kırkbinliklerin gidebildiği kadar derinlere inemez.”

Antonio De Le Vaq bu cevaba gülümserken. Lich devam etti, “Zaten konuştuğumuz zaman mefhumu bu zaman değil, bir şekilde zaman ilerledikçe halklar ona ulaşmayı başaracaklar. Bahsettiğim şey bu.”

“O zaman bu şeyler neden yok edilemedi.” dedi De Vion ciddiyetini her zamanki gibi koruyordu.
“ Bir şey kadar tehlike arz ediyorsa, mühürlemekten ziyada onu yok etmek gerekir.”

“O kadar basit bir şey değil Alesieander.” dedi derin bir sesle Lich. “Nasıl yapıldığını bilmediğin bir şeyi yok edemezsin. Bildiğimiz büyüleri o elementlere savurursak nasıl bir tepkimeye gireceğini bilmiyoruz. Ani ters büyü tepkimesi gezegenin yarısını bir anda havaya uçurabilir. Bunu göze alamayız.”

“Ters mıknatıslama yapabiliriz belki.” dedi Nephilium düşünceli bir sesle “ Bu içindekileri ayrıştırmayı başarabilir.”

“O kadar büyük bir manyetik bir kuvvet sadece bir kişi de var.” dedi Lich kemikten ibaret ellerini çenesine götürmüştü. “ O da Nihayetin Bekçisi.”

“Sikeyim ben onları” dedi Antonio De Le Vaq öfkeyle, “Dönüp dolaşıp Bekçi Organizasyonu ile karşılaşıyoruz. Ama bu konuda onlara ihtiyacımız yok Manyetizma üzerine çalışan bir ekibim var, maden çıkarma işlemi için tasarlanan. Eğer Viberum’a söylediğin gibi büyü eklenebiliyorsa, gücünü kat kat daha fazla yapabiliriz.”

“Ne kadarlık bir kuvvetten bahsediyoruz.” dedi bütün tartışmayı dinleyen Otoboroshi, dikkatli bir ifadeyle

“Yerküreye ulaşabilecek kadar.” dedi Lich kati soğuk bir ifadeyle “Bunu başarsak bile yine de ayrışan parçaların tepkimeye girmeyeceği garantisi yok.” Bir an duraksadı. “Yine de bu işin olabilirliğini incelemek lazım bekçi kılıç yapımı ile ilgili dökümanlar elimde var. Nephilium ile bir üzerinden geçmeniz için gönderebilirim. Ama yaptığınız şey, oldukça güçlü olacak. Denemeyi benim kulede yapmadan açığa çıkarmanızı önermem.”

“Planları görmeden oluru hakkında bir şey diyemem.” dedi Antonio, “ Ama dediklerini yapacağım. Ben asıl şu elementlerden teknolojik olanı merak ediyorum doğrusu.”

“Teknolojik değil, bir akım düğmesi olarak düşün.” dedi Lich “ Eski insanların yaptığı belirli bir güç ile çalışan şeyler ki bunun adına elekturum deniyor. Bu elementin yanına geldiği zaman aktif hale geliyor, şu an sizin tahayyül edemeyeceğiniz şeyler. Uçan metaller, kendi kendine giden arabalar ve nicesi bu güç ile çalışıyor. Tabi bunların çoğu kıyamette yok oldu ama olmayanlar da var. Onlardan bir kaçı bile Fozkitiliar’ın dengesini alt üst edebilir. Ben bir çoğunu bulmak için uğraştım ve kulemde saklıyorum yine de siz de böyle tanımlayamadığınız bir alet gördüğünüzde bunları bana yollayın.”

“En azından inceleseydik.” dedi Antonio yüzünde şeytanı bir gülümseme belirmişti “ Halklarımız da bu konuda ilerlemeli sonuçta.”

“Yer altındaki büyü özüne rahat ilerlesinler diye mi?” dedi Otoborshi öfkeli bir sesle
“Zamanından önceki bir ilerlemeye halklar hazır değil!”

Antonio tam bir şey söyleyecekti ki Lich o korkunç sesiyle araya girdi. “Kesin tartışmayı! İncelesen bile anlayabileceğini sanmıyorum Antonio. Günümüz Mühendisliğinden farklı bir şekilde yapıldılar. Ne diyordum bu Elementin adı Electurum idi. Ve Arzın en yüksek yerine gömüldü.”

“Karakufdur Dağı mı?” dedi De Vion şaşkınlıkla “Thenguların orada kolonileri var.”

“Evet var ama onlar dağın uç noktasına inandıkları tanrıları Ken’nethnitoh yasakladığı için çıkmıyorlar ve orayı da koruyorlar. O yüzden orası konusunda bir nebze rahatım, ama çağlar değiştiğinde bu konuyu tekrar gündeme getirmemiz gerekebilir. “

“Bağnaz dinlerin güzellikleri de oluyor işte.” dedi Nephililum gülümseyerek.

“Bir de bana sor.” dedi Antonio yüzünde ekşi bir ifadeyle “Her yerde V.R görmekten fizik formüllerinde bile aynı harfler gözüme takılıyor.”

“Bunu diyorsun ama her Çarşamba ayinlere katılıyorsun.” dedi Otoboroshi geldiğinden beri ilk kez gülümsemişti.

“Ben hem bir tüccar hem de bir politikacıyım.” Dedi Kongre üyesi elini sallayarak. “Kim bir dinsize oy verip alışveriş yapar ki. Neyse nerde kalmıştık.”

“ Boughlam.” dedi Lich o karanlık sesiyle. “Ruh taşı ya da Ruh elementi olarak geçer. Ruh konusunda eski insanlar o kadar kayıt bırakmadığı için gücünün ne getirdiğini bilmiyorum ama bildiğim tek şey bile onun ne kadar tehlikeli olduğunu söylemeye yeter. Bu element ruhların rengini kırmadan değiştirebilecek bir kudrete sahip.”

“Bu imkansız!” dedi Otoboroshi. “Ruh bizim parçamızdır eğitimimizle şekil alır, nasıl bir kılıç eriyik halden şekil alıyorsa rengi değiştirmenin tek yolu da kendin kırıp tekrar yapmandır. Bunu yapıp rengini değiştirsen bile ruh kararsız bir halde kalır ve siyah ruh o kararsızlığa doğru sürüklenir.”

“Eski insanların, ruhu ve bedeni değiştirme güçleri vardı.” dedi Lich kasvetli bir ifadeyle “Bu güce nasıl ulaştılar bilmiyorum ama bildiğim tek şey ulaştıkları anda birbirlerini yok ettikleri. O yüzden halklarınızı bu güçlerden uzak tutmak zorundayız.”

“Boughlam nereye mühürlendi peki?” dedi De Vion coğrafya bilgisi kusursuzdu, her yeri gezip çoğu yerde savaşmış olan Slembrio Şövalyesi yerli adetlerden savaşçıların çeşitlerine kadar her şeyi bilmesi ve bunu bildiğini hiç belli etmemesi onu bu masaya getirmişti.

Lich derin bir iç çektikten sonra. “Ruh Duvarına.” dedi sadece ve ekledi. “Bu da bizi başladığımız yere geri götürüyor.”

Bu sözün üzerine dördü birden “Tougrin.” diye fısıldadı hemen ardından De Vion Otoboroshi’ye doğru döndü. “ Ruh duvarına saklı bir şey hemen bulunabilir mi?”

“Hayır.” dedi Kara Ruh Avcısı “ Ama onun orada oturmasına izin verdiğimiz sürede bu ihtimal giderek artacak.”

“Bu yüzden Otoboroshi hududun dışına çıkmadığın sürece Tougrin’i sana bırakıyoruz.” dedi Lich sakin bir şekilde Otoboroshi’de bu durumu başıyla onayladı. “Ayrıca Antonio’un planının uygulanabilir bir tarafı da yok değil. Akademinin yıkımdan Aikroth dışında Vicerion ya da Valerion denilen bir Hiandar rahibi de sağ kurtulanlar arasındaydı üç farklı alandan sağ kurtulmuş kişi Adaletin Bekçisine bu konuda başvurabilir.

Otoboroshi bir şey söylemek isterken Lich elini kaldırdı. “ Tougrin’in bu konudan da sıyrılabileceğini dbiliyorum yine de onun gibi sinsi bir adamı indirmenin yolu ardı ardına saldırılar yapmaktan geçtiğini de biliyorum. Ve unutmayın ki bu konuyu her zamankinden de ciddiye alıyorum. O yüzden Krager’ı ona doğru yönlendireceğim.”

“Yaşayan ölü olan yarı Thengu’yu mu?” dedi Nephilium, “ Tougrin onu asıl kabul edecek? Hem ona ne kadar güveniyorsun?”

“Ben bu masadakiler dışında hiç kimseye güvenmem.” dedi Lich kati bir ifadeyle “Ayrıca siyah ruh bütün kötücül yaratıkları kendine çeker. Aslına bakarsan benim gibi birini bile kendine çekiyor, Otoboroshi’nin de başlangıçta söylemeye çalıştığı şey buydu. Tougrin yaşayan ölüleri kontrol etmek istiyor ve onları yanına topluyor neden bunu avantajımıza kullanmayalım?
Tonio Krager’i bizzat ben eğittim, kısa sürede diğer beyinsiz yaşayan ölülerden sıyrılacak ve Tougrin’e yakınlaşacak.”

“Sana ihanet etmeyeceğini nereden biliyorsun?” dedi Otoboroshi planı pek de beğenmiş gibi görünmüyordu.

“Onunla benim aramda bir bağ var diyelim.” dedi Lich o eşşiz korkutucu kahkahasını atarak. “Bir koşul büyüsü... Ben tamamıyla yok edilmeden benim dediklerimin dışına çıkamayacak. Yine de bu da yeterli gelmeyebilir, Öncelik yine de İridium’da. Bulunmasını geçiktirin burada iş sana düşüyor Antonio,”

Antonio De Le Vaq gülümseyerek göz kırpmakla yetindi

“Büyücüler konusunda endişem yok Nephilium ancak İridium konusunda endileşiyim onun mührünü güçlendirmen için çalışmalar yapmanı istiyorum. ”

Nephilium Ouderbaque ellerini birleştirip başını sallamakla yetindi.

“ Sana gelince Alasiender, Karakufdur Dağını kontrol altında tutmanı istiyorum, Thengular yaşamalı.”

Alasiender De Vion kısa bir baş selamı vererek onayladı.

“Ve Otoboroshi, yapman gerekeni biliyorsun.”
Otoboroshi Roshirou, bir şey demeden ayağa kalktı.

“O zaman vakit kaybetmeyelim.” dedi sakin ve kendinden emin bir şekilde.

Otoboroshi ile beraber herkes ayağa kalktı, hepsi beş farklı kapılardan çıkmadan önce Lich hepsine bir kez daha baktı ve son kez konuştu. “ Unutmayın Kıyamet, yakın. Bunu geciktirebiliriz belki de durdurabiliriz ama bu herharlukarda yine yeni bir düzen kurulacak. Bu yeni düzene bazılarımız ayak uyduracak bazılarımız uyduramayacak. Ama hayatta kalanlar, bugun temellerini attığımız geleceği oluşturacak. İyi ya da kötü bu artık sizin elinizde.”


Lich en son bunları demişti, geçmişin düşünceleri onu izlerken bin yıllar önce konuştuğu toplantı salonunda bulmuştu kendisini. Masa ne tozlanmış ne de örümcek bağlamıştı, sanki o toplantıdan yeni kalkmış gibi temiz ve bakımlıydı. Her bir sandalyenin tepesinde Muhafızı oldukları güçlerin simgeleri yer almaktaydı. Kendisinin kılıç simgesi, De Le Vaq’ın Teknoloji olduğunu gösteren çark simgesi, Otoboroshinin bağdaş kuran adam olarak betimlenmiş, Ruh Simgesi ve Nephilium’un büyü olarak gösterilen Asa simgesi hepsinin de başında Lich’in Gezegeni simgeleyen büyük daire simgesi vardı.

Kendi sandalyesinin yanına gittiğinde sandalyenin arkasında kendi isminin yazılı olduğunu gördü, Ancak Nephilium’un ki boştu, Lich’in ki’de öyle masa boyunca ilerlerken Antonio De Le Vaq’ın isminin silik bir halde hala durduğunu gördü. En son boş olduğunu düşündüğü Otoboroshinin sandalyesinin arkasına baktığında kaşlarını çattı.

Sandalyenin arkasında Are yazıyordu.

Sandalyelerde sadece, Muhafızların adı olurdu, öldüklerinde ise isimleri silinirdi. Tabi yeni bir mirasçı seçmedilerse…

Anlaşılan, De Le Vaq’ın yanına gittiği adam; Are, Otoboroshinin mirasçısıydı.

De Vion’un yüzünde gülümseme belirdi. Sandalyeye bir dosta dokunur gibi dokundu.

“Artık yalnız değilsin kardeşim. Biz, geri döndük.”

Devam Edecek
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 21: Özel Bölüm: Bastique Darkon



Günümüz (4. Çağ 848)


Kimmeria Kıtası, Merkez Halka

Yıldız Başkent, Volongrad

Anıt Mozole




Kimmeriar’da yağmur yağıyordu. Yağmur, Yıldız Kıtanın Başkenti, Volangrad’ın eş çatılarının tepe oluklarından süzülüyor, yağmur kanallarına doluyordu. Büyüsel kalkanlarla çevrili olan bu şehir, büyük bir tepe ve onun etrafına kurulmuştu. Ancak yolları nizami dörtgenler halinde bölünmüş, Beyaz kerpiç evler aynı büyüklükte ve aynı sırada yerleştirilmişti. Şehirde birbirine benzemeyen iki şey vardı. Biri tepedeki Gri büyük Mozole ve şehrin ortasındaki büyük Açık Tiyatroydu.

Bu kıtanın, Onursal Yöneticisi, Edebi Koruyucusu olan Bastique Darkon, geniş, çift taraflı pencereden yağmuru izliyordu. Yağmur, camda ince damlalar bırakıyor pervaza doğru süzülüp, küçük oluklardan ana oluklara doğru ilerliyordu.

“Küçük parçalar büyür, gelişir ve devasa organizasyonlara dönüşür.” diye düşündü ince dudaklarında bir gülümseme belirmişti. Üzerinde süssüz sade beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı. Kıyafetleri sadeydi ancak, son derece temiz ve özenliydi. Siyah-gri saçları özenle iki yana taranmış hafif kabarık bırakılmıştı. Baş ve orta parmağıyla ince düzgün kesilmiş bıyıklarını düzeltti. Gri tenli yüzü bıyığı dışında tıraşlıydı. Uzun sert bir çenesi, ve kemerli burnu ona sert ve keskin bir ifade veriyordu. Kahverengi gözleri mattı, yağmuru izlerken uzaklara kerpiç evlere ve ötesindeki yeşil vadilere doğru dalıyordu.

O sırada kapısı, iki kere tıklandı. Darkon yavaş adımlarla kapıya doğru döndü. Odası dört adım genişliğinde ve üç adım uzunluğundaydı. Tıpkı Mozoledeki diğer odalar gibi. Gözleri; masası, kitaplığı, ve dolabının üzerinden geçerek kahverengi kapıda durdu.

“Girin.” dedi sesi sade ve pürüzsüzdü.

Kapıdan içeriye, Ora boylu beyaz pullu, sürüngenimsi bir yaratık girdi. Bu, yaratık kendisine zamanında verilen, yöneteceği ona söylenen bir ırktı. Oysa o hiçbir zaman böyle bir şey istememişti, kendisi kimdi ki bir halkın geleceğinin tayin hakkı sunuluyordu ona. İçeriye giren yaratığı süzdü Drake deniyordu onlara. Vücutları insan vücudun şeklinde olsa da derileri bir sürüngeninki gibi pulluydu. Geçmişte kalan diğer sürüngen ırklar gibi kuyrukları yoktu onların ancak vücutlarına orantılı olan başları minik bir ejderha kafası gibiydi. Sivri dişler, sarı dikey göz bebekli gözler. Zamanında Ejderha oluşturmak maksadıyla, Glaroth’un yaptırdığı ilk deneklerin bir numunesi olduğu söylenmişti bu ırkın kendisine. Bu durum karşısında kendisi ilk başta onlardan çok korkmuş olsa da, daha sonra onlara alışmıştı. Onlarla birlikte çok acı çekmiş, çok badireler atlatmışlar çok savaş görmüşlerdi.

“Koruyucumuz.” diye selamladı, onu Drake, sesi boğazından geliyor gibiydi. “ Zihinsel, görüşme talebi var.”

“Sinyal Doğudan mı Batıdan mı geliyor?” dedi Darkon onun selamına karşılık verdikten sonra, pencereye doğru dönerek.

“Batıdan.” dedi Drake elindeki kağıdı uzattı.

Darkon, kağıdı alıp inceledi bir yandan da bıyıklarını düzeltiyordu. Bu kod Üstad Valerion’un koduydu. Tepki vermeden kağıdı geriye doğru uzattı. “Gidelim.”

Birlikte odadan çıkarak, Mozole’nin koridorlarından ilerlediler. Büyük Devasa blok betonlardan oluşturulmuş olan Mozole, hem ana hükümet binası hem de anma alanı olarak kullanıyordu.
Çünkü zalim ırkların boyunduruklarından kurtuldukları vakit, bu uğurca canlarını veren yaklaşık On sekiz milyon Drake’nin çoğu temsili olmak üzere mezarlarının olduğu yerdi burası. O zamanların hiç unutulmamasını, hep hafızada olmasını istiyordu. Uzun bin yıllar boyunca, geçmişin silik bir hafızaya dönüşmemesi için uğraşmıştı.

Mozolenin ana girişine geldiklerinde, büyük duvarlarda yazılan, isimlere oranın üzerindeki, “En Eşit En Adil.” Yazısı gözüne çarptı, ardından çeşitli milletlerden Drakeler’in anma taşlarına gidip dua ettiklerini fark etti. Kimi Drakeler Siyah pullarla kaplıydı, bunlar kuzeybatı Drakeleriydi, Eski Salemender bölgesine yerleştikleri için zaman içinde Volkanik arazi onların tenini siyaha nefeslerini ateşe çevirmişti. Kimi Drakelerin tenleri Maviye dönüşmüştü, ve basit solungaçları ortaya çıkmıştı bunlar ise Kuzey bölgesinin Drakeleriydi.

Zaman, hepsinin çehresini değiştirmişti, ancak onlar hep bir milletti, bir ırktı. Bu onların kırılmaz iradesiydi. Kendisi bu yolda öncü olmuştu, ama onu asıl harekete geçiren kişi Üstad Valerion idi. Şimdi ise onunla konuşmaya gidiyordu, en son yaklaşık bin yıl önce görüşmüşlerdi. Ona İblis Tanrısı Korlak’ın öldürüldüğünü söylemişti.

Bu sefer hangisi öldü acaba? Lütfen Glaroth olsun diye düşündü. Bin yıllar geçmesine rağmen, hala bazı geceler onun ejderha kükremeleriyle uyanıyordu… Alnında biriken teri cebinden mendil çıkararak sildi, ağzı kurumuştu. O bunları düşünürken, Mozolenin içerisine ilerlemişlerdi. İçeride birçok büyü odası vardı. Mozole’nin inşaatında yapılan kazılarda, antik büyü kulelerin kalıntılarına ve büyü parşömenlerine rastlamışlardı. Bütün bu büyüleri Üstad Valerion’un yardımı sayesinde çözmüşler üzerlerinde yıllarca çalışma yaparak kullanmayı başarabilmişlerdi.

Üstad Valerion onlara yardım etmek için bin yıldan uzun bir süre burada kalmıştı. Ancak Üstad’ın intikamı onu burada kalmasından alıkoymuştu. Ayrıca Kimmeriar’da din ve devlet işlerinin ayrı olması fikrine de hiç alışamamıştı. Bana kızgın diye düşündü, Ancak Darkon pek çok şey konusunda iyi olmayabilirdi hatta yeterince becerikli de olmayabilirdi ama fikirleri konusunda inatçıydı.

Sıra sıra odalardan geçtiler, en sonunda en büyük odanın önünde durdular. Bu odayı Üstad Valerion yapmıştı. Zihinsel konuşmanın gücünü arttırdığını söylediği bu odada görüşmüşlerdi birbirlerinden uzak bin yıllar boyunca.

Odaya girdiğinde, kendisini izleyen Drake dışarıya çıktı. Oda boş bir küp şeklindeydi içeride hiç ışık yoktu. Darkon, odanın ortasına doğru ilerleyerek Üstad’ın ona öğrettiği gibi meditasyon oturuşuna geçti. Zihnini tamamen açarak, bekledi. Bir süre sonra kafasının içerisinde bir ses yükseldi

“Bastique.” dedi Üstad Valerion sesi keyifli geliyordu.

“Büyük Üstadım.” dedi Darkon sessizce, “ V.R’ye şükürler olsun ki hayattasın hala.”

“Hayattayım V.R ‘nin iradesi sayesinde.” dedi Üstad Valerion, sesi sıcaktı V.R’den bahsedilmesi hoşuna gitmişti. “ Çok zamanım yok Bastique, Sana söyleyeceklerim var?”

“Dinliyorum.” dedi Darkon sükûnetle, “Bu sefer hangisi öldü?”

“Myrcid.” dedi Üstad Valerion ancak sesi bu sefer o kadar da keyifli gelmemişti. “ Ama o önemli değil, en azından söyleyeceklerimden.”

“Dinliyorum.” dedi Darkon, Myrcid’in ölümüne şaşırma fırsatı bile bulamamıştı.

“Legistas’ın zayıf noktasını sonunda öğrendim.” dedi Valerion sesindeki keyif yerine gelmişti. “
Ama bu noktayı ortaya çıkartmak için uzun süre Meditasyonda kalacağım.”

Parlak saçlı sürekli siyah giyinen ona küçümseme ile bakan Legistas geldi gözlerinin önüne, gerginlikle bıyıklarını düzeltti. Üstad konuşmaya devam etti.

“ Bunlarla ilgilenmediğini biliyorum, ancak seni uyarmaya geldim buraya. Legistas’ın zaafını bana Kedfith söyledi, ardından Legistas ile görüşmeye gitti. Unutma sana söylediğim gibi Legistas yıllardır bu anı bekliyordu, Kedfith’den yardım karşılığı ne istedi sanıyorsun.”

“Burasının fethini.” dedi Darkon kaşlarını çatarken, “Bu işin riskli olabileceğini sana söylemiştim Üstadım. Senin oyunun tehlikeli bir oyundu hep şimdi hepimizi ateşe atıyorsun.”

“Ben bir şey yapmasaydım da, sana elbet bir gün saldıracaklardı Darkon.” dedi Üstad sertçe, bu sefer kızdığı için soyadını söylemişti. “Kafanı kuma gömmeyi bırak! Legistas2In bu kıtayı sana bırakacağını mı sanıyorsun?”

“Dediğin gibi olsaydı, çok daha önce saldırırlardı.” dedi Darkon, “Ama yapmadılar, yapamadılar. Muzaffer Glaroth’un bile yenemediği orduyu yenmeye çalışmayı hiçbiri göze almadı.”

“Madem göze alamadılar şimdi ne değişti?” dedi Üstad Valerion sözleri zehir gibiydi.

“Onları buna zorladın çünkü.” dedi Darkon inatçıydı, “ Önce Hükümsüz bıraktıklarımızı dışarı çıkarman, şimdi de dediğin gibi Myrcid’in ölümü Kedfith’i çaresiz bıraktı. Çaresizliğin nasıl olduğunu bilirim Üstadım, ağızda nasıl kül bir tad bıraktığını. Altı tane İridum gücüne sahip Hiandar bizi yenemedi ve kıtalarından sürüldüler, ama bu on iki olursa hatta daha fazlası sonucun ne olacağını kim bilebilir?”

“Olacak olan buydu Darkon!” dedi Üstad sert bir sesle “Bunu yeterince ertelediler ancak daha fazla erteleyemezlerdi. Hem saldırıda bulunanların sadece Hiandar olacağını da düşünme. Glaroth Arkonlardan ve Thengulardan oluşan bir ordu topladı bile, Kimmeriar’a saldırı sandığından daha da çabuk yaklaşmaktaydı.”

“Glaroth… Arkonlardan ordu mu topladı?” dedi Darkon sesi boğuklaşmıştı.

“Endişelenme Bastique.” dedi Üstad sesini yumuşatarak, “Seni düşünmediğimi sanıyorsun, ama yanılıyorsun. Zor da olsa Glaroth’u ele geçirdim, diğerleri buna uyanmadan önce. Şimdilik bir tehlike arz edecek durumda değil. Sen sana gelecek Tanrıcıklara hazırlıklı ol. Geldikleri anda da bana haber gönder. Savaşabilecek kaç kişin var?”

“ İki zorlarsak, iki buçuk milyar.” dedi Darkon otomatik cevapla, zira nerdeyse her ay bunun hesaplarını inceliyordu ancak aklı Glaroth’daydı. Üstad Valerion çok büyük bir şey başarmıştı.
“Onu yakaladın demek ya diğerleri?”

“Kedfith’in kıtasını talan etmekle meşguller.” dedi Üstad sesi boğuklaşmaya başlamıştı.
“Dediklerimi unutma, onlar geldiğinde haberi mutlaka Somduran’a ulaştır.”

“Peki, Büyük Üstad’ım. Söylediklerini yapacağım.” dedi Darkon, alnında biriken terleri sildi. “V.R yanında olsun.”

“Hepimizin yanında olsun.” dedi Üstad Valerion sesi uzaktan geliyordu, ondan sonra bağlantı koptu. Darkon, bıkkın bir kararlılıkla ayağa kalktı. Dizleri terlemiş dudakları kurumuştu. Hızlı bir adımda odadan çıkarak, büyü odaları koridorundan ilerleyerek, Anma Salonundan da geçerek dışarıya çıktı.

Mozolenin dışarısındaki merdivenlerden inerek, yağmurun tenine işlemesine izin verdi, damlalar üzerine yağıp gömleğini ıslatırken, O yağmur içinceki bu kente baktı. Yıkımı, acıyı ve kederi şimdiden görebiliyordu. Kaşlarını çattı, bir heykel gibi merdivenin en altında durduğunda. Yağmurda hızlı hızlı ilerleyen Drakeler ona doğru dönüp baktılar. Ardından içeriden gelen başka bir grup Drake ona doğru ilerledi.

“Baş Koruyucu” dediler çekinerek. Arkasında durmuşlardı.

“Vakit geldi.” dedi Darkon, sükûnetle ama içi öfke doluydu. Onlara doğru dönerken ekledi. “ Savaş alarmlarını çalın.”


19 Bin yıl önce…

Graeteldal Şehri, Hakimiyet Bölgesi Başketi, Hiandarik Cumhuriyeti

Vicneto Roushka Katedrali


Büyük Katedrel binasının içerisinde, geniş büyük bir kütüphanenin ortasındaydılar, dört bir yanı çevrelemiş Kitaplar dışında olan tek şey, büyük ahşap cilalı bir masaydı. Büyük Masada üst üste yığılmış kitaplar. Küre şeklinde yapılmış bir Fozkitilar haritası ve birçok parşömen arasında kaybolmuş Siyah karga tüyünden bir kalem göze çarpıyordu.

Başka bir kalem ise, Hiandar Baş Rahibi, Meiou Rahgou’nun elindeydi. Uzun bir parşömene yazılar yazmaktaydı. Başrahip yazıyı yazarken fırça gibi bıyığı oynuyor, kendi kendine mırıldanıyordu. Başında kulaklarının arkasında kısa kesilmiş saçları dışında saç yoktu. Ancak sakalı gürdü ve pek çok yerden ağarmıştı.

“Mademki her şey yok olacak bir gün, insan ölüme neden üzülsün değil mi gençler?” dedi hırıltılı ses tonuyla, parlayan siyah gözleri karşısında ayakta bekleyen iki delikanlıya bakarken.
Karşısındaki iki delikanlı, huzursuzca kıpırdansalarda bir şey söylemediler. Baş Rahip onlara baktı, ardından ustura ile kesilmiş mor saçları yeni yeni uzamaya başlayan gence doğru döndü. “İyi iş başardın Vicerion, Ruh Krallığını parçalayıp Akademiyi yok etmede büyük bir pay oynamışsın. Ruh Adamlar bize sıkıntı çıkarıyordu zaten. Ben seni işleyişlerini öğren diye oraya göndermiştim ama sen beklenenin üzerinde çıktın evlat.”

“V.R’nin iradesi buydu Üstad’ım.” dedi Vicerion tevazuyla “Şartlar hasıl olduğunda biz de harekete geçtik.”

“Senin orada olduğunu bilen, birlikte çalıştığın, yoldaşlık ettiğin kişilerden hangileri hayatta kaldı.” dedi Meiou Rahgou tekrar yazma işine geri dönerken “Anlat.”

“Sağ kalanlar oldu.” dedi Vicerion yutkunarak, “ İlk olarak bu saldırıyı planlayan Otoboroshi Roshirou,ve kardeşleri Rokushi ile Venessa sağ kaldılar.”

“Genryusai’nin çocukları Hımm.” dedi Başrahip, hızlıca başka bir parşömene geçti, “Babalarını öldürdüler mi?”

“Evet.”

“Kaçak hayatı.” dedi Başrahip, yazdığı bir kelimenin altını çizerken. “Hiçbir Ruh Adam halkı onları kabul etmez. Güçlülerse yaşarlar zayıflarsa ölürler. Bekleyeceğiz. Başka?”

“Nephilium Ouderbaque.”

“Genç dahi çocuk, güçlü büyücü.” dedi Başrahip, bakışlarını kaldırdı, siyah gözleri kısılmış göz kenarları kırışmıştı. “İşe yarar, Ruh Gücü Shiliak’da hoş karşılanmaz. Bunu kullanabiliriz.
Başka?”

“Aikroth, Gri Aygır.”

“Hiandar, Arena Dövüşçüsü.” dedi Tüy Kalemle sakalının kenarını karıştırırken, “Sinyor De La Page, onun işe yarar bir dövüşçü olduğunu söylemişti. Üstelik zaafları da varmış. Başka?”

“Son olarak, Antonio De Le Vaq.” dedi Vicerion, tedirginlikle, bu ismin Baş Rahibin hoşuna gitmeyeceğini biliyordu.

“Başımın belası.” dedi, gülerek ama bu tehlikeli bir gülümsemeydi, bu süre zarfında yazdığı parşömeni bırakmış gözleri Vicerion’a kilitlenmişti. “ Onu orada öldürmeni söylediğimi hatırlıyorum.”

“Denedim Üstadım. Bağışlayın.” dedi Vicerion diz çöktü yanındaki delikanlı ise olduğu yerde kalmıştı. “Oldukça uyanık bir adam, ben sizin dışınızda yapacağı her adımı bu kadar çok hesaplayan biriyle tanışmamıştım. Her an tetikte, geceleri doğru düzgün uyumuyor bile –“

“Yeter!” dedi Baş Rahip öfkeyle ayağa kalkmıştı. “ Önümde diz çöküp bahaneler sunuyorsun. Bir Hiandar Rahibi, asla diz çökmez. Bahaneler sunmaz. Seni çocukluğundan beri ben yetiştirdim Vicerion, bunu her zor duruma düştüğünde diz çökmen için yapmadım. Çünkü ben ihtiyar bir adamım ve ihtiyar bir adam kendinden sonraki dönemleri de düşünmeli. Bu yüzden karşındaki ben dahi olsam diz çökmeyeceksin.”

Vicerion apar topar ayağa kalktığında Baş Rahip derin bir iç çekti sonra sakinleşti. “O Tüy Tüccarı tehlikeli bir adam, geçmişi yok. Eos’ta birden bire ortaya çıkıyor, ardından doğuya gidip Tüy tüccarlığı ağını kuruyor. Nasıl kurduğu ayrı bir muamma. Ondan sonra Evlenip bir çocukla dönüyor oradan ve bu ticaret ile büyük bir nam kazanıyor. Imre’ye gidip De Le Vaq Ailesine sorduğumda bu adamı inkar ediyorlar. Yine de o adam bu soyadını kullanıyor. Sinyor De Le Page ona benzeyen bir adamı olduğunu ama Kapatma Savaşlarında öldüğünü söylüyor. Geçmişini her koldan didik didik etsem de karmaşık muğlak ifadelerden başka bir şeye rastlayamıyorum. Bir zaafı yok, karısı ve çocukları onun Tüccar rolü için bir kılıf sadece, tıpkı V.R ayinlerine göstermelik gitmesi gibi. Hepsi rol ve bu rolün altında yırtıcı ve öfkeli bir adam var. Şimdiden Eos Baronum Raymound Tusk’ı tehdit etmeye başladı bile, yokluğunda Eos rahatlamıştı ancak şimdi eskisinden de güçlü geri dönecek.”

“Üstadım.” dedi Vicerion araya girerek ama Meiou elini kaldırarak buna izin vermedi, Masasının arkasında volta atmaya başlamıştı bile “Kara Kral.” Hiandar’ın en güçlü adamıydı. Hiandar’ın dört bölgesini Baron, Kont veya Düklüklere bölmüş, Yeraltı organizasyonuyla bütün ülkeyi yönetmekteydi. Odada volta atarken, eliyle sakalını sıvazlıyor daha çok kendi kendine konuşuyordu.

“Bu işi, Besar’a devretsem, bu adam onunla başa çıkacaktır hem ortalığı kan götürür bunu istemeyiz. Vale desem onu da yenebilir, para kasamızı tehlikeye atamayız. Yine de bu adam büyüdükçe başımıza daha çok dert açacak. Duyduğuma göre sokaktaki çocukları ve uygun köleleri, toplayıp kendi adamı yapıyormuş. Tıpkı bizim gibi, ahh bu kadar yaşlı olmasam, onu kendim halletmek isterdim. En azından ticari ağına sabotaj yapmak lazım, o adam başını kaldırmamalı.”

Duraksadı, bir an delikanlıların orada olduğunu unutmuş gibiydi, ardından sakalını sıvazladıktan sonra iki delikanlıya doğru tekrar döndü. Bu sefer gözleri diğerindeydi. “Bastique, Krondor Başrahibi Begrand senin hakkında epey övgüde bulundu. Anlaşılan haksız da değilmiş, Alt Sınıf Temsilciliği sınavını birincilikle bitirmişsin. Hem sözlüde hem yazılıda, bunu başaran hiç olmamıştı.”

“Bunun için eğitildim Üstadım.” dedi Bastique Darkon kurumuş dudaklarını ıslatırken

“Güzel.” dedi Başrahip sandalyesine otururken. “ Hiandar Proleterleri beni endişelendiriyor. Belli düşük gelirlli işçiler, hep isyanların en büyüğünü başlatırlar. Tarih boyunca böyle olmuştur. Çünkü çokturlar ve kaybedecek bir şeyleri yoktur. Guvarganf, bunu engelleyemiyor sürekli iç isyanlarla uğraşıyoruz.”

“Çünkü çok vergi alınıyor ve can güvenlikleri yok denecek kadar az.” dedi Bastique, nerdeyse otomatik bir cevapla, “Bunu engellemenin yolu, onlara devletin onlara hizmet ettiği bilgisini aşılamak, Devlet onlar için var. Bu yüzden vergileri bir süre için indirilip, üretim yapanların güvenliğini sağlanmalı.”

“Dersine çalışmışsın,” dedi Başrahip gülerek, “Ancak bunlar sonraki işlerin, Şimdi, senin işleri iyi öğrenmen için Proleterya Sekreterliğine atıyorum. Bu yüksek atamaya emsal teşkil edecek puanı almana da çok memnunum yoksa çatlak sesler çıkacaktı. Guvarganf’ı incele, yanlışlarını gör notlar al. Begrand senin bir görev adamı olduğunu söylemişti. Bana bunu kanıtla.”

“Görevim onurumdur Üstadım.” diyerek selam verdi Darkon.

“Sana gelince, Vicerion.” dedi Hiandar Başrahibi “Artık bu adı kullanamazsın, Ruh Akademisi ile bağlantın olmamalı, senin adın bundan sonra Valerion Ryan olacak. Kimliğini ayarlayacaklar ve siz ikiniz birlikte Krondor’dan gelmiş olacaksınız.”
İkili başlarıyla onaylarken, Başrahip devam etti.

“Bastique’e şehri gezdir, Valerion.” dedi, gülerek. “ Bu şehirde kimin sansar, kimin çakal kimin de aslan görünümlü fare olduğunu öğret. Sizin birlikte kalacağınız ev ayarlandı. Gidin şimdi V.R size selamet versin.”

İki delikanlı birbirlerini süzdükten sonra aynı anda, “Size de Üstadım.” diyerek çalışma odalarından çıktılar. Bundan sonra beraber olacaklardı.



*****


18 Bin yıl önce…

Graeteldal Şehri, Hakimiyet Bölgesi Başketi, Hiandarik Cumhuriyeti

Cumhuriyet Senatosu



“Bastique Darkon.” dedi Antonio De Le Vaq Baş Senatör odasında otururken elindeki raporu inceliyordu. Senatör olalı henüz birkaç yıl olmuştu ve şimdiden pek çok konsey üyesini değiştirmiş ya da değişmesi için teklif vermiş kritik yerlere atamalar yapmaya başlamıştı bile.
“ Proleterya Başkanlığına geleli yaklaşık beşyüz seksen yıl olmuş. Bu süre normal makamlar için kısa bir süre ama şu ana kadar kimse bu başkanlıkta bu kadar uzun kalmamış. Senin sırrın ne?”

Bu bir sınav, beni değiştirmek için bir neden arıyor diye düşündü Darkon, dudakları kurudu hemen ardından elleri bıyıklarına doğru gitti. “Sırrım doğru bir şekilde çalışmak, Proleterya’yı halktan biri olarak görmek. İhtiyaçlarını tespit edip, ona göre önlem almak.”

Antonio De Le Vaq’ın gözleri kısıldı, yüzünde bir gülümseme vardı. “Tedirginsin.” dedi ayağa kalkıp, viski dolabına doğru gitti. “ Biraz içki içmek seni rahatlatır belki.”

“Hayır, teşekkür ederim Senatörüm.” dedi Darkon otomatik olarak, “ Ben alkol kullanmam.”

“Dinsel inançlardan mı?” dedi De Le Vaq, kaşlarından biri kalkmıştı, kendisine viski koyuyordu bir yandan da.

“Kendime saygımdan.” dedi Darkon, De Le Vaq’ın kaşarını çattığını görünce ekledi. “Zihnimin bulanık olması kaldırabileceğim bir şey değil.”

“Otokontrolün mükemmel bir şekilde gelişmiş.” dedi, Antonio De Le Vaq bakışları nerdeyse Darkon’un içini görür gibiydi. Bu konuda Valerion onu uyarmıştı. De Le Vaq bir Mor ruh kullanıcıydı karşıdakinin hislerini duygularını anlayabilir ve kolayca çözebilirdi. Gerçi adamı gördükten sonra bunun için Mor Ruh’un gücüne ihtiyaç duyacağını zannetmiyordu. Adam feleğin çemberinden belki de dört kere geçmişti.

“Bu şekilde eğitildim.” dedi Darkon düşüncelerinden sıyrılarak.

“ Rahipler tarafından mı?”

“Evet, Krondor, Geldich Manastrında yetiştim.”

“Dindar bir adam mısın?” dedi Antonio De Le Vaq yerine oturup viskisinden bir yudum alırken

“Evet.” dedi Darkon, bu tuzak sorunun farkındaydı ama yalan söyleyecek de değildi. “Dini vecibelerimi mümkün olduğunca yerine getimeye çalışıyorum ancak bu hiçbir şekilde Devlet işlerimi aksatmıyor.”

“Devlet mi Din mi sence?” dedi Antonio De Le Vaq

Adam çakal gibi kurnazdı ancak Darkon bu tip alengirli işlerden anlamazdı, her zaman düşündüğünü söylerdi. “Bastique Darkon olarak kişisel soruyorsanız bu sorunun cevabı din derim. Ancak Proleterya Başkanı olarak soruyorsanız önceliğim devlettir. Bence Din ile devlet işleri birbiriyle karıştırılmamalı.”

Antonio De Le Vaq bu cevap karşısında şaşırmış görünüyordu, Masasına doğru eğildi gözleri ışıl ışıldı, “Bunu Kara Kral duymasın, hiç hoşuna gitmez. Sonuçta yirmi üçler konseyinde onun da bir koltuğu var.”

Senatörün, Başrahibin yer altı ismini kullanmasının bir manası vardı mutlaka ama Darkon umursamadı.“ Duyabilir zira kendisine de söyledim. Kendisi Üstadım’dır, Saygım büyüktür ancak benim Tanrım V.R’dir. Bence Din, devlet işlerine karıştırılıp kirletilmemeli.”

“Bunu ona söylediğin an orada olmak isterdim.” dedi Antonio De Le Vaq, gülümseyerek. “İlginç bir adamsın Darkon, içinde her an filizlenecek korkularla dolu olmasına rağmen sözlerini sakınmıyorsun.”

“Ben basit bir adamım Senatörüm.” dedi sadece Darkon o da gülümsemişti, “ Sadece bu şekilde yetiştirildim.”

“Peki, biraz da iş konuşalım.” dedi Antonio De Le Vaq, “ Bundan sonra, eğer ben uygun görürsem birlikte çalışacağım çalışma arkadaşlarımdan olacaksın. Sen geldiğinden beri işçi isyanları oldukça azalmış ama ben bunu tamamen yok etmek istiyorum. Sen ne öneriyorsun?”

“Bu konuda bir çalışmamız var Senatörüm.” dedi Darkon getirdiği çantadan büyükçe bir dosya çıkarıp De Le Vaq’a doğru bıraktı. “Proleter’lerin istediği şey eşitlik, Fabrikalarda çalışan bir işçi çocuğunun, Yargıç olabilmesini, Polis olabilmesini istiyorlar. Buna Fırsat Eşitliği adını koyduk. Sokaktan gelen bir çocuğun Senatör Yardımcısı olabildiği bu ülkede, İşçi sınıfının çocukları neden işçi olarak kalsın.”

“Legistas’ı örnek göstererek bana laf sokuyorsun.” dedi Antonio De Le Vaq, gülümsemişti. Darkon ise şaşırmıştı böyle bir niyeti yoktu oysaki. “ Ama haklısın, yetenek bir maden gibidir, her yerde bulunabilir. Yine de bunu Senatoya sunarsak, İşçi sınıfının giderek azalacağını en sonunda iş gücünü üreten kimsenin kalmayacağını söyleyeceklerdir.”

“Bunu da düşündük.” dedi Darkon otomatikmen, dosyasnın ileriki kısımlarını açtı. “ Proleter’lerin her çocuğuna çocuk yardımı verilmesi konusunu geçen yıllarda senatodan zor da olsa geçirmiştik. Bununla alakalı ise çocuklarının üst sınıfa geçirmek isteyen ailelerden bu yardımı keseceğiz. Diğer sınıflarda bu yardım olmadığı için bu şekilde daha eşit olur diye düşündük.”

“Ancak bazı aileler maddiyatı düşünerek çocuklarının üst sınıfa geçmesini istemeyecektir.” dedi De Le Vaq kaşlarını çatarak. “Bu pek fırsat eşitliği gibi gelmedi gözüme.”

“Proleter çocuklarını ücretsiz sınavlara sokacağız.” diye devam etti Darkon. “Bu sınavın sonuçları aileye bildirilecek, Sınavdan üst düzey puan alan çocuklara burs vereceğiz bu da kesilen paranın yerini karşılayacak. Ancak ortalamanın azıcık üstü veya vasat çocuklara burs vermeyeceğimiz için para kesilecek bu şekilde bu sınıfın vasat çocukları yığınlar halinde üst sınıfa geçmeyi çabalamayacaklar sadece hak eden geçebilecek. Vasat öğrenciler geçmek istiyorsa da bunun bedelini ödeyecekler.”

Bu noktada bir iç çekti. “Bence, üst sınıflardaki, vasıfsız çocukları da Fabrikalara yönlendirsek de bu sorunu çözmüş olurduk. Lakin bu toplumda büyük bir infial yaratacağı için bu çözüm yolunu bulduk.”

“Güzel düşünmüşsün.” dedi Antonio De Le Vaq viskisinin son yudumunu alarak, “Bu projeyi senatoda onaylatırım. Ancak yirmi üçler konseyinden geçeceğini sanmam.”

“Neden?” dedi Darkon hayal kırıklığıyla bu proje üzerinde oldukça uzun zamandır çalışmıştı.
“Eksik olan nedir Senatörüm, söyleyin tamamlayalım.”

“Eksik Büyük Konseyin ve senin Bağnaz Rahiplerin beyninde… Sende eksik yok.” dedi Antonio De Le Vaq, birden bire öfkelenmişti. “Bu proje ya da kanun teklifini reddedeceklerdir, çünkü İşçi sınıfını tamamen kaldırmak Onların yerine Irk Projesindeki halkları çalıştırmak istiyorlar.”
Darkon iç çekti, kendisi de yirmi üçler konseyi üyesiydi. Senatör haklıydı bu kanun teklifinin reddedileceğini ön görememişti. Gündemdeki en büyük çalışma Irk Projesiydi, Vahşi ırkların eğitilip büyüyle ya da bilim ile düzenlenip Hiandar’a insani güç sağlamaktı. Bu kendisine göre zulümden başka bir şey değildi. Bunu özellikle isteyen Başrahip’ti, inananları koruyacak ve onlar yerine ölecek ırk projesini bizzat kendisi öne sürmüştü.

“Üzgünüm Senatörüm, öngöremedim.” dedi Darkon, De Le Vaq’ınmasasındaki kalın dosyayı geri alacakken De Le Vaq elini dosyanın üzerine koydu.

“Kalsın.” dedi gülümseyerek “ Geçemeyeceğini düşünüyorum ama yine de denemekten bir zarar gelmez. Hem dosyayı incelemek istiyorum.”

Darkon bunun üzerine gülümsedi, “Teşekkür ederim Senatörüm.”

“Şimdi gidebilirsin.” dedi Antonio De Le Vaq “Bu tanışma toplantısıydı, bir dahaki toplantımız daha uzun olacak. Bana tam işçi sayılarını, nerede çalıştıklarını ve bunların hangi sektörlerde istihdam edildiğinin tam bir listesini istiyorum. Sadece fabrikalar değil, hizmet sektörü de buna dahil edilmeli.”

Darkon bunu duyunca duraksayarak, elini evrak çantasına doğru attı. Geniş bir klasör daha çıkarıp De Le Vaq’ın masasına koydu. “Bunu isteyeceğinizi düşünmüştüm, sayılar günceldir son düzeltmeleri dün gece yaptım.”

De Le Vaq gözlerinde müzhip bir ifadeyle klasörü açtı, Yazıların sayfalarını çevirirken, şaşkınlıktan gözleri büyüdü. “Bunların hepsi el ile yazılmış, hiç büyü yazım imgesi yok.”

“Geceleri, envanter çıkartmak beni rahatlatıyor.” dedi Darkon biraz mahcup bir ifadeyle
De Le Vaq gülümsedi, ayağa kalkıp onu kapıya kadar geçirdi. “Sen çok ilginç bir adamsın
Bastique Darkon. Bir dahaki toplantımızda sana soracaklarım var.”

Darkon Senatörün bu yaptığı jest karşısında selam vererek, odasından ayrıldı. Terden gömleğinin yakaları ıslanmıştı ancak toplantının iyi geçtiğini düşünüyordu. Eski senatör olsa onu geçiştirir çoğunlukla da duymazdan gelirdi. Antonio De Le Vaq, Büyük Üstad’ın ondan korkmamasına şaşmamalı, işinin ehli bir adama benziyor diye düşündü.

Bu düşüncelerle senatodan hızlı adımlarla çıktı, Kanunları bir kez daha okumak istiyordu. Bu Yeni Irkı eğer Senatörün dediği gibi iş işlemleri için kullanılacaksa bir kanun taslağı oluşturmalıydı. Tabi Köle Statüsünde görünürlerse bu alan Kendisinin alanından çıkıyor Baş Gardiyan’ın alanına giriyordu. Yine de hazırlıklı olmalıydı.

Hazırlıklı olmazsa içi rahat etmezdi.


****


18 Bin yıl önce…

Graeteldal Şehri, Hakimiyet Bölgesi Başketi, Hiandarik Cumhuriyeti

Konsesyum Salonu, Hiandarik Yüksek Yönetim Binası



Yirmi üçler konseyinin olduğu, salon oldukça genişti. Salonda uzun oval masalarda geniş rahat sandalyelerde oturuyorlardı. Salonda büyüsel ve teknolojik gelişmelerle birlkte yapımış olan, güncel Hiandarik Cumhuriyeti Haritasında sürekli işaretler yanıyor, haber yazıları duvarda herkesin görüş açısında ayrı ayrı beliriyordu. Masa ovaldi oval olmasına, buna karşın dört ana kısıma bölünmüştü. Bu dört kısım Yargı, Din, Senato ve Askeri Kısım olarak ayrılmıştı.

Her zaman toplantılara en erken gelen Bastique Darkon boş koltuklara bakarken düşündü. Bugün belli ki zor olacaktı, Antonio De Le Vaq erken seçime gidilmesine rağmen ezici bir oy çokluğuyla tekrar seçilmişti. Bu ihtişamlı zafer, De Le Vaq’ın elini oldukça güçlendirmiş olmalıydı. Ama Bu Senato ile Yargı’nın Din ile Askeriye ile savaşıydı. Darkon bu iç çekişmeleri manasız bulsa da bunlara ana erkler deniyordu Hiandarik Oligarşik Cumhuriyetinin yönetimini belirleyen nihai temeller bu dört ana direğe bağlıydı. Bu Erkler çoğu zaman çatışma hallerinde olmasına karşın bütün Hiandar bölgelerinden gelen kararlar en nihayetinde burada onaylanır ya da Veto edilirdi.

Baş Senatörü, önce Senatoda Senatör seçilmek kaydıyla halk seçerdi, Senatöre bağlı olan ve yirmi üçler konseyinde koltuk hakkı olan Başkanlıkları da ilgili birimlerin onayı ile Senatör atardı. Kendisinin başkanlık yaptığı Proleterya Başkanlığı ya da Dış İstihbarat Birim Başkanlığı gibi başkanlıklardı bunlar Senatöre bağlı altı başkanlık vardı. Baş Yargıcı ise, Yargı Yüksek Kurulu Yüksek Yargıçlar arasından seçerdi, Baş Savcı ise konseyde Baş Yargıca bağlı olmak kaydıyla yine Yargı Yüksek Kurulu seçerdi. Baş Yargıç, Hukuk Başkatibini ve Başkomutan ile müşterek onayla Baş Gardiyanı atamaya yetkiliydi.

Baş Komutan ise Hiandar Birleşik Ordusunun en Üst Rütbeli Komutanıydı, Ordu; Doğu, Batı, Merkez, Deniz ve Hava olarak, beş kısma ayrılmıştı ve her kısmın komutanı da konseyde koltuk sahibiydi. Baş Komutan Merkez Komutanı dışında hepsini Resen yani direkt kendisi atar, Merkez Komutanını ise Senatör ile Müşterek onay ile atardı. Baş Rahip, Hiandar’ın Metafizik kısmından sorumluydu Üç Yol Büyücü Liderlerinin, Kahinler Meclisi Lider’ini ve Klimatalogu (Hava Lideri) atama yetkisine ilgili birimlerin onayıyla sahipti. Kendisi Ana konseyi, Başkanlar, Başlar, Komutanlar ve Liderler diye ayırmayı daha akılda kalıcı buluyordu.

Kararlar alınırken, Erk Liderlerinin yani Baş Sanatör, Baş Yargıç, Baş Rahip ve Baş Komutan’ın oyları iki diğer konsey üyelerinin oyları ise bir sayılıyordu. Sistemde Din kısmı dışında bir yanlışlık yoktu aslında, Din yerine başbüyücü olsaydı sistem daha güçlü işleyebilirdi belki de, ancak Haindarlar öteden beri Dindar bir toplumdu. Kendisi ne kadar bunu görmek istemese de halk Dini Liderlerinin karar almada etkisinin olmasını istiyordu.

Kendisi bu düşünceler içerisindeyken, konsey üyeleri yavaş yavaş içeriye gelmeye başlamıştı bile, Yeni seçilmiş Yargıç Başkatibi Darihond Kedfith koltuğuna oturmadan önce onu kısa bir baş selamı ile selamladı. Darkon otomatik olarak karşılık verdi, diğerleri ona selam vermeye zahmet etmeden oturdular.

Son olarak gelen, Dört Erk Lideri yerlerine otururken gözleri onlara ilişti. BaşRahip Meiou Rahgou ona sert sert bakıp yerine oturmuştu, öfkeliydi. Başyargıç, Ellon Vaugh karizmatik edayla herkesle selamlaşarak içeri girmiş sakince yerine oturmuştu. Baş Komutan İsfendiyar Burkal ise umursamazca yerine geçmişti. En son gelen seçimin galibi, Antonio De Le Vaq ise, gülümseyerek içeri girmiş tebrikleri kabul etmiş otururken de Darkon’a göz kırpmıştı.

Kısa gergin bir selam verip notlarını düzelten, Darkon kuruyan ağzını diliyle ıslattı. Başrahip onlara bakmaktaydı, aralarındaki gerginliğin kendisine patlamasını hiç ama hiç istemiyordu. Neyseki böyle bir şey olmadı zira Antonio De Le Vaq oturduğu gibi konuşmaya başladı.

“ Bir zamanlar, ben genç bir delikanlıyken Lorenzo diye bir arkadaşım vardı.” dedi eline bir kalem aldı ve onunla oynamaya başladı. Gözleri uzaktaydı. “ Güçlü kuvvetli bir delikanlıydı, babası asker ya da Arena düvüşçüsü olmasını istiyordu ama o heykele meraklıydı, o elini kana değil kile bulamak istiyordu. İmre’nin yüksek tepelerinde otururken, Hiandar’ın skolastik düşünce yapısının onu nasıl kısıtladığından bahsederdi. Sadece onu değil, bütün halkımızı nasıl kısıtladığını. Onun heykel yapmasına izin vermediler, sonunda asker oldu ve bir Arkon’un elinde can verdi. Oysa o sanatın başkentinde doğmuş bir çocuktu, yetenekliydi, yazık oldu. O çocuk Skolastik düşünce yapısı içinde kaybolan nice cevherden biriydi, artık bitti. Halkımız dün bu saçma politikadan nasıl sıkıldığını herkese gösterdi.”

“Hiandar Ordusunda ölüp sehit olmak, bir onurdur.” dedi Glaroth, sertçe Doğu Orduları Komutanıydı, komuta ettiği orduların hiçbir zaman yenilmemesiyle ünlüydü. Daha iki gün önce Varfguan Sırtlığında önemli bir zafer kazanmıştı. “Bunu küçümseyemezsiniz.”

“Küçümsemiyorum.” dedi Antonio De Le Vaq, elindeki kalemi parmaklarının arasına geçirmişti
“ Sadece manasız olduğunu, söylüyorum. Arkon’lar ile kaç yıldır savaştayız, on sekiz binyıldır.
On sekiz bin yılda ne biz onları yok edebilmişiz ne onlar bizi. Peki sınırlarımızda bir ilerleme olmuş mu? Hayır. Ganimet kazanmış mıyız? Yine hayır! Ne için savaşıyoruz biz o zaman, vatandaşlarımızı sürekli Arkon korkusuyla yetiştirmek ve onları kontrol etmek için mi?”

Kara Kral, elini öfkeyle masaya koyduysa da konuşan, Başkomutan İsfendiyar’dı. “Arkonlar vahşidir, Yok edicilerdir. Onlarla anlaşma yapılmaz. Tek amaçları Sapkın dinleri olan Rüzgar Dinini, E’iva ‘yı yaymaktır. Askeri konuları işin ehillerine bırakmanızı rica ediyorum, Sayın De Le Vaq.”

Sesi sakin ancak tehditkardı. Ancak De Le Vaq duracak gibi değildi. “Beni, Başkentten yüz metre dışarı çıkmamış Rassmusen ile karıştırma, Başkomutan. Ben Güneyde, Kuferyn Sultanlığının başkenti El Arebeyn’e, Kuzeyde Cre’van Buzullarına, Doğuda Thenguların, diğer deniz kıyısındaki Kar’karkufin dağına kadar gittim. Birçok ülke birçok halk tanıdım. Madem bu kadar dinsel cihatlara dayalı bir ülke Arkonian neden diğer ülkelere dinlerini yaymıyorlar da bizim ülkeye bu kadar kafayı takmış durumdalar?”

İsfendiyar’ın yüzünde nadir görünen gülümsemelerden biri belirdi. Darkon’un avuç içeri terledi, bu duygusuz adamın gülümsemesi tehlikeliydi. Ancak De Le Vaq durmuyordu.

“Bu bağnazlık, artık yetti!” dedi Antonio De Le Vaq, keskin bir sesle “ Senatodaki gizli oturumda, karar çıktı. Ateşkes görüşmesi yapılması için elçiler gönderilecek. Şimdi bu kararı senatoya sunuyorum.” dedi elini kaldırdıktan sonra karar metinlerinin görüntüleri Konsey üyelerinin önüne düştü.”

“Benim konsey üyelerim savaşta.” diye hırladı İsfendiyar, Merkez komutanı Pablo Di Capra ve Doğu Orduları Komutanı Houra Glaroth dışındaki üç konsey üyesi Arkonlarla yapılan Sekizinci Buz Savaşları için kuzeydeydiler.

“ Karar yeter sayısı olan, on altının üzerindeyiz.” dedi Antonio De Le Vaq, ardından Kedfith’e doğru döndü. “Yanlış mı hatırlıyorum Başkatip?”

“Doğru tam on altı kişiyiz.” dedi Kedfith sadece, konseydeki kişilere şöyle bir göz attı Darkon, üç tane Komutanın yanısıra, Üç Yol Büyücüleri ile Hava Lideri de Buz Savaşlarına katılmışlardı. Yan, BaşRhaip ile Başkomutanın oy berecek adamları toplantıda yoktu. Meio Rahgou ağzını sol yana doğru büzerek gülmeye başladı. Ancak gözleri ölümcül bir soğuk çelikti, kapkara ve dipsiz.

“ Madem bir hikaye ile başladın sen, oylamadan önce ben de anlatayım bir hikaye.” dedi “Kara Kral” yüzündeki gülümseme sol tarafa kaymıştı. “Bir zamanlar, İmre güzel sanatlar akademisinde bir çocuk varmış, mekanik akşamlara meraklı, icat seven bir çocukmuş bu, ona Tony diyorlarmış.”

Antonio De Le Vaq’ın gözleri kısıldı, ancak bir şey söylemedi. Meiou devam ediyordu.

“ Bu çocuğun aklı fikri icatlardaymış ama güçsüzmüş. Dövüş kabiliyeti zayıfmış, o yüzden yanına onu koruyacak ve dostluk edecek birini bulmuş akademiden, Bu güçlü çocuğun adı Lorenzo’ymuş.” Bu noktada duraksadı, Başrahip ardından devam etti. “ Sonra Lorenzo sayesinde, bu çocuğun arkadaş çevresi daha da çok büyümüş. Guliano, Lucrecia, Sonya… Birçok arkadaşı olmuş, kimi ona dövüşmeyi öğretmiş, kimi laf cambazlığını, kimi ise hayatta kalmayı. Derken daha sonra Imre’deki Arena Kapatma Savaşlarında bu adamların hepsi ölmüş. Çocuğun kendisi de dahil…”

Ardından duraksayarak, gözlerini De Le Vaq’a dikti,

“Sen bize kimin hikayesini anlatıyorsun evlat? Öldürdüğün adamların hikayesini mi anlatıyorsun bize? Yoksa, hayatta kalmak için öldü gösterdiğin arkadaşlarını mı anlatıyorsun? Hangisi ha hangisi? Hangisi yalan yoksa hepsi mi?”

De Le Vaq’ın yüzü öfkeden bembeyaz kesildi, elindeki kalem sert bir sesle iki ye ayrıldı. “İhtiyar..” dedi sesi öyle tehdit kokuyordu ki İsfendiyar yerinde doğruldu. “ Ebuban, Komfun, Nimak, buradaki gizli oluşumlar yok edildi. Mallarına el konuldu. Bu hikaye bittiyse onlarınkine geçelim isterseniz?”

Meio Rahgou’nun kaşları havaya kalktı, De Le Vaq konuşmaya devam ediyordu. “Ayrıca birkaç saat önce, Yasa dışı suç örgütü kurup kendisini “Kont” ilan eden Peiter Raskov, tüm çabalara karşın canlı yakalanamadı. Direndiği için kafası gürzle ezilerek öldürülmüş.”

Başrahibin, gözleri şokla açılırken İsfendiyar öne doğru eğildi, “Bu tutuklamayı benden habersiz nasıl yaparsın?”

“Savaştaydanız Başkomutan, daha yeni döndünüz, ben de Merkez Komutanı Pablo ile bu işi gizli yürüttüm. Aksi halde suçlu kaçabilirdi. Yoksa suçlunun yakalanmasına sevinmediniz mi? Oysa Raskov’un da bir çok güzel hikayesi var üstelik dökümanlar halinde. Onları da anlatalım isterseniz.”

İsfendiyar, Merkez Komutanına öfkeyle bakarken konuşmadı, Baş Rahip ise olduğu yerde çökmüştü, gözleri dalgınlaşmıştı. Kara Kral’ın Baron’undan sonra şimdi Kont’u da devrilmişti. Bütün hepsi, hatta bu işlerden çok anlamayan Darkon bile bu söz düellosunu De Le Vaq’ın kazandığından emindi.

“O zaman oylamaya geçelim.” dedi De Le Vaq, ve oylamaya geçtiler. Oylama kısa sürdü, sadece dört kişi red vermiş on iki kişi kabul etmişti. Bu dört kişi, BaşKomutan, ile Başrahibin yanında, Doğu Orduları komutanı Glaroth ile Kahin Lideri, Sebahtianda idi.”

Oylama geçince Antonio De Le Vaq yüzük olan sağ parmağını masaya üç kez vurdu, Ancak Darkon, De Le Vaq’ın Baş Rahibi çok zorladığını düşünüyordu. Büyük Üstad’ı delikanlılığından beri tanıyordu, o ihtiyar adamın oyunları çok fazlaydı. De Le Vaq, ona hep kabzasız keskin bir kılıç gibi gelmişti, keskin güçlü ama kendisine de zarar veren. Bir an onu uyarmak, istedi ama bu an kısa sürdü. Bu işlere karışması doğru değildi. Toplantı biterken, en son yine kendisi çıktı. İlerleyen zamanda ortalığın karışacağını hissediyordu. Hazırlıklı olmalıydı.

Devam Edecek
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Kullanıcı avatarı
Dr.M
Kalemşor
Kalemşor
Mesajlar: 2524
Kayıt: 22 Kas 2011 21:26
Cinsiyet: Erkek
Favori Manga: One Piece, Veritas, Gamaran, Hollyland,Liar Game,Bakuman, One Punch Man, Berserk, Toriko, Tower of God, City of the Darkness, Noblesse,
Favori Anime: Naruto, Bleach,Death Note, Hellsing, Samurai X, Hunter X Hunter, FullMetal Alchemist Brotherhood
Konum: Zonguldak

Bölüm 21. Özel Bölüm; Bastique Darkon -2. Kısım


12 Bin yıl önce…

Graeteldal Şehri, Hakimiyet Bölgesi Başketi, Hiandarik Cumhuriyeti

Cumhuriyet Üst Bürokrat Lojmanları



Bastique Darkon, loş ışık altında envanter düzenliyordu. Gözlerinin önüne yerleştirdiği ince mercek ışığın yansımasını azaltıyor yazı yazarken gözlerini rahatlatıyordu. Giydiği gömleğin kol manşetlerini katlamış yakasını da biraz açmıştı. Masası uzundu ancak o kısa kenarda oturuyor, alanın çoğunu düzenlediği envanterler ve ilgili kitaplar kaplıyordu. Çoğu çalışmacının aksine Darkon düzenliydi ve eski usül çalışmayı severdi.

Uzun zaman sonra, kendi evinde çalışma imkanı bulmuştu, Antonio De Le Vaq’ın zamansız ölümünden sonraki geçen beş bin yılda Yeni Senatör onu sürekli dış görevlere, denetimlere göndermişti. Kendisini yönetim olaylarından uzakta tutmak istiyordu belli ki, bu yüzden konseyde oy hakkı olan çoğu toplantıda olamamıştı. Tabi bu süre zarfında, De Le Vaq’ın yaptığı çoğu şey, ya değiştirilmiş ya da yok edilmişti. Uzun zaman sonra şimdi geri döndüğünde ise büyük bir mesele ile karşı karşıyaydı.

Vasgondag Bölgesindeki Sebbun Madenlerinde yerin çok ama çok altında, Yeni bir maden keşfedilmişti. Hatta maden de denemezdi buna, canlı bir varlık gibiydi. Çok çok eski metinlerde bunun adının İridium olduğunu bulmuştu Yeni Büyü Liderlerinden Myrcid. Zira bu katmanlı büyülerle mühürlenmiş bir madendi, bu mührü ancak o çözebilmişti. Bu keşif ile birlikte, Irk Projesi yeni bir seviyeye gelmişti.

Bu maddenin ırkların güçlerini her alanda arttırdığı kısa sürede keşfedilmişti. Kendisi bunu hiç onaylamasa da bu maddeyi yakalanan ırklar üzerinde denenmesi onayı konseyden çıkmıştı. Buna Üstün Irk Projesi diyorlardı ve kendisi ne kadar da buna karşı olsa da Vasgondag tepelerinde Irk Akademisi kurulması ile ilgili bir proje onayı gündemdeydi. Yaşayan Irkları bir kobay faresi gibi kullanmak bu millete hiç yakışmıyordu.

O sırada içeriden bir çıtırtı duydu. Mat gözleri kısıldı Darkon’un. Eve gizli giren olursa diye evin belli yerlerine serdiği görünmez bir madde olan Auchlin sıvısının sesiydi bu. Sıvı kuruyunca katılaşır zemin üzerinde ince bir tabaka bırakırdı. Kendisi sıvıyı nerelere serdiğini bildiği için hep serilmeyen alandan hareket ederdi evinde.

Sağ eliyle merceğini gözünden çıkarıp, Sol eli masanın altına doğru gittiği anda kapı hızlıca açıldı. İçeriye giren siyah giyimli adamlar ona saldırdığı anda masanın altındaki şok tabancasını çıkarıp ateş etti. İki adam şok tabancasının gücüyle geriye doğru savrulup duvara çarpıp yere düştüler.

Biri nerdeyse bayılmak üzereydi ve küfrediyordu. Diğeri ise o kadar etkilenmemiş gibiydi, nerdeyse ayağa kalkacaktı. İki adam da siyahlar giyinmiş olmasına rağmen diğerinin mavi bir teni ve bacak uzunluğu dikkat çekiciydi.

“Valen.” diye fısıldadı mavi tenli olan.

“İşi bitir.” diye hırladı acıyla ötekisi kıvranırken. “Şerefsiz bu silahı nereden bulmuş.”

Darkon, silahın kabzasına baktı, Kabzasında A.D.V. harfleri işliydi. Antonio De Le Vaq ona bu silahı verirken. “ Lafını sakınmıyorsun, bir gün buna ihtiyacın olabilir.” demişti. Darkon’da her ihtimali düşünerek silahı almıştı. Bu silah ağır ve güçlü bir silahtı. Ateşlemesi bile kolunu uyuşturmuştu Darkon’un ve sadece bir kullanımlıktı. Silahı masaya doğru yavaşça bırakıp manşetleri açık olan gömleğinin kollarını dirseğine doğru kıvırdı Darkon.

Mavi Tenli adam bunu görünce hızla saldırdı. Bacaklarından güç alan bu adam kuvvetle saldırmıştı. Lakin Darkon, antremanlıydı. O bir Rahip Okulunda yetişmişti. Yerleri paspaslamadan önce onlara dövüşmeyi öğretirlerdi. Yarım adım geriye doğru çekilip, darbeyi savuşturduktan sonra boşa çıkan adamın pencereden uçması için hafif bir yumruk yeterli oldu. Mavi Tenli adam, şaşkınlıkla pencereyi parçalarken son anda, ayaklarıyla pencere pervazına tutunup doğruldu gözlerini kırpıştırdı, dışarıya doğru pencere parçaları düşerken, Mavi Tenli adam, Darkon’a bakıyordu.

“Güçsüz olduğunu söylemişlerdi.” dedi şaşırmış görünüyordu.

“Gidin.” dedi Darkon, sakin bir sesle, ikisinin arasında yan bir şekilde durmuştu. “ Sizi gönderenin kim olduğunu biliyorum. Ona söyleyin, ben bu tip şeylere hep hazırlıklı olacağım.”

Mavi Tenli adamın gözleri kısıldı. Diğeri ise kan ter içinde kalmış şoktan titreyerek debeleniyordu, kasları yediği şoktan titiriyor, sürekli kasılıyordu. Ancak diğerine pek bir şey olmamıştı, hareketlerinden ve tipinden yeni Irk deneklerinden biri olduğu anlaşılabiliyordu. Uzun bacaklarını patlayıcı güç olarak kullanan maymunumsu bir ırktan olan denek, sıçrayarak saldırdı.

Darkon, dövüş stili olarak, Menzilsel savunma stilini seçmişti. Harekete geçtiği anda, yarım adım ile menzilini hemen değiştiriyor, darbe almasını engelliyordu. Ustası ona bu sitilin Slembrio çıplak dövüş sitili olduğunu söyleyip kızmasına rağmen o bu alışkanlıktan vazgeçmemişti. Şimdi ise ona gelen yumruğu yine yarım adım ile savuşturduktan sonra rakibinin attığı döner tekmeden de kaçarak geriye doğru bir adım attı.

Rakibi hızlıydı, ancak çalışma odasının menzili onun yapabileceklerini sınırlıyordu, üstelik deneğin saldırılarının hedefi çok belliydi. Darkon darbeleri karşılamıyor sadece savunuyordu. Mavi Tenli Yaratık, her darbe ıskalayaşında daha da öfkeleniyor, karşısındaki sabit bakışlı tepkisiz adama karşı saldırılarını giderek pervasızlaştırıyordu.

En sonunda, havada gelen hızlı döner tekmenin menzilinden kaçmak yerine yarım adım önde oğru atarak, darbeden sıyrıldı rakibinin bacağını sağ koluyla yakalyıp, göğsüne avucunun içiyle bir darbe vurdu. Darbesi tam göğsünün ortasına gelmişti, Mavi Tenli yaratık kan kusarak yere düştüğünde diğerinin yavaş yavaş kalktığını gördü ama vücudu hala seğiriyordu.

Darkon, ensesindeki teri elinin tersiyle silerken, karşısındaki yüzünü peçeyle örtmüş siyahlar giyinmiş adama baktı. O sırada, dışarıdan alarm sesleri yükseldi, camın kırılmasını birileri duymuştu anlaşılan. Adam çaresizce bir hançer fırlatsa da, Darkon yerinden kımıldamadığı halde isabet ettiremedi. Ardından Darkon sabit bir şekilde dururken, yerde kendine gelmiş olan Mavi Tenli yaratığın kolundan tuttu, kaçmak için pencereye doğru ilerlediklerinde Mavi tenli yaratığın gözünde öfke okunuyordu.

Darkon kaçmalarını engellemek için bir şey yapmadı. Onlar camdan dışarıya doğru kaçtıklarında, dış kapısı sertçe vurularak açıldı. Darkon olduğu yerde dururken içeriye Merkez Komutanı Dagron Toran ile Başrahip Vekili Valerion Ryan girdiler.

“İyi misin?” dedi Valerion etrafın dağılmış halina bakarken.

“Bugün birçok olay oluyor.” dedi Toran öfkeliydi, “Size de yetişemeyeceğimizi sanmıştık.”

Darkon gerginlikle bıyıklarını düzeltti, “Size de derken.” dedi sadece,

Toran, Kurt simgeli, Haindar Merkez Komutanlı Zırhının altında omuzları çöktü, tıraşlı yüzünde öfke ve hüzün hakimdi. Valerion ise arkadan bağladığı mor saçları kanlanmış gözlerinin önüne düşüyordu, yumruğunu öfkeyle sıkmaktaydı.

“Başrahibimiz, Meiou Raghou’yu kaybettik.” dedi sadece,

“Ben gidiyorum, diğer konsey üyelerinin de güvenliğini sağlamalıyım. Size yirmi asker bırakıyorum.” dedi Toran, ardından bir baş selamı verip dışarıya çıktı.

Darkon, harap olmuş odaya ve is içindeki duvarlara baktı, Kara kral ile tanıştığında bir çocuktu, Görüşlerini paylaşmasa da onun Üstad’ıydı, ve Başrahipti. Derin bir üzüntü duydu içinde, Kara Kral pek çok açıdan günahı olan bir başrahipti ancak onun ölümü de Antonio De Le Vaq’ın ölümü gibi sarsmıştı onu. Birbirine zıt olan iki düşmanın, ölümüne de aynı ölçekte üzülmesi şaşırtıcıydı. “Seni yoktan var ettim.” demişti bir keresinde Üstad ona haklıydı. O bir yetimdi, kendisinin önerisiyle Zamanında Manastır Okulları açılmasa, ne o burada olabilirdi, ne de böyle bir hayatı düşleyebilirdi. Üstad, çok zalimce şeyler yapsada birçok yetimin hayatının gidişatını değiştirmişti, kendisi de o yetimlerden birisiydi.

Valerion’a doğru bir iki adım attığında, arkadaşının gözlerinin dolduğunu gördü, “Seni de öldürdüler sandım Bastique” dedi ardından Darkona sarıldı. Darkon bu sarılışa ilk başta karşılık vermese de, ardından o da arkadaşına sarıldı.

“V.R, Üstad’ımızı yanına aldı.” dedi Darkon, ardından ölülerin arkasından söylenen eski değişi dedi. “Işıkla kutsansın karanlıkla örtünsün.”

“Işıkla kutsansın, karanlıkla örtünsün.” diye tekrarladı, Valerion. Ardından sarılmayı bırakıp Darkon’a doğru baktı. “İyi misin?”

“İyiyim.” dedi Darkon, ondan biraz uzaklaşarak, parçalanan pencere baktı, içeriye kış soğuğu giriyor, masadaki evrakları uçuşturuyordu, kendisini masanın etrafındaki evrakları toplamamak için zor tutarken, “Nasıl oldu?” diye sordu.

“Gırtlağını kesmişler.” dedi sadece Valerion yeşil gözleri dalgın dalgın duvara bakıyordu, ardından masanın altında parıldayan hançere doğru eğilip hançeri aldı sessizce,
Demek gırtlağını kesmişlerdi, tıpkı Antonio De Le Vaq gibi. Bu işi kimin yaptığından şüphesi yoktu. Bunu yapan Legistastı. De Le Vaq gibi, Üstad’ı da öldürmüştü. Senatör Legistas, nerdeyse dört bin yıldır o koltuktaydı ve bunun son bin yılında oldukça güçlenmişti. Gerginlikle cam kırıklarına bakarken Valerion hançeri inceliyordu.

“Bu Dreth hançeri.” dedi elini çenesinde gezdirirken, “ İşlerini sağlama almışlar.”

“İki kişiydiler, diğeri bu hançeri fırlatan adamın adının Valen olduğunu söyledi.” dedi Darkon masaya gidip, şok tabancasını tuttu.“Neyse ki ben hazırlıklıydım.”

Valerion şok tabancasına önemsemezce baktıktan sonra, Darkon’a doğru döndü. “ Başrahip, artık ben olacağım. Yıllardır buna hazırlanıyordum ama buna hiç hazır değilim, hele ki yeraltı işleriyle.”

“Yeraltı işlerine hazır olmana gerek yok.” dedi Darkon ona doğru döndü. “Sen Hiandar Başrahibi olacaksın, insanlara dinimizi anlatacak onları güzel yollara sevk edeceksin. Bir Başrahip adam öldürme emrini vermemeli, hayat kurtarma emrini vermeli.”

“Ya hayat kurtarmak ölüm emri vermekten geçiyorsa.” dedi Valerion bakışları dalgındı.

“Bu en kolay olan yol.” dedi Darkon, elini bıyığında gezdirirken. “Her zaman başka yolları da düşünmelisin.”

“Sana saldıran adamları da mı bu yüzden öldürmedin.” dedi Valerion, “O şok tabancasından sonra hareket edemiyor olmalıydılar.”

“Biri etti.” dedi dalgın dalgın “ Ama bunun önemi yok, gereken mesajı iletmeleri için onları sağ bırakmam gerekiyordu.”

“Neymiş o mesaj?”

“Ben değişmem.” dedi Darkon sabit bakışlarla, “Beni görevden alabilir, buna yetkisi var ancak tepkiden çekiniyor. Bu yüzden beni öldürmeye çalıştı, ama cevabını aldı.”

“Bu sefer şanslıydın.” dedi Valerion öfkeyle “Seni küçümsemiştir, bir dahakine bunu yapmayacak, Meio Raghou’yu bile öldürdü, İsfendiyar’ın savaş çadırında ölü bulunmasında da parmağı var. Önüne çıkan herkesi yok ediyor, bundan ne kadar hazırlıklı olursan ol kaçamazsın. Nihayetinde onunla anlaşmalıyız Bastique.”

“Ben düşüncemi kimseye satacak değilim Valerion.” dedi Darkon o da öfkelenmiş, ince dudakları gerilmişti, ardından duraksadı gergin dudakları gevşedi. “En fazla ölürüm, Ne olacak ki?”

“Niye bu kadar inatçısın?” dedi öfkeyle Valerion, “Onunla anlaşmazsak, kısa süre içinde V.R dinini yok etmek için elinden geleni yapacak. Şimdiden, okul müfredatlarından bunu çıkartmaya başladı bile, o ne kadar rol keserse kessin Dinsiz zındıkın teki. Başrahip öldüğü vakit, onun kirli bağlantılarını da ortaya dökecektir, bu ortalığa dökülürse dinimize olan inanç sarsılır Bastique.”

Başrahibin hatalarının tüm dine indirgenmesi kadar, saçma bir şey yoktu ama Valerion haklıydı, halk buna inanırdı zira Başrahibi dini önderden öte görenler çoğunluktaydu. Öfkeyle dişlerini gıcırdattı, bu nadir yaptığı bir şeydi. “Ne düşünüyorsun?” dedi sadece.

“Başrahibin ölümünü çok az kişi biliyor, öncelikle ölüm şeklini gizleyeceğiz.” dedi Valerion, “ Meiou Yaşlıydı, ölümünün doğal yollardan olduğunu söyleyeceğiz, halk böyle duyacak. Senin olayı da gizleyeceğiz, Legistas'a da bu Üstün Irk projesinde hep destekçisi olacağımızı ve yeraltı örgütünü lav edeceğimizi de belirteceğiz.”

“Bu proje bizim felaketimiz olacak.” dedi Darkon, duraksadı bir an sonra kafa salladı. “ Tamamdır. Sana güveniyorum Valerion, beraber büyüdük sayılır. Bu işi o yüzden sana bırakıyorum. Hayatımda ilk defa dinimi devletimin önüne koyuyorum umarım bundan pişman olmam.”

“Ben Legistas ile görüşmeye gidiyorum.” dedi Valerion onun da gözleri öfke doluydu, “Ama unutma bu bir kabulleniş değil. Yeterince bekleyip, gücümüzü topladığımızda, onu yok edeceğiz.”

“Anlaşma işine tamam dedim ama intikam işinde ben yokum Valerion” dedi Dagron kapıdan çıkmak üzere olan dostuna arkasına dönerek, “İntikam ölüleri geri getirmez.”


*****


11 Bin yıl önce…

Graeteldal Şehri, Hakimiyet Bölgesi Başketi, Hiandarik Cumhuriyeti

Konsesyum Salonu, Hiandarik Yüksek Yönetim Binası



Hiandarik Yüksek Yönetim Binasının, en üst katını tamamen kapatan Konsesyum Salonu bu gün ağzına kadar doluydu. Darkon sıkıntıyla, dişlerini gıcırdattı. Etrafına baktığında tüm konsey üyelerinin toplantıya geldiğini gördü. Mat gözleri hepsinin yüzlerinin üzerinde dolaşırken geçen zamanı hatırladı. Yedi bin beş yüz yıldır bu konseyin üyesiydi. Senatör, Bu koltuklardan birçok kişi gelmiş ve geçmişti yine de kendisi burdaydı. Yedi bin beş yüz yıl, Hiandarlar için bile oldukça uzun bir zamandı, artık eskisi gibi genç değildi şakakları ağarmış, gözleri kötüleşmişti.

Görevini birçok defa bırakmak istemiş, ancak bıraktıktan sonra ne iş ile meşgul olacağını düşünmemişti. En sonunda bir manastıra eğitmen olmak için emekli olmayı düşünmüş ancak bu sefer de Legistas emekli olmasına izin vermemişti. Senatör, İridium oranlarının hesaplanması işinde kendisinden başka kimseye güvenmiyordu. Büyücü Liderleri bu Irk Yücelten de dedikleri, İridium özünü buldukları bin beşyüz yıl içerisinde birçok ırkı denemeye tabi tutmuşlar bir iki canlı dışında başarılı olamamışlardı.

Bu büyü özünü ırklara zerk ettiklerinde, ırklar ya tuhaf güçlü kontrolsüz canavarlara dönüşüyor ya da oldukları yerde patlıyorlardı. Yok ettikleri sekizyüzbin altı yüz on iki canlıdan sonra, - sayıyı tam olarak biliyordu çünkü listeye bakmıştı – dayanamayarak hesaplamalara bakmak istemişti. Kendisi uzun yıllardır, - Irk projesi kabul edildiğinden beri – bu canlılar üzerindeki iş gücü verimini arttırmak için bu ırkların özellikleri üzerinde çalışıyordu. Yardım etmeyi teklif ettiğinde, Büyücüler ona gülmüşlerdi ancak şimdilerde Büyük Üstad olan Valerion kendisinin hesaplara bakması konusunda ısrar edince sessiz kalmışlardı.

Kendisi, hesaplamalar üzerinde çalışmış, büyücülerin yaş grupları ya da genel kan değerleri dışında hesaplamadıkları bir şey olduklarını fark etmişti; Potansiyelleri. Potansiyel hesaplamak, kendisinin hobi olarak envanter hazırlayarak yaptığı bir şeydi. Bu şekilde çalışanlarının iş yerlerini belli yaşlardan sonra değiştiriyor, hizmet döngüsünü bu şekilde sağlıyordu. Örnek olarak insan ırkları potansiyel olarak en ideal yaşı otuzdu bu bilinen bir şeydi ancak her insan bu yaşta en yüksek potansiyeline ulaşmazdı. Yaş, cinsiyet, milletsel ve bulunduğu coğrafya ya göre potansiyel büyük değişkenlik gösterebilirdi.

Yıllar önce hazırladığı hesaplamaları çıkarıp, bütün bu olasılıkları hesaplamıştı. Bu iş oldukça uzun sürmüştü; büyücülerden, İridium’un özelliklerinin Irkları toplayan Şirket olan Swencorp yöneticilerinden de ırkların özelliklerini bilgisini almıştı. Her bir potansiyel, değişkene belli numaralar verip, İridium ölçek tasarısını bu şekilde hazırlamıştı. Yine de her bir denek için ayrı hesaplama yapmak gerekiyordu. Bu hesaplama yönetemine kendisi Numerik Sistemler adını vermişti ve ilk denemede kusursuz çalışmıştı.

Gounduir Dağlarından getirilen değersiz ırklardan biri üzerinde yapmışlardı, bu çalışmayı. Oraya getirilen oldukça kısa boylu, tıknaz ve korkak görünen bu yaratığı kendisi sakinleştirmişti, çat pat Hiandarcası olan bu yaratıktan adının Kahrun olduğunu öğrenmiş ondan sonra ölçeği ona uygulamışlardı. Korktukları olmamış, Kahrun gülümseyip enerji dolu bir şekilde kendine gelmişti. Tüm konsey üyeleri bu haberi alınca şaşırmış, aynısını Kara Büyü Lideri Choros’un getirdiği nerdeyse yok olmuş bir ırkın temsilcisine de yapıp başarılı olunca. Geçerli ölçeğin bu Numerik Sistemle hesaplanması gerektiği kanaatine varmışlardı zira Choros’un getirdiği yaratık eski çağların dehşetli iblisleri, olan Karanlığın Evlatlarından biriydi ve ırksal özellikleri nerdeyse unutulmaya yüz tutmuştu. Kahrun’da tesadüfen başarmış olabilirdi, ancak Choros’un getirdiği yaratıktaki başarı kesinlikle tesadüfi değildi.

Bu olaydan, sonra Konsey acilen toplanma kararı almıştı. Irk Yücelten Sisteminin son engelinin aşıldığı için, artık ileri safhalara geçmek ve yeni kararlar almak gerekiyordu. Bu yüzden bugün toplanmışlar, bu yüzden tüm konsey üyeleri eksiksiz gelmişti.

Konsey üyelerinin çoğu, yerlerine oturmuş birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Birkaçı ayaktaydı, yanlarına getirdikleri başarılı olmuş olan beş farklı İridium özüne sahip yaratıklarla konuşuyorlardı. Bunlardan birinin de Büyük Üstad Valerion olduğunu acı bir şekilde fark etti. Nerdeyse bin yıl önce Eski Başrahip öldüğünde konuştukları konu zaman içinde buhar olup uçmuştu adeta. Kendi görüşünden biraz taviz vermesi onu bugün buralara getirmişti, bir zamanlar bu ırk projesine karşıyken şimdi o projeyi korumak için hesaplamalar yapan birine dönüşmüştü.

Gerginlikle kenarları hafifçe beyazlamış bıyıklarını düzeltti, kafasından bu düşünceleri kovdu zira toplantının başlama sinyali odayı doldurmuştu. Herkes yerlerine oturdu, Irk Yücelten denekleri ise bir köşede ayakta tek sıra halinde dizildiler.

Toplantı, normal zamanlarda açılış konuşması ile başlardı, ancak bu sefer Büyük Teknoloji Şirketi Swencorp’un sahibi olan Sweinstein Ouqerswank, büyük masanın tam orta yerine yerleştirilmiş ufak bir topu elinin şıklatmasıyla açınca başladı. Topun içinden gelen ışık süzmesi, duvara yansıyarak bir görüntü oluşturdu.

Görüntü, dağların arasında ormanlıkların içerisindeki büyük bir yamacın kıyısına yerleştirilmiş olan sekiz bina, üç avlu ve bir büyük arena içeren dev bir kompleksti. Gözden uzak yapılmış, dağlarla ve ormanlarla gizlenmiş bu yapı tasarımına ve yapılmasına bin yıl önce başlanan, Irk Akademisinin ta kendisiydi.

“Yapı, tamamen korunaklı, hem büyü hem de teknoloji ile.” diye başladı Swenstein sarı saçları ortadan ikiye ayrılmıştı ve beyaz önlüğü sürekli üzerindeydi. Bir yandan elinin şıklatmasıyla resimleri değiştiriyor binanın farklı açılarını gözler önüne seriyordu. Swencorp’un sahibi, olan bu adam, zamanında en büyük rakibi olan Sancorpu yenerek tekel haline gelmişti. Antonio De Le Vaq ile yerçekimi alanında çalışmalar da yaptığı biliniyordu. Senatör değiştikten sonra ise Teknoloji Gelişim Departmanı Başkanlığına atanmış bu şekilde konseyde koltuk sahibi olmuştu. “ Ayrıca, bu korunaklılık sadece dış değil iç kısımı da kapsıyor, içerideki acil durumlar için de önlemimizi aldık. Kapasitemiz tasarladığımız gibi yüz kişi, ancak bu geniş alan yüz kişinin her ihtiyacını karşılayacak şekilde yapıldı, Hepsinin geniş tek kişilik odaları, kendilerine ait çalışma alanları olacak, böylelikle –“

“Teknik ayrıntılarda bizi boğma Sweinstein.” dedi Legistas bıkkınlıkla konuşmuştu, her zamanki gibi siyahlar içerisindeydi. “ Ne zamana hazır olur?”

“Sistemin tam manasıyla işlemesi için yani orada bulunacak işçilerin yetiştirilip yerleştirilmesi, ortama alıştırılması sanırım dört yüz yılı bulur.” dedi Sweinstein.

“Daha çabuk olsun.” dedi Legistas ardından kendisine döndü, “Bu angarya işleri kısa sürede halledemiyor musun Darkon?”

Darkon yakasını hafifçe gevşetti. “ Numerik Sistemle uğraştığım için, bu iş biraz aksadı.” dedi ağzı kurumuştu. “ Süreyi kısaltabilirim, ancak o vakit daha çok angaryayla uğraşırız.”

Legistas öfkeyle kaşlarını çattı, ancak Dagron devam etti. “Orada çalışacak olan ırkların, doğumlarından ölümlerine kadar orada olmalarını istediniz. Yani orada doğmaları ya da dışarıyı hatırlamayacak kadar küçük yaşta oraya getirilmelerini oradaki standatlardan başka bir şekilde yaşamadan, dışarıyı bilmeden eğitilmelerini ve onları eğitecek eğitmenlerin de aynı şekilde olmalarını istediniz, Kısacası orada bir koloni istediniz ve düzgün bir koloni oluşturmanın süresi üç yüz seksen iki yıldır.”

“Buna bu kadar gerek var mı?” dedi Doğu Orduları Komutanı Aikroth, giri saçlarını ve sakallarını rasta şeklinde örmüştü, “Koloni kuracağımıza köleleri getirebiliriz.”

“Köleler isyana meyillidir.” dedi Glaroth, öfkeyle ona bakarak, yıllar onun saçarına bir iki gri tel eklemişti o kadar bir de Başkomutanlık mevkisini “Geçen toplantıda bu mesele konuşuldu zaten.”

“Yine de hatırlatalım. Geçen toplantıda olmayan arkadaşlar için.” dedi Büyü Liderlerinden Myrcid, sohbeti yumuşatmak için gözlerindeki mercekler parlıyordu. “Oraya bir koloni kurmak istiyoruz çünkü bu proje tam bir gizlilikle yürütülen proje, burada bulunan konsey üyeleri dışında kimse bu projeyi bilmiyor. Tam bir gizlilikle yürüteceğimiz bu özel projemizi hem gözden uzakta hem de bu kadar titizlikle yapmamızın nedeni projemizdeki ırk prototiplerine eğitim görecekleri akademik hayatlarında zarar gelmemesi.”

“Ayrıca ters bir şey olduğunda bütün tesisi havaya uçurabilir, hiçbir kanıt bırakmayabiliriz. ” dedi Korlak, o da Legistas geldiğinde Büyü Gelişim Departmanı başkanlığına atanan konsey üyelerinden biriydi. Darkon bu çirkin ve dikişli adama her baktığında içinde bir tiksinti uyanıyordu ve bunun sebebi çirkin olması değildi. Her konuşmasında içinden fesatçı, bir kötülük yayılmasındandı.

Darkon bu cümleye kenarda bekleyen ırkların ne tepki vereceğine baktı, onlar tepki vermemişti. Anlaşılan onların alanında bir sessizlik büyüsü yapılmıştı.

“Tabi ki böyle bir şey olmasını istemeyiz.” dedi Üstad Valerion o etkileyici sesiyle, “Orada yaşayan, koloni bir şekilde oranın işleyişini hazırlayacağız biz de bu süre zarfında Tampon Bölge Liderlerini belirlemeliyiz.”

“Ancak.” diye araya girdi Baş Yargıç makamındaki Kedfith o da uzun zamanıdr konsey üyesi olanlardandı. Kısa kesilmiş turuncu saçları ve sakalsız yüzü her zamankinden de sertti, bu işi onaylamayanların başında geliyordu. “ Hukuki olarak, Bu denek ırklardan biz sorumlu olacağız. Herhangi yaptıkları yasa dışı bir durumda, o ırkı projeye öneren konsey üyesi ceza alacak.”

“Eğitimlerinden de.” diye araya girdi Üstad Valerion, “Bu proje dışarıdan bilinmeyeceği için, bu ırkların çeşitli derslerine biz gireceğiz, sanırım Başkatibimiz bununla ilgili bir çalışma yaptı.”
Başkatip Soraya, olduğu yerden hafifçe sıçrayarak ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “ Ders Programlarını, sınıf, sınıf ayırmak suretiyle çıkardım, masanızın üzerinde duruyor inceleyebilirsiniz.”

Darkon, masanın üzerinde beliren parşömen kağıdını elinin tersiyle çevirdi, yazıları görmek için merceklerini taktı. Düzenli bir ders programı yapılmıştı, birçok ders çarptı gözüne, Stratejik Yöntemler, Büyüsel Yoğunluklar, Silah egzersizleri, Haindar Hukuku ve bunun gibi birçok ders vardı ve hepsinin karşısına da ilgili konsey üyesinin adı yazılıydı. Programı bir süre daha inceledikten sonra, isimler arasında kendi adının da olduğunu fark etti, vereceği ders Numerik Sistemlerdi. Bıyıklarını düzeltti, bunun pek hoşuna gittiğini söyleyemezdi.

Başını programdan kaldırdığında, ilk söylenenin Aikroth olduğunu fark etti. “ Bu kadar işimiz gücümüzün arasında bir de bununla mı uğraşacağız.” dedi homurdanarak.

“Okulun yönetimini de bana vermişsiniz.” dedi Glaroth homurdanarak bu sefer Aikroth’u haklı buluyor gibiydi.

“Daha çok askeri disiplinli bir yönetim istiyoruz da ondan.” dedi Baş Senatör Legistas, “ Tampon bölge Liderleri gün gelecek halklarını yönetecek, disiplinsiz olmalarını istemeyiz.”

“Ayrıca Arkonlar ile barış dönemindeyiz.” dedi Dış İstihbarat Başkanı Leginando, başında şapkası yüzünde gülümsemesi eksik olmayan bu adamdan Darkon hiç hoşlanmıyordu. “ İstihbaratımıza göre son zaferiniz onları iyice geriye püskürtmüş. Savaşmaya cesaretleri kırılmış.”

Bunu duyan Glaroth’un yumuşadığını fark etti, Darkon. Glaroth Arkonlar ile olan bütün savaşlarını kazanmış, Rüzgarbiçen lakabını almıştı. Yine de konsey üyelerinin çoğu derslere girmekteydi. Yazılan programa göre akademinin Müdürü Glaroth olmak ile birlikte Müdür Yardımcısı Soraya olmuştu Kedfith’in eski görevini yapan Soraya sessiz sakin, işini düzgün yapmaya çalışan biriydi ona saygı duyuyordu.

“Bu işi de hallettiğimize göre.” dedi Soraya, yuvarlak çerçeveli gözlüğünü düzelterek. “Akademi de potansiyeli olduğuna inandığınız, ırklarınızı o ırklardan sorumlu olduğunuza dair bir belge imzalamak karşılığında akademiye kaydettirebilirsiniz. Bir sınıfta en fazla iki ırk hakkınız var. İlerleyen dönemde diğer sınıflar açıldığında Akademiye tekrar öğrenci sokabileceksiniz. Görüyorum ki burada belirtilmiş beş kişi var onları konseye tanıtalım.”

İlk olarak Senatör Legistas bir işaret yapıp ayağa kalktı, Siyah kıyafetleri oldukça şık ama sadeydi, elinde gümüş topuzlu bel hizasından biraz yüksek olan bir siyah bir baston tutuyordu. İşareti gören, Mavi Tenli Irk hızlı bir adımla Legistas’ın yanında belirdi.

Darkon’un gözleri kısıldı, bu yaratık onu bin yıl önce öldürmeye çalışan yaratıktı. Uzun boyluydu bu yaratık uzun bacakları ve uzun kolları vardı. Siyah saçları arasından, sivri mavi kulakları belli oluyordu. Gözleri kısıktı, rengi kahverengi ile kızıl arasındaydı, bakışlarını ileriye dikmişti, üzerinde ise bir keşiş cüppesi vardı.

“Wildor.” dedi Legistas kısaca, “Fiziksel dövüşte oldukça iyi olmakla birlikte, Pars Lejyonlarımıza sıkıntılar yaşatmış bir ırk olan Scgein ırkına mensuptur. Ömürleri oldukça uzun olduğu için yakalananlardan birini uzun yıllar boyunca eğittim, dilimizi öğrettim. Akademi de benim sorumlu olduğum Irk Lideri Wildor olacak.”

“Ayrıca.” diye ekledi Korlak yüzünde sinsi bir gülümseme vardı. “Çok nadir bulunan Mavi Tenli ırklardan biri, büyü emisyonları yüksek, yani büyülerden ve elementsel saldırılardan çok az hasar alıyorlar.”

Darkon, öfkeyle dişlerini gıcırdattı, demek bu yüzden şok tabancasının saldırısında ayağa kalkabilmişti. Legistas’da bunu başıyla onaylayınca, Konsey de bu Akademinin ilk öğrencisini onayladı. Onaylayanlar arasında kendi de vardı çünkü geçmişi deşmenin o anda kimseye faydası yoktu. Konseyin onayı alınınca Soraya, Senatör Legistas’a bir takım belgeler uzattı. O belgeleri uzatırken bu sefer ayağa kalkan, Başkomutan Glaroth oldu. Onun Legistas gibi bir işaret vermesine ihtiyacı yok gibi gözüküyordu, ayağa kalktığında sarı zırhlar içerisindeki adam hızlı bir şekilde yanına gelmişti.

Eski Slembrio zırhına sahip olan bu yaratık, Wildor kadar olmasa da uzundu. Sarı zırhında yer yer pas lekeleri olsa da Slembrio’nun Aslan simgesi göğüs zırhında belli oluyordu. Uzun siperlikli miğferi arasında yüzü karanlıkta kalsa da karanlığın içerisinde bir çift kavuniçi göz parlamaktaydı.

“Alesiender De Vion.” dedi Glaroth, bu ismi duyan Hiandar Merkez Kuvvetler Komutanı Toran öfkeyle ayağa kalktı.

“Bu kabul edilemez Efendim!” dedi sert bir sesle “Alesiender yiğit bir savaşçı, onurlu bir Slembrio Şövalyesiydi. Lütfen onu ölümünde rahat bırakın.”

Glaroth sert bir şekilde Toran’a doğru döndü. “ O bir Levid, onu ben öldürdüm ölümden sonraki hayatı benim. Sen kim oluyorsun da bunu sorguluyorsun?”

“Ben Slembrio Şövalyesiyim. Alesiender benim yoldaşımdı.” dedi Toran onun da sesi yükselmişti elini kılıcına doğru attı. “Yaptığınızda onur yok!”

Yanındaki Deniz Kuvvetleri Komutanı Dughia, Toran’ın kolunu tuttu, “Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı.

“SEN NE CÜRETLE KILICINA DAVRANIRSIN ASKER!!” dedi Glaroth öfkeyle kükreyerek, “YOKSA SLEMBRİO ŞÖVALYESİ OLMAK SADAKATİNİ UNUTTURDU MU?”

Toran bu sözler üzerine duraksayınca, Dughia ile Aikroth zorla onu yerine oturttular ama sert bakışları hala Glaroth’daydı. Glaroth ise öfkeyle ona bakmaya devam ediyordu. Araya Üstad Valerion’un sesi girinceye kadar birbirlerine sertçe bakmayı sürdürdürler.

“Devam edelim öyleyse.” dedi Üstad Valerion elini Glaroth’a doğru uzatarak.

Glaroth Toran'a bakmayı bırakıp, Alesiender De Vion’u anlatırken. Darkon, Toran’ın onuruna gerçekten titizlikle davranan bir adam olduğunu düşündü. Muzaffer Glaroth’a karşı çıkmak herkesin yapabileceği iş değildi. Toran’ın öfkeli bakışları arasında bir gözyaşını görür gibi oldu. Burada yapılan tiyatrodan oynalılan oyunlardan vehayatları bir rakam olarak görenlerden tamamen tiksindi. De Vion’un akademi girişi onaylanırken, bu sefer Üstad Valerion ayağa kalktı. Bu içindeki tiksintinin daha da artmasına sebep oldu.

Üstad Valerion, “Kabungadnezar” diye çağırdı kendi Akademi adayını. Üstad Valerion’un adamı Hiandar ölçütlerine göre bile uzun ve iriydi. Bir ayının suretindeydi, siyah beyaz kürkle sarılı ancak iki ayağının üzerinde durabilen zırh giymiş dev gibi bir ayı.

“Kabungadnezar,” dedi Üstad Valerion, “Bir Orman Ruhlarındandır, Orman Ruhları ilk Ruh gücü olarak bilinen Mavi Ruh kullanıcılarıdır ve hayvanların efendileridir. Kendisini bizzat bu projeye destek olsun diye ikna ederek getirdim. Kabungadnezar, Orman Ruhlarının Kralı Nabungan’ın, Brelaouf ve Lebeauf ile birlikte üç oğlundan en büyüğüdür. Akademide benim sorumlu olduğum Irk temsilcisi Kabungadnezardır.”

Üstad Valerion’un önerisi sıkıntılı geçen Glaroth’un önerisinden sonra hemen onaylandı. Ardından, Soraya Kedfith’e doğru döndü. “Erklerden üçü, önerilerini sundular Efendi Kedfith, siz sunmayacak mısınız?”

Kedfith’in sert çehresi gerildi, “Ben Irk Projesini hiç onaylamadım. Bu bir zaruret haline gelecekse de ölümün kıyısındaki bir yaratığı kurtarmak için Akademiye bir öğrenci öneririm ancak.”

Bu sözler üzerine Legistas’ın gözleri kısıldı, bir şeyler söyleyecekti ki araya Kara Büyü Lideri Choros girdi. Uzun siyah saçları arasından kızıl gözleri görünen bu şaibeli adam kendini zorla Konseye kabul ettirmişti. Çünkü Yarı- Hiandardı, babasının bir Karanlığın Evladı olduğu biliniyordu.

“Ama benim önerim var.” dedi soğuk bir sesle, eliyle bir işaret yaparak. “Bizim göremediğimizi gören Darkon’a teşekkür ederek Cho’yu çağırıyorum.”

Cho denlien yaratık, karanlık suretiyle öne doğru çıktı. Darkon teşekküre bir baş selamıyla karşılık vermişti. Cho ise hatırladığı gibiydi, beyaz tenli beyaz saçlı, karanlığın belki de son evlatlarından. Choros, kısaca özelliklerinden bahsettikten sonra o da kısa sürede onaylandı.

Ardından Toran ayağa kalktı, Darkon şaşırmıştı ancak o da konuşmaya başladı. “ Başkan Darkon’un yeteneği sayesinde hayatta kalmış olan Kahrun’u çağıyorum.” Dedi hızlı bir işaret yapınca Kahrun hızlı olmaya çabalayarak öne çıktı. “ Kahrun’u size ben getirmiştim, onun sorumluluğu bendedir. İridium özüne sahip olduğu için Cho gibi o da Akademide olmak zorunda. O yüzden benim Irk Temsilcim Kahrun’dur.”

“Bana güçsüz gibi gözüktü?” dedi Legistas, dudak bükerek, “Her İridium deneyinde başarılı olanı Akademiye alacağız diye bir kaide yok. O Darkon’un yanlış hesaplama yapacağını düşünerek önüne attığımız paçavra ırklardan biri sadece.”

Bu söz üzerine Darkon dişlerini sıkarak konuşmaya başladı. “Toran bence haklı, Kahrun ile görüşme fırsatım oldu. Kendisi halkının demircisiymiş, yetenekli silahlar yapabilecek biri oldukça zeki de, bence Akademiye girmeli. İridium potansiyeline sahip hiçbir aday küçümsenmemeli.”

Legistas ona ters ters baktıktan sonra, bir şey demeden oylamayı açtı. Birkaç çekimser oy olsa da, Kahrun’un Akademiye girişi onaylandı. Toran gerekli belgeleri imzalarken gerginlikten bembeyaz kesilmiş Kahrun’un rahatladığını gördü. Ona hafifçe gülümseyerek selam verdi, o da sevimli bir ifadeyle gülümseyerek yetine geçti.

“Başka aday yok mu?” dedi Soraya etrafındaki Konsey üyelerine bakarak.

“Benim ikizler var.” dedi Shark Snaga, Saldırı Büyüsü Lideriydi, “Ama daha küçükler, onları ikinci sınıfta sokmayı planlıyorum.”

“Hiandarlar ırk projesine kabul edilmez.” dedi Üstad Valerion, sert bir sesle,

“Onlar Yarı-Hiandar.” dedi Shark Snaga Üstad’a göz kırparak, “ Melezler de bir sıkıntı yok diye biliyorum.”

Üstad bu soruya cevap verme tenezzülünde bulunmadı ancak Konsey üyelerinin çoğu Simarios Snaga gibi bahaneler sunarak öneride bulunmadılar. Bunun nedeninin Akademi sisteminin işe yarayıp yaramayacağı konusundaki şüphelerinin etkili olduğunu düşündü. Sonuçta çoğu sorumluluktan kaçıyor gibi görünüyordu.

“O zaman bu beş kişiyle başlayacağız.” dedi Soraya, “Bu beş kişi, Wildor, De Vion, Kabungadnezar, Cho ve Kahrun Akademi açıldığında 1. Sınıf olarak başlayacaklar ve Akademi döneminde avantajlı olacaklar. Akademi ile alakalı Puanlama sistemi ve güç seviyesi testlerinin nasıl yapılacağını daha sonraki toplantıda belirlemiş olacağız. O süre zarfında aday belirleyecekseniz elinizi çabuk tutmanızı öneririm.”

“Dört yüzyılımız var hımm.” diye düşündü Aikroth, “Atalık’a inip güçlü bir insan bulsam fena olmayacak. Arama izni verecek misiniz?”

“Irk bulmanız için izin hakkınız olacak.” diye ekledi Kedfith ardından Legistas, Glaroth ile Üstad Valerion’a doğru döndü, anlaşılan bu işten tiksinen sadece kendisi değildi. “ Bitiriyor muyuz?”

“Bitirelim.” dedi Legistas, ayağa kalkarak. “Bir dahaki toplantının tarihi size İç İstihbarat Başkanımız tarafından iletilecektir. Dağılabilirsiniz.”

Bu söz üzerine herkes ayağa kalktı, ancak Darkon onlar arasında değildi. Hiandarik Cumhuriyet sisteminin ne hale geldiğini düşünüyordu. Göreve geldiğinde Senato Lideri, İgnes Boundin idi, etkili ancak kolay yönlendirilen bir adamdı. Sonra ise tamamen Başrahibin kuklası olan Henrich Rassmusen, gelmişti, koltuğunda hayalet gibi oturur sonra giderdi. Ondan sonra, ise bir yıldırım gibi Antonio De Le Vaq gelmişti, eski düzeni yıkmış yeni düzen oluşturmadan yok edilmişti. Şimdi ise Legistas’ın devriydi, ilk bin yıllarda sakin olan Senatör, Üstad Valerion ile alttan alttan çatışsada gücünü herkese göstermişti. Yaptığı hamlelerle, De Le Vaq’ın hazırladığı temelin üzerine konmuş ancak Hiandar’ı onun hiç istemediği bir düzene ortak etmişti. Halkları her açıdan Sömüren büyük bir İmparatorluk, Oysa Hiandar kendisine göre Oligark bir Demokrasi ile halkının refanı düşünmeliydi. Kendisi bunu değiştirmek için elinden geleni yapmıştı ancak o büyük bir dişlide küçük bir çarktı sadece.

İç çekerek ayağa kalktığında herkesin gitmiş olduğunu gördü, Salondan dışarı doğru yürürken emekli olmakta çok geç kaldığını hissediyordu.


Devam Edecek
ÖLÜLERİN BEKÇİSİ 3. SEZONU OLAN KURDUN SAVAŞI BAŞLIYOR
GÜNCEL 10. BÖLÜM ÇIKTI [/i][/size] OKUMAK İSTEYENLER BURADAN[/size]

YENİ BAŞLAYANLAR! ÖYKÜNÜN İLK SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ ÖZGÜR BİR ADAM BAŞLIĞINA

İKİNCİ SEZONU İÇİN ÖLÜLERİN BEKÇİSİ KURDUN DOĞUMUNA BAKABİLİRSİNİZ.
Cevapla

“Sanat Köşesi” sayfasına dön